Orhan Kemal tarafından 1968 yılında roman haline 
								getirilen Murtaza, 
								görevini her zaman herşeyden üstün tutan bir 
								fabrika bekçisinin romanıdır. Yunanistan’ın 
								Alasonya kasabasından, 1925’lerden sonraki 
								mübadelede annesi ve erkek kardeşiyle Türkiye’ye 
								göç ettiğinde 20 yaşındadır. O sıralar göçmen 
								kandaşlar, memleketlerindeki mülklerine karşılık 
								Türkiye’de ev-bark sahibi olabiliyorlardı. 
								Hemşerilerinin çoğu, memleketlerindeki 
								barakalarına karşılık Türkiye’de koca koca 
								konaklar, üç buçuk arşın bahçelerine karşılık da 
								binlerce dönüm tarla alıyorlardı ama Murtaza 
								bunu kendisine yakıştıramadığından yalan 
								söylemiyor ve bu “doğrucu” vatandaşa şehirden 
								epeyce uzak köylerden birinde on dönüm tarla 
								veriliyor. O on dönümlük tarlaya bir bağ evi 
								çakıyor. Annesinin beşibirliklerini bozdurup bir 
								saban, iki öküz alıyor. Arpa, buğday, darı 
								ekiyor. Sonra pamuğa çeviriyor, ama hiçbir zaman 
								iyi bir kazanç elde edemiyorlar, geçim sıkıntısı 
								artıyor. Annesi hastalıktan ölüyor. Kardeşlerin 
								arası açılıyor, herşeyi satıp şehre göçüyorlar. 
								Şehirde birbirlerinden ayrılıyorlar. Kardeşi 
								zengin bir ailenin yanına sığınıyor, seneler 
								geçiyor ve çok zengin oluyor. Ama Murtaza,bir 
								pamuk fabrikasına giriyor önce, sonra ise 
								karnını doyurmak için bulduğu her işte çalışıyor 
								fakat ‘üniforma tutkusunu’ içinden hiç atamıyor. 
								Balkan Harbinde, mübarek kanını kutsal vatan 
								topraklarına dökmüş dayısı Kolağası Hasan Bey 
								gibi subay olamayacaksa da, subay urbalarına 
								benzeyen bir üniforma giyme tutkusu ona bekçi 
								olma fikrini verir. “Geceleri rastgele düdük 
								öttürebilme ve düdük öttüremeyen yığınla 
								vatandaştan ayrı, onlardan üstün olabilme” 
								arzusuyla bekçi olur ve “tıpkı tıpkısına 
								subaylarınkine benzeyen urbaya” kavuşur. Ne 
								konak lazımdır ona, ne at, araba. Damarlarında 
								dayısı Hasan Bey’in mübarek kanının dolaşıyor 
								olması yeterlidir.
								
								Evlenir Murtaza. İlk çocuğu kız, ikinci erkek 
								olunca adını Hasan koyar. “Kanını kutsal vatan 
								topraklarına dökmeye aday bir oğlan” olduğu için 
								onu askeri liseye vermeyi ve subay çıkmasını 
								planlamaktadır ancak oğlan sanat okuluna girer 
								ve futbolla ilgilenmeye başlar. Arka arkaya üç 
								çocuk daha yaparlar ama onların da kız olması 
								Murtaza’yı çılgına çevirir çünkü Hasan’ın, 
								umduğunu veremeyeceğini anlamıştır. Derken bir 
								oğlu daha olur, onun da adını Hasan koyar ve 
								üzerine titrer. Bu mutlaka dayısı Hasan Bey gibi 
								bir subay olacaktır.
								
