Işık 
								Öğütçü ile Everest Yayınları tarafından 
								yayınlanan “Zamana Karşı Orhan Kemal” kitabı 
								için görüşmek amacıyla Cihangir’deki İkbal 
								Kahvesine uğradığımda bir sürpriz ile 
								karşılaştım. Öğütçü ailesinin iki numaralı 
								çocuğu Nazım Öğütçü de oradaydı. Ben sordum 
								ağabey Nazım Öğütçü ile kardeş Işık öğütçü 
								yanıtladı.
								
								Işık Öğütçü’yü her yerde görebiliyoruz. 
								Paneller, söyleşiler, televizyonlar, radyolar, 
								anma toplantıları vs… Kısaca Orhan Kemal ile 
								ilgili her yerde… Ailenin diğer üyelerini de 
								hepsi bir arada olmasa da Orhan Kemal’in anma 
								toplantılarında Orhan Kemal Halk Kütüphanesi’nde 
								görebiliyoruz… Siz nerelerdeydiniz, neler 
								yaptınız bugüne kadar?
								
								Nazım Öğütçü: İTÜ’den mezun bir petrol 
								mühendisiyim. 1966 yılında Batman’a gittim. 
								Çalışmak zorundaydım; eve mutlaka bir gelir 
								sağlamamız lazımdı, babamın düzenli bir geliri 
								yoktu. Dolayısıyla okul işini ciddiye alarak, 
								üniversiteyi de kayıpsız olarak bitirdim ve 
								işbaşı yaptım. İstanbul’dan çok uzaklara düştüm. 
								Fakat bu benim edebiyattan, sanattan uzak 
								kalmamı gerektiren bir durum değildi. Bulunduğum 
								dağda, bayırdaki çalışmalar sırasında da yanımda 
								birkaç kitap ve dergi bulunurdu. Bu nedenden 
								dolayı Orhan Kemal’i anma günlerinde 
								bulunamadım, imkânım olmadı. Dağda bayırdaydım, 
								şimdi de Ankara’da yaşıyorum. Çoluğum çocuğum 
								bütün düzenim orada. Emekli olduğum için, artık 
								istediğim zaman gelebiliyorum İstanbul’a… Işık 
								ile her fırsatta görüşüyoruz, fikir 
								alışverişinde bulunuyoruz. Gelişmeleri 
								Ankara’dan izliyorum. Yapılacak çalışmalar 
								hakkında görüşüyoruz, Işık edebiyat çevresinin 
								içinde yaşadığı için, bir takım şeylerin geri 
								planını çok daha iyi biliyor. Sırası geldiğinde 
								de anlatmaya çalışıyor bana… Orhan Kemal 
								Müzesinin kurulması aşamasında elimde bulunan 
								bütün belge ve eşyaları verdim, diğerlerini de 
								toplaması için kendisini teşvik ettik. Bugüne 
								kadar sürekli olarak gelemememin özel bir nedeni 
								yok. Geçtiğimiz yıldan itibaren Orhan Kemal 
								Roman Armağanı Seçici Kurulu’nun bir üyesi 
								olarak görev yapıyorum. Ömrümüz vefa ettikçe bu 
								böyle devam edecek. 
								
								Babanız yazmanızı ister miydi? “Yaz oğlum!” der 
								miydi?
								
								Nazım Öğütçü: Tabii yazmamı isterdi, zaman 
								zaman ifadelerde bulunurdu. Ama zorlamazdı. 
								Işık’ın hazırladığı “Zaman Karşı Orhan Kemal” 
								kitabını okuyunca bazı şeyleri yeniden 
								anımsadım. Eserlerini yazıp da bunlardan para 
								alamadığı süre içersinde -zaten günübirlik 
								yaşıyorduk- bir takım basımevlerinden aldığı 
								formaları eve getirirdi. Birimiz okur, o da 
								dilini düzeltirdi. Bu şekildeki çalışmalarına 
								yakından tanık oldum, yaşadım. Bu kitabı okurken 
								o günlere yeniden gittim.
								
