Ana Sayfa

Aydınlık Kitap - Mecit Ünal - 13 Eylül 2013

ORHAN KEMAL 99 YAŞINDA

 
 
 

Emeğin kavgasının ve sevdasının romancısı

Türkiye'de "Bar Kelebeği" adıyla gösterilen "Barfly"nin bir sahnesinde, barmenle giriştiği döğüşten ağzı burnu kan içinde çıkan -filmde alkolik yazar Henry Chinaski'yi canlandıran başrol oyuncusu Mickey Rourke, kadehini proletaryanın şerefine kaldırır. Filmin en önemli, sahnelerinden biridir bu ve bize, Amerikan sanatından dışlanmış bir sınıfın varlığını hatırlatır.

 

Senaryosunu Charles Bukowski'nin yazdığı film, alkolik yazar Henry Chinaski'nin yaşamı çevresinde çağdaş Amerikan toplumunun toplum dışına itilmiş, gözden çıkarılmış katmanlarını anlatmaktadır, işçilerin, lümpen, işsiz-güçsüz serserilerin, dipsomaniklerin, alkoliklerin müdavim olduğu bir barda geçen, neredeyse ayık gezmemiş Bukowski'nin yaşamından da kesitler içeren filmde hiçbir şey; ne sevgilisi Wanda (Faye Dunaway), ne onunla aynı evde yaşamak, ne de hatta kitabının basılması -bir yayıncıdan önemli bir teklif de alır,- "Bar Kelebeği"nin topluma dönüşünü sağlayamaz. Bu, kelebeğin çabasının yetersizliğinin değil, Amerikan toplumsal-siyasal düzeninin toplumun en alt sınıflarına müreffeh bir yaşamı çok görmesindendir. Amerikan toplumunda proletarya da, işte ne yapsın, ya içen ya da en fazla, ancak şerefine içilen bir sınıf olabilmektedir.

Alt sınıfların alkole düşkünlüğü salt Amerikan toplumuna özgü olmasa gerek.

ANCAK ŞEREFİNE İÇİLEN SINIF

Mayakovski, yalan dostu şair Yesenin'in intiharı üzerine yazdığı şiirin bir yerinde eleştirmenlerin intihar nedenlerinin en önemlisi olarak içkiyi göstermeleri üzerine, işçilerin de ondan aşağı kalır yanları olmadığını söylemektedir. "Oysa işçiler de" demektedir Mayakovski, "kvastan sert içkilerle kafayı çekiyorlar./ O sınıf da içerek güzelce sıçıyor kendi ağzına." Mayakovski'nin devrimin ilk yıllarında Yesenin'in intiharı üzerinden şiirle anlattığı bu gerçekliği, klasik Rus romanlarındaki meyhane sahneleri ile Rus işçileri üzerine üretilmiş votka fıkralarıyla da zihnimizden tamamlayabiliriz.

Bizde de en çok içen kesimler, toplumun en düşkün, en yoksul, en muhtaç kesimleridir. 70'lerin sonlarına doğru yoğun olarak işçilerin yaşadıkları mahallelerde sayıları çığ gibi büyüyen birahanelerin müdavimleri de elbette çoğunlukla yine işçilerdir. Presiz, Plastaş, Alarko, İstanbul Porselen, Atlas Copco gibi fabrikaların toplu halde bulunduğu yerlerdeki birahaneler ise işçilerin vardiya değişim saatlerinde dolup taşmaktadır.

(Akşam saat 22'den sonra alkollü içki satışının yasa zoruyla yasaklandığı şu günlerde bunları yazmak paradoks değil. Zor ve yasağın bu gibi durumlarda tüketimi kat kat artırdığı matematik bir kesinliktir.)

CAN ALICI BİR SORU

Türkiye işçi sınıfı da, ne yazık ki, giderek, ancak şerefine içilen bir sınıf durumuna gelmekte, getirilmekte; böylece edebiyat ve sanattan da dışlanmaktadır.