								Bu arada, bekçilik yaptığı mahallenin 
								sakinlerini bıktırmıştır Murtaza. Otorite ve 
								düzen düşkünlüğü saplantı boyutundadır çünkü. 
								“Yukarıda Allah, Ankara’da Devlet hem de 
								Hükümet, burda da Murtaza” vardır ve bekçiliğini 
								tüm duyu organlarıyla yapar. Bakar, dinler, 
								koklar. Ayrıca namus bekçisidir. “Mahalle 
								aralarında nağralarla dolaşan, kadınlara, 
								kızlara sataşan kopuklara” kendilerini bildirir. 
								“Murtaza’dan beri mahalleye belirli bir edep, 
								haya gelmiş, kadınlar, kızlar, çoluk çocuk 
								okula, bakkala, komşuya, manava korkusuzca gidip 
								gelir” olmuşlardır. Fakat bu durum, bir kısım 
								mahallelinin canını çok sıkmaktadır. “Gençlerin 
								derdi, mahallenin etekleri havalı, hoppa 
								kızlarına asılamamalarıydı. Ne karışıyordu Bekçi 
								Murtaza? Kızlar gençlerin asılmalarından 
								rahatsız olur, şikayet ederlerdi de bekçi 
								karışırdı. Ama yoktu böyle şey. Tam tersi. 
								Mahallenin Zilli Sabahat’ı örneğin. Semt futbol 
								takımının sağ açığı Erdal’ı deli gibi seviyordu. 
								Evlerinin bahçe kapısından ne zaman Erdal’ı 
								içeri almaya kalksa, Murtaza’nın düdüğü.” 
								Murtaza’ya karşı duyulan tepki gittikçe artar.  
								“Mahallenin küçük kızlarını elma şekeri, 
								çikolatalarla tavlayıp, mahallenin alt başındaki 
								boş ahıra çeken mimmacık Zinnur Amca ile çaptan 
								düşmüş dul karı tavcısı Hamdi Çavuş, Hırsız 
								Recep, çocukların ellerinden simit, elma, 
								düdüklü şeker ya da portakallarını kapıp kaçmayı 
								meslek edinmiş Yandım Ali, erkeğe doyamayan Dul 
								Zühre, etekleri havalı hoppala Melahat, evli 
								erkeklere askıntı Lale, kızlarla, evli 
								kadınların yüreklerini oynatan Kazanova Erdal 
								gibileri mahallelinin Murtaza’ya karşı 
								şahlanışını habire körüklüyorlardı.” Kediler, 
								fareler bile rahatsızdır Murtaza’dan ve sonunda 
								mahalleli Emniyet Müdürü ile görüşerek, ‘yatma 
								saatlerine’ bile karışan bu bekçiyi 
								mahallelerinden alması için yalvarırlar. Bu 
								görüşmenin üzerine bir fabrikanın Fen Müdürü 
								gelir Emniyet Müdürü’nü ziyarete. Emniyet Müdürü 
								olanları anlatınca Fen Müdürü Murtaza’yı kendi 
								fabrikasına ister ve Murtaza, bir fabrikada 
								‘Gece Kontrolü’ olarak yeni yaşamına başlar.
								
								Murtaza, kısa zamanda, fabrikada da varlığını 
								hissettirir. Fabrikayı öyle sahiplenir ki mal 
								sahibinden de, müdürden de daha çok korur, 
								ilgilenir. Fabrika çalışanlarının fabrikadan mal 
								çalmasını, iş saatlerinde sohbet etmelerini, 
								uyumalarını engellemektir başlıca görevi ve bir 
								süre sonra fabrikadakiler de şikayetçi olmaya 
								başlarlar. Yemekten sonra kestiremiyorlar, 
								muhabbet edemiyorlardır. Burada da Murtaza’ya 
								karşı bir muhalefet oluşur. Kimse sevmez ve 
								ondan kurtulabilmek için her yola başvururlar. 
								Fakat mahalledeki komiser gibi burada da Fen 
								Müdürü Murtaza’yı korumaktadır. Çünkü Fen Müdürü 
								“Bana benim işimi kendi işinden üstün tutacak 
								fedakar insan lazım” der ve bu insan da 
								Murtaza’dan başkası değildir. Vazife aşkı 
								öylesine üstündür ki sürekli şöyle der: “Vazife 
								bir sırasında görmez gözüm evladımı, demem 
								ciğerparem.” Gerçekten de disiplin ve görev söz 
								konusu olduğunda gözü evlatlarını bile görmez. 
								Nitekim birgün, aynı fabrikada işçi olan kızları 
								Firdevs ve Cemile’nin makinelerin başında 
								uyudukları haberini alır. Bunu kendisine 
								yetiştiren ırgatbaşının “Görürsün herkesin 
								gözündeki çöpü, ama görmezsin kızlarının” lafı 
								onu bir anda perişan etmiştir. Tokat yemiş gibi 
								sarsılan Murtaza, yıldırım gibi çıkar, koşarak 
								çırçırlara gelir, kızların gerçekten uyuduğunu 
								görünce kan beynine sıçrar. “Firdevs hala 
								uyumaktaydı. Murtaza kızı saçlarından 
								destekleyip havaya kaldırdı, sonra da yere 
								çarptı. Uykusu başına sıçrayan kızdan sadece 
								vahşi bir çığlık, bir korku çığlığı yükseldi. 
								Murtaza hıncını alamamıştı. Küçüğün ardına 
								düşmek için hamle ettiyse de bırakmadılar. ……. 
								Bırakmadılar. Hırsından deliye dönmüştü. 
								Bırakılmayınca olduğu yere çöktü, başını 
								avuçları arasına aldı, başladı hıçkıra hıçkıra 
								ağlamaya: ‘Ööööl be Mürteza, gebber be Mürteza, 
								gel kurşunlara be Mürteza.’”
								