								Birlikte gidelim mi o günlere? Babanız ile bir 
								gününüz nasıl geçerdi?
								
								Nazım Öğütçü: Babam, sabaha karşı 04.00 
								civarında kalkardı. Unkapanı’nda o zaman 
								oturduğumuz ev iki katlıydı. Gider kahvesini 
								yapar. Kallavi fincanı vardı. Sonra yukarı 
								çıkar, gelir masasının başına geçerdi. 
								Daktiloyla başlardı çalışmaya. Daktilonun başına 
								geçtiği zaman, tutturabilmişse zaten, o akar 
								giderdi kendiliğinden… Daktilo başında, vermek 
								istediği konuları, hayatı yaşardı. Sabah 
								07.30’da Cibali Tütün Fabrikasının işbaşı borusu 
								çalardı. 10.00 da mesaisi biterdi. Giyinir, 
								kuşanır geze geze Babıâli’ye giderdi. Akşam eve 
								geldiğinde de kafasında işlemek istediği bir 
								konu varsa, bize anlatır, fikrimizi alırdı. 
								Daha küçük yaşlardayken, “Suçlu” romanında 
								kullandığı sokak çocuklarının konuşmalarını “Yav 
								bu böyle miydi?” diyerek sorardı. Yaşamın 
								içinden değişik konularda yazdığı için bunların 
								sağlıklı ifadeler olmasına çalışırdı. 
								
								Sizin ile nasıl zaman geçirirdi. Birlikte oynar 
								mıydınız?
								
								Nazım Öğütçü: Futbol oynardı. Kardeşimle ben 
								olurdum, babama karşı. Babam iyi futbolcuydu. O 
								oyunlar sırasında ben bir cam kırmıştım. Benim 
								küçüğüm de anneme güya camı kırdığımı 
								söylemiyor: “Anne, abim camı kırmadı haaa!”
								
								Babanızın peşine takılır mıydınız hiç…
								
								Nazım Öğütçü: Hayır. İstanbul’a geldiğimizde 
								7 yaşımdaydım. 9 yaşlarımdayken bir kez Meserret 
								Kahvesine gittiğimizi hatırlıyorum. 
								
								Sizler sevgisini nasıl gösterirdi?
								
								Nazım Öğütçü: Çocukları çok severdi. Yalnız 
								bize özgü bir şey değildi, çocukları severdi. 
								Çocukların gelecek olduğunu düşünürdü. Bizlere 
								de sevgisini gösterirdi. Elindeki imkânlar 
								dâhilinde bisküvi, çikolata alırdı. Adana’dayken 
								bir Pazar günü “Pikniğe gideceğiz” dedi. Bana 
								bir uçurtma yap, demiştim. 6 yaşlarımdaydım. 
								“Tüh yapamadım” dedi sabahleyin. Fakat biraz 
								sonra dolaptan çıkardı uçurtmayı. Ne kadar çok 
								sevindim. Bizi çok mutlu etti, sevindirdi.
								
								Adaşınızla tanışmanızı anlatır mısınız?
								