İşçi edebiyatı üzerine yıllarını veren Tuncer Uçarol'un, burada daha önce yayımlanan bir yazıda aktardığım, Genel-Iş sendikasının düzenlediği, kendisinin de kurucusu olduğu "Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülleri"nin 10. yılı toplantısında yaptığı konuşmada yayımladıkları kitaplarla ilgili sorduğu o soru, son derece güncel ve can alıcı bir sorudur ve tekrar tekrar sorulmasında yarar vardır: "Bu kitapları acaba kaç sendikacımız, kaç işçi, kaç işçi çocuğu, kaç işçi eşi okudu?.. Okuyacak?.. Kaç sendika bu kitaplara sahip çıktı?.. İşçi okumazsa işçi edebiyatı olur mu?.. Dert ortaklığı, kendini tanıma oluşur mu?.. İşçilerle ilgilenen kaç politik kurum, kaç resmi kurum, kaç sivil toplum kuruluşu bu kitaplara sahip çıktı?.. Kaç toplumcu edebiyatçı, kaç toplumcu gazeteci, dergici, kaç toplumcu olmayan yazar, bu kitaplar için bir eleştiri, bir tanıtım yazdı?.. Kaç televizyon kanalı onca ekonomi programında bu kitaplarla ilgilendi?.. Politikacılar, devlet adamları, aydınlar bu kitapları okumazsa, işçi edebiyatı olur mu?..

Zor durumda olanlarla duyumdaşlık, gönüldeşlik kurulabilir mi? On yıldır düzenli sürdürdüğümüz bu yarışma ve etkinlikleri, son yıllarda düşünüyorum da, boşa mı gidiyor acaba?"

İÇİMİZDEN BİRİ

Türkiye'de, son 40-50 yıl içinde işçi sınıfını anlatan birçok öykücü ve romancı yetişmiş olsa da Orhan Kemal hâlâ en önemli işçi sınıfı öykücü ve romancısı durumundadır.

Bu da önemli ölçüde, anlattığı sınıf 40-50 yıl öncesinin işçi sınıfı olmasına karşın, dışarıdan gözlemle değil, arasında yaşayarak, içinden bakarak yazdığı öykü ve romanlarının -konu, üslup ve anlayış bakımından da- aşılamamış olmasından ileri gelmektedir.

Anlattığı kişiler, her gün rastladığımız, metroda, vapurda, otobüste, trende yan yana oturduğumuz, aynı bakkal ve manavdan alışveriş ettiğimiz, kapı komşumuz, hısmımız, hemşehrimiz olan kişilerdir. Bizim gibi giyinir, bizim gibi konuşur, bizim gösterdiğimiz tepkileri gösterir, bizim yaşadıklarımızı yaşar, bizim boğuştuğumuz sorunlarla boğuşur, bizim gibi sever, aşık olur, evlenir, boşanır, döğüşür, küfreder, sevişirler... Kısacası; adları sanları başka başka da olsa "biz”dirler. Çünkü yazar da "biz"dir, içimizdendir. Bizim yaşadıklarımızı yaşamış ve yaşamaktadır: "1953 kışı. Vakit gece. Dışarıda sulusepken kar, Haliç'in, Fener'in ahşap evlerine, ıssız sokaklarına vuruyordu. Tükürsem donacak bir soğuk. Kemali daha iki yaşında. Yıldız, Nâzım küçük. Nuriye'yle çocuklar, her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, kilim varsa almış, birbirine sokularak uykuya geçmişlerdi.

Ben uyanık, yalnız o gece değil, günler, haftalardır gözüme uyku girmiyor... Ufacık, kutu gibi iç içe iki odada oturuyoruz.

Ayık kira otuz mu, kırk mı ne?.. Bu parayı bile ev sahibine ay başı gelince veremiyorum... Kimi zaman iki ay, kimi zaman üç ay borcum oluyor. Bir de evin kaynaması gereken tenceresi var.. Çocukların ayaklarında ayakkabı yok. Üstlerinde ceket yok.. Palto filan bizim için lüks.." Bu, Orhan Kemal'in, "Orhan Kemal'in İkbal Kahvesi" kitabında Nurer Uğurlu'ya anlattığı kendi yaşamından bir kesit. Öyle bir kesit ki, "Baba Evi", "Ekmek Kavgası", "Sarhoşlar", "Grev", "Murtaza", "Vukuat Var", "Eskici ve Oğulları", "Hanımın Çiftliği", "Gurbet Kuşları", "Bereketli Topraklar Üzerinde" gibi bütün o öykü ve romanların yazarının, anlattıklarını neden anlattığını ve niye öyle anlattığını da açıklar. Bu da Orhan Kemal'in kendi deyimiyle edebiyatta "Aydınlık Gerçekçilik", yaşamda da "Ekmek Kavgası"dır.

İÇİNE ÖYLESİNE YERLEŞMİŞLER Kİ...