								Murtaza bu olaya çok içerler, adeta dünyası 
								yıkılır, ve ortada daha ciddi bir sorun olduğunu 
								farketmez bile: çarpmanın etkisiyle Firdevs’te 
								hemipleji oluşmuştur. Murtaza’nın, fabrikaya 
								giren bir hırsızın peşine düştüğü gecede 
								Firdevs’in durumu iyice kötüleşir. İlaçları alıp 
								eve gittiğinde ise artık çok geçtir. Ciğerparesi 
								ölmüştür.
								
								“1946, 47’lerde yurdun her yanı ‘demokrasi’ 
								nağralarıyla köpük köpük çalkalandığı günlerde 
								fabrika da kendini bu sarhoşluğa kaptırmıştır.” 
								Fen Müdürü de dahil olmak üzere fabrika 
								çalışanlarının çoğu Demokrat Parti’ye üye 
								olmuştur. Murtaza ise İsmet Paşa’cıdır. Çünkü 
								İsmet Paşa bizi çan seslerinden kurtarmış, 
								ezan-ı Muhammedi’ye kavuşturmuştur.  İsmet 
								Paşa’nın bu ülke için yaptıklarını unutamaz. 
								Murtaza’yı zaten sevmeyen işçiler ve ustalar 
								için O artık bir düşman gibidir. Birgün Murtaza, 
								diğer kontrol olan Nuh’la kavga ederken gelen 
								Fen Müdürü, Nuh’un kendisine küfrettiğini 
								duyunca işine son verir. Bu olay fabrikada 
								farklı bir şekilde dolaşır; bir CHP’li yüzünden 
								Demokrat bir arkadaşları işten çıkarılmıştır. 
								Bunu önemli bir parti meselesi haline 
								getirirler. ‘Murtaza istifa!’ seslerini ‘Nuh Nuh 
								Nuh’ tezahüratı izler. Nuh bir kahraman gibi 
								omuzlarda taşınır. Fabrikadaki coşku ve 
								ayaklanma dışarıya taşar. Nuh’u parti merkezine 
								kadar omuzlarda taşırlar, onu milletvekili 
								yapmaya karar verirler. Ve Nuh birden çok önemli 
								bir şahıs olur.
								
								Murtaza’ya karşı olan ayaklanma ise hala devam 
								etmektedir. ‘Murtaza istifa’ sesleriyle azan 
								kalabalığın arasında büyük oğlu Hasan’ı da 
								görmesi ve Hasan’ın kendisine “Utanıyorum 
								senden” diye bağırması, bir kere daha Murtaza’yı 
								perişan eder. Tek avuntusu küçük oğlu Hasan’dır 
								artık. Fakat onun da bakkaldan çeyrek ekmek 
								çalarken yakalandığını öğrenmesi büsbütün yıkar 
								Murtaza’yı. ‘İstenilen evsafta bir baba’ 
								olamamıştır.
								