								Nazım Öğütçü: Bursa Cezaevinde aynı 
								koğuştaydı Nazım Hikmet ile babam… Yalnız 
								yaşamayı, tek başına bir koğuşta kalmayı 
								sevmediği için babama “Sizinle kalabilir miyim?” 
								diyor. Babam o tarihte, kendisine göre 
								hapishanenin en iyi şairi… O’nu da aşan bir 
								büyük dev gelmiş ve kendisiyle kalmak istiyor. 
								Babam sevinerek kabul ediyor. Babam tahliye 
								olmadan bir süre önce “Oğlun olursa benim adımı 
								koyar mısın?” diyor. Benden büyük ablam var, 
								Yıldız. Onu yazılarında ve babama yazdığı 
								mektuplarında ‘torunum’ olarak çağırıyor. 
								Böylece adım da Nazım oluyor. İstanbul’a 
								geldiğimiz yıldı. Babam da görmek istiyor Nazım 
								Hikmet’i… Önce Kadıköy’deki evlerine gittik. 
								Memet yeni doğmuş arabada, Münevver Hanım… Nazım 
								Hikmet bizi aldı Yoğurtçu Parkına götürdü. Çok 
								neşeli, canlı ve bizimle de ilgilenen bir insan 
								gördüm. İlk ve son görüşüm oldu. Sonrasında da 
								kısa bir süre sonra ülkeyi terk etmek zorunda 
								kaldı. Devamı gelmedi. Ama ben Nazım Hikmet’i 
								daha önceleri, yapmış olduğu bir işten dolayı 
								tanıyordum. Hapishanede dokuma atölyesi 
								kurmuştu. Orada dokunan bezlerden top top, babam 
								Adana’da pazarlasın diye göndermişti. O 
								kumaşların kokusu bugün bile burnumdadır. Ev 
								içinde adı geçtiğinde Nazım Dede dediğimi 
								hatırlıyorum. İstanbul’daki karşılaşmamızda da 
								dede demiştim.
								
								İlk okuduğunuz Orhan Kemal öyküsü veya kitabını 
								hatırlıyor musunuz?
								
								Nazım Öğütçü: Onu net olarak hatırlamam pek 
								mümkün değil. Ancak “Baba Evi”, “Avare Yıllar” 
								ilk okuduğum kitaplarından… Fener’de oturduğumuz 
								günlerde, babamın 72. Koğuş hikâyesini yazdığı o 
								korkunç günü hatırlıyorum. Çok soğuk bir kış 
								günü... Tuna’dan, boğaza koca koca buzulların 
								geldiği dönem. İki oda, iki odanın arasında da 
								küçücük bir mutfak… Hayal meyal hatırlıyorum onu 
								da… Felaket soğuk; evde odun yok, kömür yok… 
								Ablam, kardeşim, ben, annem ve babam evdeyiz. 
								Babam yandaki odaya geçti. O sıralarda Olympos 
								marka bir gazocağımız vardı. Önce ispirtoyu 
								yakıyorsun, arkasından da fitil gazyağını 
								çekiyor ve yanıyordu. Bütün gece, eski yazıyla 
								72. Koğuş hikâyesini kaleme aldı. Çok da hoşuna 
								gitmiş “Attığım taş kuşu vurmuş” şeklinde ifade 
								ediyordu. Bir de yeni Türkçe olarak yazdı. 
								Ertesi sabah giyindi, kuşandı, Fener’den, 
								Karadeniz Caddesinden Fatih’e çıktı. Oradan da 
								Nuruosmaniye Camiinin oraya… Bir dergiye gitmiş. 
								Giderken kadar hayal ettiklerini düşünün. “Kış 
								geldi, kıza bir manto lazım. Eve odun, kömür 
								almak lazım.” Hikayeyi kısaca özetleyerek 
								veriyor. Editör, hiç para pul vermeden “Biz bunu 
								bir okuyalım, siz birkaç gün sonra gelin” diyor… 
								Babam yeniden gittiğinde babamın karşısına 
								çıkmıyorlar. Oradaki bir kapıcıya bırakmışlar 
								yazıyı iade için. Kapıcı “Orhan Bey, hikâyeyi 
								müstehcen bulmuşlar” diyerek dosyayı veriyor. 
								Sonraları ilk basımını Ekicigil Yayınları 
								yayınladı.
								
								Işık Öğütçü: Bugünkü “72. Koğuş” değil, bir 
								hikâye o… Müstehcen diye iade ediliyor. 
								Yanılmıyorsam Dünya Gazetesi bunu yayınlıyor. 
								Arkasından babam onu genişletip kitap olarak 
								çıkartıyor. Falih Rıfkı Atay, bir başyazısında, 
								“Türk edebiyatı bu eserle her zaman övünecektir” 
								diye yazıyor. O yazıyı bulamadım. Arıyorum, 
								bulacağım.
								
