| 
       
		Üzerinde 
		çalıştığım kitap için eski Adana'nın izini sürüyorum. Çevresinde eski 
		fabrika kalıntılarının bulunduğu mahallede, Milli Mensucat Fabrikası'yla 
		yüz yüze bakan kahvehanenin bahçesine oturuyorum. Mahalle sakinleri 
		taşları masaya vurarak okey çeviriyorlar...  
		Fabrikanın bir bölümü şimdi tekstil atölyesi olarak kullanılıyor. 
		Oturduğum kahvehane eskiden işçilerin bekleme salonuymuş. Kapıya bir 
		kamyonet yanaşıyor. Kulübesinde uyuklayan bekçi kalkıp kapıyı açıyor...  
		Sonra... Sonra o bekçi birden 'Murtaza' oluveriyor! Zaman hızla geriye 
		sarıyor.  
		Sessizlik, yerini, sağa sola koşuşturan şalvarlı, kasketli köylülerin, 
		kadınlı erkekli işçilerin, traktörlerin, kamyonların devinimine 
		bırakıyor...  
		Sonra onu görüyorum!.. Gülümsemesinin ardında kendiliğinden ince bir 
		kederle, elinde bir defterle gelip yanımdaki masaya oturuyor. Onu 
		hayranlıkla inceliyorum. Önünde bisikletli bir genç duruyor. "Akşama 
		Giritlinin Meyhanesi'nde parlatır mıyız Raşit Abi" diyor.  
		"Parlatalım valla Kemal! Kadere kırk beş! Güllü kızıma selam söyle!" 
		Çaycının, "Çaylaaar!" diyerek getirip masasına koyduğu çayı 
		karıştırırken "Çukurova'da nereye dokunsan hikâye fışkırıyor" diyor. 
		Kafamı kaldırıp bakıyorum: Gitmiş!.. İşçilerden biri koşar adım gelip 
		sağa sola bakınıyor. Çaycıya, "Bizim kâtip nereye kayboldu" diyor.  
		"Komünist Kemal mi?" "Heye!" "Az önce buralardaydı." Gözüm masadaki not 
		defterine ilişiyor. İç cebimdeki defterin tıpkısı. Masada bıraktığı ses 
		konuşmayı sürdürüyor... Eski Adana'dan görüntüler akıyor... Amerikan 
		menşeli lüks taksilerin şoförleri havalı giyiniyor, koltuklarında çeyrek 
		açıyla oturuyorlar. Sivri burun, yumurta ökçe ruganları ışıl ışıl 
		parlıyor. Arabanın içinde lavanta kokusu, ön ve arka camlarda püsküllü 
		perdeler, kenarlara sıkıştırılmış fotoğraflar, başı topuzlu vites koluna 
		asılı tespihler...  
		At arabaları arkalarından yoğun bir toz bulutu salıyorlar... 
		Faytoncuların atları kuyruklarını kaldırıp altın sarısı dışkılarını yola 
		lap lap bırakıyor, idrarlarını hortum suyu gibi fışkırtıyorlar. 
		Faytoncular ince kırbaçlarıyla, dar koltuklarında rahat ve yaygın oturuş 
		biçimleriyle; kasket, yelek, çizgili mintan, siyah şalvarlarıyla şehrin 
		renkli figürleri...  
		Seyyar çay ocaklarının etrafında alçak tabureler, sehpalar. Çaylar 
		'adamı osurtacak' kadar demli, bardakları ince belli. Ocağın sürekli 
		müdavimleri: Esrarcılar, mahalle aralarında karı satanlar, oğlancılar, 
		cinayet ve hırsızlıktan dışlanmışlar, sabahçılar, horozcular, kuşçular, 
		tombalacılar, maraşotu çiğneyip oraya buraya tükürenler...  
		Aşlamacı Tintin Amca sırtında aşlama güğümüyle, kalaylı bakır tasını 
		takırdatarak sıcaktan bunalanları serinletiyor. Bicici Burhan, bicinin 
		üzerine buzdan karsambaç rendeleyip üzerine kırmızı şurup döküyor... 
		Alemciler kumarda ütünce kahvehanenin arka bahçesine geçiyor, birer 
		buçuk Adana kebapla, acılı şalgamla, kavunla, peynirle rakı faslına 
		başlıyorlar.  
		Kasketli, ayağı aksayan bir adam kapıda görünüyor. "Aha Topal Nuri 
		geldi" diyorlar. "İti an, çomağı eline al!" Kubar esrarla sarılan cıgara 
		en sona bırakılıyor. Oradan kalkıp şırdancıya takılıyorlar.  
		Göbekli, esmer şırdancının önlerine koyduğu şırdanları kimyona bulayıp 
		süs biberi turşusuyla yedikten sonra tatlıcıya gidiyor, 'kerhane 
		tatlısı'da denilen sarı Adana burmasından yiyorlar. Gecenin fenerini bol 
		sirkeli kelle paçayla söndürüyorlar, kurdukları her üç cümlenin birinde 
		Allah kitap sövüyorlar...  
		İşçiler mangaldan dumanlar tüten ciğerci tezgâhının başında şişlerinden 
		sıyırıp doğranmış yağlı pidelere sardıkları kuşbaşı ciğerleri pul 
		biberle, kimyonla, ezme, karışık ve soğan salatayla kahvaltı niyetine 
		yiyor, üstüne de ikişer bardak demli çayla birer sigara içip fabrikaya 
		öyle giriyorlar...  
		Kadınlar çamaşırlarını leğendeki sodalı suyla çitiledikten sonra 
		yemeklerini gazocağında pişiriyor, damlara cibinlik kuruyor, çoluk çocuk 
		çaylarını orada içip radyo tiyatrosu dinliyor, konu komşu birlikte 
		gittikleri yazlık sinemalarda günebakan çekirdeği çitleyip geleceğe dair 
		siyah-beyaz düşlerini tazeliyorlar...  
		"Ağabey, yağmur başladı, ıslanıyorsunuz!" Dönüyorum: Çaycı bardakları 
		topluyor.  
		Bahçede benden başka kimse kalmamış...  
		Defteri koltuğumun arasına kıstırıp kalkıyorum... 
		   |