								Romanın sonu beni en şaşırtan bölümü olmuştur. 
								Bu kadar güzel kurgulanmış, bu kadar güzel 
								işlenmiş bir romanda, duygular bu denli 
								tırmanmışken, bir okur olarak daha vurucu, daha 
								acı bir son beklemiştim. ‘Sanki bitmemiş gibi’ 
								diye bir not aldım kitabın sonuna. Ancak sonra 
								öğrendim ki, Orhan Kemal, ölmeden beş ay önce Murtaza 
								2’yi yazmaya başlamış, fakat ömrü 
								yetmemiştir.
								
								Roman aslında bütünüyle çok başarılıdır. Bu 
								başarısı, herşeyden önce ustalıkla oluşturulmuş 
								karakterlerinden gelmektedir. En önemli 
								karakter, tabii ki Murtaza’dır ve Murtaza’yı 
								özetleyecek en önemli söz de yine kendi sözüdür: 
								Bir bahçıvan Murtaza’ya sorar; ‘Senin vazifen 
								ne?’
								
								‘Benim adım Mürteza!’
								
								‘Adını sormadım. Vazifen?’
								
								‘Mürteza demek vazife demek, vazife demek 
								Mürteza demektir.’”
								
								Murtaza, asla yalan söylemeyen, bütün ailesini 
								yoksullluk ve hastalık içerisinde yaşatmasına 
								sebep olacak kadar dürüst, ahlaklı, ve Hasan Bey 
								gibi bir dayıya sahip olmanın gururuyla dopdolu, 
								vazife ve vatan aşığı bir vatandaştır. Hep 
								yaptığı işler sebebiyle övülmek ister. Huyunu 
								bilenler onu çok rahatlıkla gaza getirerek 
								istediklerini yaptırır. Örneğin komiser, onu 
								fabrikaya vereceği zaman bunu kendisine nasıl 
								söyleyeceğini bilemez. Sonra, fabrikanın 
								disiplini bozulduğu için Murtaza’yı 
								istediklerini ama kendisinin kabul etmediğini, 
								Murtaza’yı feda edemeyeceğini, onun gibi bir 
								elemandan ayrılamayacağını söyler ve Murtaza 
								buna çok kızar, disiplin bozulmuşsa ve 
								Murtaza’ya ihtiyaç varsa tabii ki gitmelidir!
								
								Kadınlardan pek hoşlanmaz. “Murtaza, vazife bir 
								sırasında kadınlara zerrece önem vermezdi. 
								Yalnız vazife bir sırasında değil, sık sık. 
								Kadın nereden bakılsa ‘bir kadın’dı işte. ‘Saçı 
								uzun aklı kısa’. İşitmemişti şimdiye kadar 
								hiçbir kadının kurs görüp amirlerinden sıkı 
								terbiye aldığını.” Karısından ise ‘bok karısı’ 
								olarak bahseder. Çünkü, “Bir kadın kocasının her 
								dediğine hu çekmeliydi. Yoksa hayır yoktu böyle 
								kadından ve böyle kadın, erkek evlat doğursa 
								bile Hasan Bey Dayısına benzeyenini 
								doğuramazdı.” Oğlu, istediği evsafta çıkmamıştır 
								çünkü tohum tıpkı Kolağası Hasan Bey’in tohumu 
								olmasına rağmen tarla işi bozmuştur: “Olamadın 
								istediğim evsafta bir tarla, çürüttün tohumumi” 
								diye de kızar karısına.
								