								Nazım Öğütçü: Işık’ın önemi burada ortaya 
								çıkıyor. Araştırıyor, didik didik ediyor. 
								Arıyor, buluyor.
								
								Orhan Kemal, telif aldığı günlerde eve gelişi 
								nasıl oluyordu?
								
								Nazım Öğütçü: Oooooh, eğer paralanmışsa 
								harika bir şey zaten… “İspinozlar”da gösterdi 
								galiba. İki tane mor binlik… İpe dizip, 
								karşısına geçip bir tapınmadıkları kalıyordu. 
								Bizde tabii öylesi değil. Babam, o teliften de 
								bize ekstra pay ayırırdı. Şamfıstığı alırdı. Bu 
								da bizim lüksümüz olurdu. Adil olması için de 
								herkese fincan ile dağıtılırdı. 
								
								Işık Öğütçü: Parantez açayım. Bunu benim 
								büyüğüm Kemali söyledi: “Babamın paralı mı, 
								parasız mı olduğunu kapıyı çalışından anlardık. 
								Çok melodik, ritimli, güzel çaldığı zaman 
								paralıdır. Eğer çok sert vurursa parasızdır… 
								Annemin zaten uyarıları başlar: “Babanızın 
								gözüne gözükmeyin, bir şey demeyin, bir şey 
								istemeyin, bir kenarda durun, siniri yatışana 
								kadar…” Siniri yatışınca zaten yeniden eski 
								haline dönerdi. Tabii bunu ancak yaşayan insan 
								anlar. Burada Orhan Kemal’in bir ‘an’ını esprili 
								olarak anlatıyoruz ama O’nun psikolojisini de 
								çok iyi anlamak lazım. Yapılacak, ödenecek borç 
								var, kira ödenmemiş ve parasız geliyorsunuz eve… 
								Bir düşünün insan gerçekten şu an bile 
								sarsılıyor.
								Aslında müthiş bir başarı hikâyesi yazıyor 
								babam… Ama kimse farkında değil. Bugün bile 
								farkında değil. Kendi dönemlerinde yazan Gorki, 
								O’Henry, Panait İstrati bütün dünyada tanınıyor, 
								okunuyor. Aslında Orhan Kemal de böyle… İsim 
								vermeyeyim, geçtiğimiz günlerde gazetelerde yer 
								alan bir haber için ilgili ülkedeki 
								Türkolog’lara mektup yazdım. Yanıt geldi: “Orhan 
								Kemal’i bize hatırlattığınız için teşekkür 
								ederiz. “Ben hatırlatmasam, Orhan Kemal 
								hatırlanmayacak. Bu böyle olmamalı… Bir 
								suskunluk var. Ben de dahil olmak üzere herkes 
								O’Henry’nin “Son Yaprak” öyküsünü bilir.
								Niye dünyadaki insanlar da Orhan Kemal’in bir 
								“50 Kuruş”unu, “Uyku”sunu, “Çikolata” hikâyesini 
								bilmesin kardeşim?
								
								Peki, bilmeleri için neler yapıldı? Bu güne 
								kadar bir şeyler yapıldı mı? 
								
								Işık Öğütçü: İşte ağabeyimle onu 
								konuşuyoruz 30 yıl, bizim ajansımız da dâhil 
								olmak üzere herkes de bir rehavet oluştu. Hadi 
								aileyi de katalım, ailede uyudu diyelim. Ama şu 
								son 12 yılda gelinen nokta hiç inkâr 
								edilemeyecek bir sonuç doğurdu. Orhan Kemal’in 
								tekrar doğuşuna tanıklık ediyoruz. Şimdi herkesi 
								sınavdan geçireceğiz. Bizde bu işlerin 
								içindeyiz. 2014’de Orhan Kemal’in 100. yaşında 
								bu sınavdan başarıyla mı çıkıcağız çıkamayacak 
								mıyız göreceğiz. Adana’da Bilim ve Teknoloji 
								Üniversitesi isimli yeni kurulan bir üniversite 
								var. Adının oraya verilmesi için ben tüm 
								ilgililere yazdım. Verilip verilmeyeceğine 
								tanıklık edeceğiz.
								