Sanatında aydınlık gerçekçiliğin, yaşamında ise ekmeğin kavgasını veren yazarın anlatacakları da elbet, en iyi bildiği, ekmek kavgası verenlerin hayatlarının öykü ve romanları olacaktır: "Ben çok iyi bildiğimi yazmak isterim.

Yazmak için görmeliyim, yaşamalıyım.. Ve içimdeki o hız beni itmeli.. (...) Evet ben tanıdığım, konuştuğum, birlikte sigara içtiğim, sırtımı sıvazlayan insanları yazdım." (Agy., s. 45).

Asım Bezirci, "Orhan Kemal" adlı monografik çalışmasında "Dost" dergisinin Haziran 1958 tarihli sayısında bu büyük romancıyla yapılan bir röportajdan şu can alıcı soruyu ve cevabını aktarıyor: "- Niçin hep işçi, köylüleri anlatıyorsunuz? Zenginleri de anlatsanız sanatınız değerinden mi kaybeder?

Hep işçiyi, köylüyü anlatmak gibi bir inadın sonucu değil bu. Gerçekçi bir yazar en iyi bildiği şeyi yazmalıdır. İşçi ve köylüler çocukluğumdan beri içime öylesine yerleşmişler ki.. Bununla beraber, hikâyelerin arasında halli vakitli kişiler, halli vakitli kişilerin hikâyeleri yok değil, örneğin Pervin, Umum Müdür, Yeni Arkadaş, Üzüntü. 'Vukuat Var'daki büyük çiftçi Muzaffer Bey, çevresindeki halli vakitliler.. Halli vakitlilerden de, bildiğim kadar, söz ediyorum. Keşke daha geniş tanısam onları da, kitaplar doldursam." (s. 52).

Bir başka yerde, Y. Kenan Karacanlar'ın "Orhan Kemal" adlı çalışmasında, "Ne dediğini bilen bir yazar için" diyor, "sınıflar dışında bir edebiyat yoktur zaten. Bir toplumda yaşıyorsak, bu topluma bağımlı olmamak olanaksızdır." (Akt. A. Bezirci, agy.).

İŞÇİ SINIFININ ROMANCISI

Tekrar etmekte beis yok! Türkiye'de bir işçi sınıfı edebiyatından söz edilebiliyorsa, bu edebiyatta Orhan Kemal'in, öyküleri, romanları ve oyunlarıyla büyük bir emeği ve çok önemli bir yeri vardır. Hatta Orhan Kemal'in hâlâ en önemli işçi sınıfı öykücü ve romancısı olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.

Orhan Kemal'in 1950'lerin sonlan ile 1960'larda yazdığı, Türkiye'de işçi sınıfının durumunu tüm gerçekçiliği ile ortaya koyan yapıtlar, özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma sarmalında sömürünün en vahşi biçimlerini yaşayan günümüz işçi sınıfını anlamak için de birer anahtar durumundadır.

Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın "Orhan Kemal'e Ağıt" adlı şiiri, bu 15 Eylül'de 99 yaşına basan Orhan Kemal'i ve onun sanat anlayışını sayfalarca yazıdan çok daha iyi anlatmaktadır bana kalırsa. Biz de sözü onunla bitirelim:

"Seslendi bez dokuyan basma dokuyana
Duydunuz mu arkadaşlar,
Kim çıktı dışarı?
Orhan Kemal

Ortasına nadasın konmuştu
Gök dökülürcesine kuşlar.
Birisi birdenbire, kırmızı, uzak,
Durdu.

Yüreğinin uçsuz bucaksız köyleri,
Köylerde göz alabildiğine pamuklar.
Birisi birdenbire, ta içi yaprak,
Durdu.

Yalağa varmıştı ikindileyin
Ova ağız koyunlar.
Birisi birdendire, taş ayak,
Durdu.

Parmakları ak kesilmişti çatlamıştı, kandı
Çuvalı on kuruşa koza ayıran çocuklar.
Birisi birdenbire, gecelerle sıcak,
Durdu.

Boynun uzatmıştı yollara azgın.
Satılmışın arabasındaki atlar.
Birisi birden bire, teker boyu şahlanarak,
Durdu.

Seslendi ulu çınarın kökü uluca kavağın köküne
Duydunuz mu kardaşlar,
Kim girdi içeri?
Orhan Kemal."

 

 


info@orhankemal.org