								Halkla kötü konuşur Murtaza. “Şapşal” der “Koca 
								budala” der. Kendisi de bekçi olmasına rağmen 
								öteki bekçilere amirleriymişcesine emreder. 
								Herhangi bir vatandaşa, “Atarsam bir yumruk, 
								anlarsın karşındakinin kimliğini. Hayvan, 
								hayvanoğlu hayvan hem de” diyecek kadar yetkili 
								görür kendini. Ama insanlar da korkudan ne dese 
								yaparlar. İnsanları ayağa kaldırır, esas duruş 
								aldırır, künye saydırır, talim yaptırır, ve 
								onlar da yapar. Aslında korktukları Murtaza 
								değildir tabii, üniformasıdır ve biraz da 
								cehalet: “Bekçiler de amirden sayılırdı 
								herhalde. Gerçi bekçilerin ‘vazife ve 
								selahiyetleri’ üzerine hiçbir bilgisi yoktu ama 
								gene de herif resmi elbiseliydi.” Sivil giyince 
								‘tazıya dönen’ Murtaza, üniformaları içinde her 
								zaman göğsü dışarıda, karnı içeride ‘kaz 
								adımlarıyla’ yürür, o gururu hep yaşar. Bir 
								vatandaşın sözleriyle “Adam kendini dev 
								aynasında görüyor, büyüleniyor.” Ancak bir 
								üzüntü, bir utanç halinde üzerindekilerin 
								bollaştığını hisseder. Giysisi içinde ufalıp 
								hiçleşir.
								
								Murtaza’nın kişiliğinde, ast-üst fikri çok derin 
								ele alınır. Bir gün, Murtaza’yı dinleyen komiser 
								elinde olmayarak gülüverir. “Komiserin gülmesi, 
								alabildiğine ciddi Murtaza’nın betine gittiyse 
								de hemen aklını başına topladı. Herhangi bir 
								amir, en uygunsuz, hatta en münasebetsiz yer ve 
								zamanda her istediğini yapabilirdi. Ağlanacak 
								yerde güler, gülünecek yerde ağlarsa bu üstün 
								bileceği şeydi. ……. astın ödevi, üstün en 
								yakışıksız davranışları karşısında bile bunu 
								aykırı bulmamak, üste hak vermekti.” Ve Murtaza, 
								kendisine kızıp “Saygın da batsın, tazimatın 
								da!” diyen Fen Müdürüne “Sağol amirim!” diyerek 
								iyi bir ast olduğunu bizlere ispatlıyor.
								
								Murtaza’yı ‘Don Kişot’a’ benzeten Fen Müdürü’nün 
								sözlerinde Orhan Kemal’in düşüncelerini buluruz: 
								“Donkişot yeryüzünde tek değildi malümu aliniz… 
								ve Donkişot’ların kökleri hiçbir devirde 
								kurumadı ki devrimizde kurusun. Her memleketin 
								kendine göre Donkişotları var, olacak.”
								
								08.05.2002 tarihli Zaman gazetesinde yayınlanan 
								yazısında Hilmi Yavuz, “Murtaza tipinin, klasik 
								Fransız romanında, mesela ancak Balzac’da 
								rastlayabileceğimiz bir edebi maharetle 
								kurgulandığını nasıl görmezlikten gelebiliriz? 
								Tip’i, trajik ve komik olanın diyalektiği 
								üzerine inşa etmek! Orhan Kemal’in büyük 
								başarısı buradadır.” Der ve devam eder: “Bundan 
								aşağı yukarı 30 yıl kadar önce yazdığım bir 
								yazıda, Murtaza’nın, Kant’ın Ahlak Kuramı 
								bağlamında drama düşmüş somut bir insan tipi 
								sayılabileceğini belirtmiştim. Bilindiği gibi, 
								Kant, ahlakını, ‘Kategorik Buyruk’ ilkesine 
								dayandırır. Bu, bir ödevi, herhangi bir kayıt ve 
								şarta bağlı olmaksızın, sadece ödev olduğu için 
								yerine getirme yükümlülüğüdür. Murtaza da, 
								‘ödevimi yapmam gerek!’ derken, bunun 
								sonuçlarını hesaplamaz. Kant; bu kesin ahlaki 
								buyruğun, özü üzerinde bir tartışmaya 
								girilmesini doğru bulmaz. Ona göre, ‘bu işi 
								niçin yapmam gerek?’ sorusuna verilecek cevap, 
								‘sebebi yok yapmam gerek!’tir. Murtaza da, 
								kahvede işçilere ödev ahlakı üzerine söylev 
								verirken, tastamam bu soruyu soracak ve şöyle 
								diyecektir: ‘Neden? Çünkü lazım böyle!’ Murtaza 
								trajikomiktir. Ödevi, sadece bir formdan ibaret 
								görmenin getirdiği katılıkla davrandığı 
								durumlarda zorbadır Murtaza; bu katılığı 
								saçmalık kertesine vardırdığı durumlardaysa 
								gülünç! Orhan Kemal, Adana’daki bir fabrikadan, 
								Murtaza tipinde bir Donkişot çıkartmıştır.”*
								