								Yanıt geldi mi?
								
								Işık Öğütçü: İki yanıt ‘’çok zor ‘’ diye 
								geldi. Neden zor ben de bunu anlamış değilim. 
								Yani bir yazarın adının bir üniversiteye 
								verilmesi o ülkeye değer katar. Bunun örneği de 
								var, Namık Kemal Üniversitesi Mehmet Akif 
								Üniversitesi var. Neden olmasın?
								
								Peki, bu söyleşiden sonra olacağını umalım …
								
								Işık Öğütçü: Orhan Kemal’in Türk 
								edebiyatındaki yerinin ne olduğunu hala bilmeyen 
								varsa, ben bir şey diyemem. Ama Orhan Kemal Türk 
								edebiyatında bir yerdeyse; ben bazen çok daha 
								iddialı konuşuyorum, Orhan kemal Türkiye’dir 
								diyorum. Onu da slogan halinde herkes için 
								söylüyorlar ya. Oysa Orhan Kemal bunu çok hak 
								ediyor. Çünkü herkesi kucaklayan, iyi yürekli 
								bir insan. Eğer bugün çeşitli sorunların 
								çözülmesini istiyorsak Orhan Kemal’in 
								kitaplarında çözümleri var. Onu okumak yeterli 
								olacaktır…
								O 
								zaman Orhan kemal’in yeterince anlaşılmadığı da 
								ortaya çıkıyor.
								
								Işık Öğütçü: Evet anlaşılmadığı, iyi şekilde 
								incelenmediği, araştırılmadığı, keşfedilmediği… 
								Orhan Kemal büyük müthiş bir kaynaktır.
								
								Orhan Kemal’in pek çok kitabı yabancı dillere 
								çevrildi. Yurtdışında durumlar nasıl?
								
								Işık Öğütçü: Şu ana kadar, resmi belgelere 
								göre 35 kitabı yabancı dillere çevrildi. 
								Anlaşması yapılanlarla birlikte bu sayı elliyi 
								geçiyor. Orhan kemal’in kitaplarını yayınlayan 
								yayınevleri diğer kitaplarını da yayın 
								programlarına alıyorlar. En son Bulgaristan’da 
								bir yayınevi “Hanımın Çiftliği” serisini 
								yayınlamıştı. Şimdi ise “Suçlu”, “Sokakların 
								Çocuğu” ve “Sokaklardan Bir Kız”ı yayınlamaya 
								hazırlanıyor. Çin’de ise dört kitabını birden 
								yayınladılar. Çin’de TEDA kapsamında on kitap 
								çevrilmiş şu ana kadar, bunun dört tanesi Orhan 
								Kemal kitabı… Orhan Kemal’in değeri, bilinirliği 
								katlanarak devam ediyor. Kulaklarımla duydum, 
								yabancı okurlar “ bu yazarı nasıl kaçırmışız, 
								nasıl göz ardı etmişiz, nasıl dikkat etmemişiz” 
								diyor. 1970 ile 2000 yılları arasında 
								unutturulmuş büyük bir sanatçımız var ortada. 
								Yabancılar sahipleniyorlar.
								