								Aslında sadece Murtaza’yı çıkarmamıştır Orhan 
								Kemal. Romandaki diğer karakterler de çok 
								başarıyla çizilmiştir şüphesiz. Örneğin bir 
								“Hela bekçisi ak pak Azgın Ağa” vardır. Balkan 
								Harbinde savaşmış, çok başarıları olmuş, ama 
								savaştan sonra hela bekçisi olmuştur. Kendisi 
								gibi bir savaş kahramanının hiçbirşeyi yokken, 
								ülkeye yerleşen muhacirlere ev, bağ, bahçe 
								verilmesini sindirememektedir. Türklük, 
								Anadoluluk, halis kan onun için çok önemli 
								kavramlardır ve ona göre Murtaza, “gavur çanları 
								içinde yetişmiş Muhacir oğlu”dur.
								
								İşini bilen, nabza göre şerbet vermekte usta, 
								‘patron’ Fen Müdürü Kamuran Bey ise, Nuh’un 
								deyimiyle “tavşana kaç, tazıya tut” der. Kamuran 
								Bey karakteriyle de genel olarak müdürlere 
								göndermeler yapılır.
								
								Yarattığı karakterler aracılığıyla Orhan Kemal, 
								Türk toplumunun gerçeklerini, insanlarımızın 
								dedikoduculuğu, fitne-fesatçılığını, 
								kışkırtıcılığını, gammazlığını, fırsatçılığını, 
								bireyselleşmeyi, korkup kendini kurtarma 
								isteğini, sevimsiz şakalaşmalarını, ‘erkek adam’ 
								olmaya verilen önemi, ve daha bir çok olumsuz 
								yanını gözler önüne sermiş, gözümüze sokmadan, 
								ince ince eleştirmiştir.
								
								Karakterlerin gerçekliğinde, kullandıkları dilin 
								de çok etkisi olduğu tartışma götürmez. Göçmen 
								Murtaza, kendi adını bile söyleyemez örneğin, 
								‘Mürteza’ der. ‘Otomopil’, ‘fasul’, ‘aççarım’, 
								‘koppar’, ‘favrika’, ‘addam’, ‘meymur’, ‘ottuz’ 
								şeklinde telafuz edilen sözcükler, Murtaza’nın 
								muhacirliğinin bir kanıtıdır. Kayseri’li Nuh’un 
								konuşmaları, geldiği yörenin izlerini taşır: 
								‘nörim?’, ‘yörü’, ‘abooo’, ‘dimem mi’, 
								‘diyesiymiş ki’, ‘olur a kulağ asma’. ‘Camız’, 
								‘şifan (yulaf)’ gibi yöresel sözcüklerin 
								yanında, halk ağzından çok güzel örnekler verir: 
								‘N’apacaz kız?’, ‘şerefsizim’, ‘anam avradım 
								olsun’, ‘ananın dini’, ‘abarruuuuuh’, ‘ooof 
								orospu anam of!’, ‘apartuman’. Çocuklar kavga 
								ederken ‘şişe kafalı’, ‘sidikli’ gibi laflar 
								kullanır, mahallenin delikanlıları, ‘şark 
								ekspresi…Yavruuu!’ diye laf atarlar.
								
								Orhan Kemal’in üslubunda göze çarpan bir diğer 
								nokta da, bolca deyim ve atasözüne yer vermiş 
								olmasıdır: ‘deveden büyük fil var’, ‘sen bir 
								garip çingene, ne lazım sana gümüş zurna?’, ‘ite 
								vurmaktansa ürkütmesi hayırlıdır’, ‘it iti 
								ısırır mı?’, ‘ot diye yiyip bok diye dışarı 
								çıkarmak’, ‘arının deliğine çöp dürtmek’, 
								‘ayranı kabarıvermek’, ‘bir yerlerden kalk 
								gidelim yapmak’, ‘zilliği kırmak’, ‘fort atmak’, 
								‘zort atmak’, ‘kirişi kırmak’, ‘alesta 
								beklemek’, ‘madik atmak’ ve daha 
								birçokları. ’Kodoş’, ‘deyyus’, ‘kancık’ gibi 
								sözcükleri kullanmasıyla da okuyucuyu halka 
								iyice yakınlaştırır.
								
								Öte yandan Orhan Kemal, tekrarlamalara sıkca yer 
								verir. Örneğin Murtaza sürekli ‘Görmüşüm kurs, 
								almışım çok sıkı terbiye amirlerimden’, 
								‘Gülersiniz inekler gibi’, ‘Şaşşarım yıkamasına 
								çamaşır kedinin!’, ‘Yerim dişlerimi, tükürürüm 
								kan, derim içtim kızılcık şerbeti’ diyor. Hoşuna 
								gitmeyen birşey duyunca, ‘tüyleri bekçi 
								elbisesinden dışarı çıkıyor’. Yine dil seçimi 
								ile ilgili olarak, kullanılan terimleri 
								unutmamalıyız. Örneğin bir kabzımalın 
								arkadaşıyla yaptığı telefon konuşmasını veriyor. 
								Çok ilginç olan bu konuşma bize, yazarın kendi 
								hayatında edindiği deneyimleri de gösteriyor. Bu 
								sözcükleri, ‘karakucak’, ‘çapraz’, ‘kılçık’ gibi 
								güreş terimlerini, ya da pamukla ilgili 
								kelimeleri herkes bilemez. Olayları izlerken, 
								bir yandan da fabrikadaki makineler, işlemler ve 
								pamuk hakkında bilgiler ediniyoruz. Yine 
								kullandığı isimlerin döneme uygun olduğunu 
								görüyoruz; Boşnak Fatma, Giritli Meryem, ya da 
								‘makara’, ‘matrak’, ‘yassı’, ‘dubara’, ‘ensiz’, 
								‘yarasa’, ‘dörtköşe’ gibi lakaplar kullanıyor.
								
								Orhan Kemal’in, bilgi verme konusunda çok usta 
								olduğunu görüyoruz. Örneğin ‘Tam bu sırada 
								annesiyle iki ablasının köşeden çıktıklarını 
								görerek sevindi. Fabrikadan, pamuk tozları 
								içinde geliyorlardı’ diyerek Murtaza’nın 
								kızlarının pamuk fabrikasında çalıştığı 
								bilgisini veriyor. Daha Murtaza’nın fabrikaya 
								geçeceğinden bahsetmemişken, fabrika çalışanları 
								ile Murtaza’nın kızını karşılaştırıyor bakkalda 
								ve onlar hakkında biraz ipucu veriyor. 
								Olacaklara dair ipuçları vermesi çok güzel. 
								Bunu, kızının ölümüyle ilgili olarak da yapıyor. 
								Mesela, ‘nefs-i evladına acımaz o’ deniyor 
								Murtaza için, ya da kızlar kendi aralarında 
								konuşurken ‘ölmek istemiyorum’ diyorlar.
								
								Bütün roman çok yalın bir dille yazılmış. 
								Betimlemelere çok az yer verilmiş: ‘Daracık 
								kahvede şamata, koşuşan, tepinenlerin 
								döşemelerden kaldırdıkları toz, kahvenin marsık 
								kokulu cigara dumanı yüklü havası’. Çok güzel 
								benzetmeler var: ‘genç adam yeni yetme bir yavru 
								horoz çalımı içindeydi’, ‘galeyan, alev dokunmuş 
								ispirto gibi bütün fabrikayı sarıverdi’, ‘esans 
								kokulu kahkaha’, ‘kışkırtılmış mahalleli, mayası 
								gelmiş hamur gibi kabarıyor’.
								