								Nazım Öğütçü: Aslında otuz yıl içersinde 
								de bitmedi. Bunun en bariz örneği anlatayım. 
								Orhan Kemal anmalarında konuşmalar yapan Türkel 
								Minibaş anlatmıştı bana: “Ben ekonomi 
								profesörüyüm. Bunu, Orhan Kemal’in kitaplarını 
								okuduktan sonra kendi içime çok iyi bir şekilde 
								yerleştirdim, anladım. Bunun için de eğitim 
								süreci içinde, öğrencilerimden her yıl iki tane 
								Orhan Kemal kitabı okumalarını istiyorum” 
								demişti. Orhan Kemal’in önemi şurada; kendisi 
								de, kalemi de yaşamın içersinde… Zeki ve 
								dikkatli bir insandı. Daima gerçek olanı, perde 
								arkasında olabilecekleri, kendi metotları içinde 
								analiz edebiliyordu. Bunun sonucunda gözleyerek 
								ortaya koyduğu bir süreci politik ve sosyo 
								ekonomik yapısıyla vermeyi bildi. Orhan Kemal’in 
								kitaplarını inceleyen herhangi bir araştırmacı 
								bir takım sosyo ekonomik gerçeklere o günlerin 
								sosyal yapısına varabilecek bir açıklık ve 
								gerçekliğe sahip oldu. Bu durum, olayları kamera 
								ile görüntülemenin çok ötesinde bir durumdur. 
								Sadece görüneni değil, görünmeyeni de vermek… Bu 
								durum çok önemli. 
								
 
								
								Söz açılmışken anne ve babanızın tanışmalarını 
								da sizden dinlesek…
								
								Işık Öğütçü: Milli Mensucat, tekstil 
								fabrikası… Babam orada kâtip, annem de dokumada 
								çalışıyor. Diyorum ya Orhan Kemal bir Türkiye 
								hikâyesi aslında… 1930’ları o fabrika üzerinden 
								çok iyi anlatıyor… Ağalığı yansıtıyor; modern 
								ağa, onun ortağı cahil ağa, İtalyan mühendis 
								var; onların sürtüşmesi, kuşak çatışması… Orada 
								bir de aşk filizleniyor. Annem de çok güzel bir 
								Boşnak kızı.. 
								Herkesin vurulduğu bir kadın. Babam da kendisine 
								göre yakışıklı, dönemin iyi futbolcularından… 
								Tanınan bir insan. Fabrika içersinde, gidiş 
								gelişlerinde annemi görüyor ve âşık oluyor.
								