								Kitap genelinde abartılar var. Örneğin Murtaza, 
								bir kediye kızıyor, kovalıyor, onunla konuşuyor 
								ve ‘yaparım hakkında işlem!’ diyor ‘kurs 
								görmemiş pis bir hayvan’ olan kediye. Bu kedi 
								olayından sayfalarca bahsediyor. Sonra kediler 
								toplantı yapıyor ve hatta konuşuyorlar. Onların 
								sohbetlerini dinliyoruz. Ve bu kediler kongresi 
								ile mahalle erkeklerinin toplantısı arasında 
								paralellik kuruyor.
								
								Bir araya toplanmış insanların gürültüsü, 
								uğultusu, laf kalabalığı, diyaloglarla çok güzel 
								bir şekilde veriliyor. Olaylar da diyaloglarla 
								veriliyor. Bol diyalog var ve cevap veremeyen 
								insanlar için ‘……..’ kullanılıyor. Anlatımı 
								diyaloglara dayanıyor. Yansıttığı kişi ve toplum 
								gerçekliklerini bu diyaloglar aracılığıyla 
								etkili biçimde sergiliyor.
								
								Romanın en beğendiğim kısımları, son bölümünde 
								yer almaktadır. Bireysel dramları verirken arka 
								planda da yoksulluk ve zenginlik kavramlarını, 
								ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri ele 
								alır ve sığ bir fakirlik edebiyatı yapmaz. 
								Sosyal dengesizliğin yarattığı acıları 
								karakterlerde gözlemleriz. Örneğin Murtaza, 
								başını dertli dertli sallayarak şunları söyler: 
								‘Çeker benim de içim tereyağı, kaymak, bal… 
								Lakin görürüm camekanlarında bakkalların, 
								geçerim, yetmez almaya gücüm, ederim kahır kendi 
								kendime, küserim. Ne sanarsın kardaşıni?’ 
								Kızlarının, makine dairesinin bitişiğindeki boş 
								mağazaya girip ısınmaları, canlarının tatlı 
								istemesi, hep iç buran bölümler. Yine bir gün 
								büyük oğlu Hasan, ‘Utanıyorum senden. Senin gibi 
								bir babam var diye yerlere geçiyorum. Maskara 
								oldun dünyaya. Bizi de kendin gibi rezil 
								ediyorsun’ diyince yıkılır Murtaza: “Geri döndü, 
								ikiye ayrılmış kalabalığın arasında çayhane 
								kapısına doğru ağır ağır yürüdü. Birden durdu, 
								kollarını havaya kaldırdı: ‘Öl be Mürteza’ diye 
								bağırdı, ‘öl be yahu, öl be!’”
								
								Kitabın en belirgin teması, aşırı ve rahatsız 
								edici bir görev aşkı, dürüstlük, doğruculuk ve 
								bunun karşıtı olarak sahtekarlıktır. Ayrıca 
								fakir-zengin ayrımı çok güzel verilmiştir: 
								‘Anacaddeye çıkan ara sokağın başında durdu: Yan 
								yatmış, çömelmiş ya da tam yuvarlanacakken 
								tutunuvermişe benzeyen alt alta, üst üste 
								evlerle, bu evlerin aralarında, birbirini kesen, 
								daracık, çamurlu sokaklar gerilerde kalmıştı. 
								Şimdi artık bol ışıkların altında, istasyondan 
								uzanıp gelen tertemiz asfalt cadde olanca 
								teslimliğiyle yatıyordu önünde. Caddenin iki 
								yanı kırmızı kiremitli evler, ağaçlarla 
								çiçeklere gömülü köşkler, ya da toprağa bir eski 
								derebeyi heybetiyle bağdaş kurmuş apartmanlar.’
								
								Murtaza kesinlikle bir başyapıttır. Mizahın, 
								insani ve sosyal boyutu belirgindir, sadece 
								güldürme amaçlı değildir.
								
								KEMAL, Orhan, Murtaza, Tekin Yayınları İstanbul 
								2000