								Annemi babasından İzzet Usta’yı aracı koyarak 
								istetiyor. Kitaplarının büyük kahramanları 
								vardır; İzzet Usta, İlyas Usta.. Bu ustalar da 
								birisini sembolize eder. O ‘Usta’ ağabeyimin 
								adını aldığı Nazım Hikmet’dir. Babam bazen daha 
								da ileri gider tarif de eder: ‘sarı saçlı, mavi 
								gözlü’. ‘Usta’yı iyi bilir. Ama o ‘Usta’lar 
								hiçbir zaman slogancı değildir. Çok aklı 
								başındadırlar. Örneğin, ‘kitap okuyun’ der. 
								“Avare Yıllar”da babam çok güzel anlatır. İzzet 
								Ustayla da gidip, istemişler. İzzet Usta da 
								babamın babasını, kim olduğunu anlatmış. Oranın 
								ahalisi dedemi biliyor tabii. “Yav, öyle bir 
								adamın oğluna veriyorum kızımı; hiç başlık 
								maşlık da istemem, al bir çul, sar kızı götür” 
								diyor. Babam da diyor ki: “Aman ustam, kızın 
								babası babama değil bana veriyor kızı. Bir 
								yanlışlık olmasın.” Çünkü kendisinin ne olduğunu 
								çok iyi biliyor. Bu yokluk içersinde evleniyor. 
								Hatta bir mektup var. 2014’e doğru o mektupları 
								çıkaracağım. Dedem üç mektup yazmış babama. 
								1937’deki mektubunda “Bir tarladan icar 
								alacaksın. O icarın bir kısmını şuraya bir 
								kısmını şuraya ver, şu kadarını da kendiniz 
								kullanın” diyor. Böyle de bir jest yapıyor 
								dedem. Başlarında babaanne var. Babaannenin bir 
								evinin odasına yerleşiyorlar. Konu komşudan, 
								akrabadan hava atmak için bir takım eşyalar 
								alınıyor, takılar takılıyor ki konu komşuya 
								zengin bir aileye gelin gittiği izlenimi 
								verilsin. Belli bir süre sonra da hepsi geri 
								gidiyor alınanların… Babam “Avare Yıllar”ın 
								sonunu çok güzel bitirir. Kitaplarının 
								sonlarında bin, iki bin sayfalık kitaplara konu 
								olacak malzemeler var. Babam öğle yemeğine 
								geliyor, annem bir yatağın üzerinde oturuyor. 
								Etrafta eşya kalmamış, elbiseler, takılar gitmiş 
								hiçbir şey kalmamış, üzgün bir şekilde oturuyor. 
								Annem anlatıyor durumu; babamın da haberi var, 
								ama söyleyememiş anneme. Annemin desteği de çok 
								önemli… Babam da bu perişanlığı görünce çok 
								üzülüyor. Babamın kadın kahramanları, erkeğin 
								yanında bir güç olarak dururlar. Her zaman başı 
								diktir. Orada Cemile bunu çok güzel vurguluyor: 
								“Aldırma kocacığım aldırma, herkes sakız çiğner 
								ama çingene kızı tadını çıkartır.” Son cümle ise 
								şöyledir, babamın yazdığı: “Hayatın tadını 
								çıkarmaya devam ettik.” İki cümle. Bu iki cümle 
								bu yapıtların şaheser olmasına yetecek güçtedir. 
								Hem “Avare Yıllar”da hem de “Eskici ve 
								Oğulları”nda geçen bir sözü vardır: “Kara gün 
								kararıp gitmez.” Yeni bir keşifmiş gibi görüyor 
								herkes. Değil, kitaplarda neler var. Ne 
								paragraflar, ne cümleler. Babam bunları da “Yav 
								tarihe bir şey kalsın “ diye söylememiş. O kadar 
								olağan, o kadar hayatın içinden ki söyledikleri. 
								Ama bugün düşündüğümüzde müthiş bir felsefi 
								yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Hatta Selim 
								İleri bir gün sohbet ederken “Babanın ‘Önce 
								Ekmek’ öyküsünün ilk cümlesi altı yüz sayfalık 
								kitaba bedeldir” dedi. Demek ki sadece ben değil 
								başkaları da benzer bir şekilde düşünüyor. 
								Evrensel bir hale geldi bu konu. Pakistan’da 
								“Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl” yayınlandı. Yayıncı 
								çok önemli şeyler söylüyor. Orhan Kemal’i ”Baba 
								Evi”, “Avare Yıllar”, “Cemile”, “72. Koğuş” ve 
								“Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl” kitaplarıyla tanıyor. 
								Benim bir şey söylememe gerek yok, Farrukh 
								Sohail Goindi’nin söylediklerine bakalım: “Orhan 
								Kemal'in edebiyatı, kendisinin olduğu kadar Türk 
								halkının da yaşamının gerçek bir yansıması. Onun 
								güçlü ve akıcı kalemi, önemi zamanla artan bir 
								edebiyat üretiyor. Bu yüzlerce yıl kıtaları 
								yöneten ve şimdi ışığıyla üçüncü dünya 
								ülkelerini aydınlatan bir medeniyetin 
								edebiyatıdır
								Orhan 
								Kemal'in eserleri, Pakistanlılar için henüz yeni 
								olmasına rağmen bizim yazarlarımızı, 
								entelektüellerimizi, fikir adamlarımızı, bizimle 
								tamamen benzer konulardan ötürü çekiyor. Türk 
								medeniyeti bölgedeki diğer kültürler üzerinde 
								büyük bir etki bırakan muhteşem bir medeniyet. 
								Türk yazarları da unutulmaz klasik edebiyat 
								ürettiler ve kuvvetle inanıyorum ki bu hazine 
								açığa çıkarılmalı ve diğer kültürlere de 
								tanıtılmalı. Orhan Kemal'in edebiyatı, 
								kendisinin olduğu kadar Türk halkının da 
								yaşamının gerçek bir yansıması. O toplumun alt 
								ve üst kesimi arasındaki dinamikler ile 
								ifadesine güç veren ilerici bir yazar. O 
								toplumunun kaba ve trajik yanını ortaya koyuyor. 
								Onun güçlü ve akıcı kalemi, önemi zamanla artan 
								bir edebiyat üretiyor. Bu yüzlerce yıl kıtaları 
								yöneten ve şimdi ışığıyla üçüncü dünya 
								ülkelerini aydınlatan bir medeniyetin 
								edebiyatıdır.”
								
								Orhan Kemal, “Yarına birkaç kitabım kalır mı, 
								kalırsa yeter” diye bir cümlesi var. Kaldı mı 
								gerçekten Orhan Kemal?
								
								Işık Öğütçü: Kalmaz olur mu? Orhan Kemal’in 
								aslında bize ihtiyacı yok. O, çok büyük bir güç. 
								O hep kalacak. Işık, Nazım olsa da olmasa da hep 
								kalacak. Ama daha güçlü kalması lazım. Biz, bu 
								hayatı gerçekten her türlü sıkıntısıyla çeken 
								insanlar olarak, çok daha iyi yerlerde, zirvede, 
								zirvelerde olmasını hep arzuluyoruz. Bunu biz 
								birinci kuşak olarak görmek istiyoruz. Eğer bunu 
								görürsek, işte o zaman doğru çalışmalar yapmış 
								olduğumuzu, babamızı doğru bir zemine 
								oturttuğumuzu görmüş oluruz. Yoksa Orhan Kemal’e 
								hiçbir şey olmaz.
								
								Nazım Öğütçü: Ben de bir şey eklemek 
								istiyorum. Şöyle bir izlenim edinmek mümkün: 
								“Yav işte bir takım şeyleri anlatıyor, sonunda 
								bir slogan yok” O lafların, davranışların hepsi 
								birer slogandır. O, edebiyat yaparken belli bir 
								bakış açısıyla koyuyor ortaya. 
								“Zaman 
								Karşı Orhan Kemal” de okudum yeniden. Sıtkı 
								Amcanız ölümle pençeleşirken, babanız 
								daktilosunun başında yazıyor. Kış gelmiş; 
								yağmur, kar, soğuk. Evde odun kömür var mı? 
								Çocuklar ne yiyecek, kira nasıl ödenecek? Bu 
								kadar sıkıntı içersinde birbirinden değerli 
								yapıtlar oluşturmak da çok zor…
								
								Nazım Öğütçü: Bir de, kaç yıl içersinde kaç 
								kitap yazdığına bakın. 21 yıl içersinde 54 
								kitap.
								Işık Öğütçü: Diyorum ya, aslında büyük 
								bir başarı hikâyesi yazıyor ama farkında bile 
								olmuyor.
								“Zamana 
								Karşı Orhan Kemal”de neler var?
								
								Işık Öğütçü: 100’ün üzerinde yazı var. Bir 
								övgü, kutsama kitabı değil. Elimde beş kitap 
								hazırlayacak kadar malzeme vardı. Bunların çoğu, 
								Orhan Kemal’in eserlerini öven yazılardı. Örnek 
								olarak birer tane aldım. Ayrıca eleştiri 
								yazılarını derledim. Bir de röportajlar var. 
								Röportajlar, Orhan Kemal’İ tanımayanlar için çok 
								önemli bir kaynak. Şimdi yaptığımız gibi babam 
								konuşuyor da ben de O’nu dinliyor gibiyim. Hem 
								benim, hem de ilerde pek çok araştırmacı için; 
								bir yazarın dünya görüşü, neleri öne çıkarmalı, 
								yazma şekilleri gibi ayrıntıları veriyor. 
								Özellikle üniversite öğrencilerinin derslerinde 
								yararlanabilecekleri önemli bir kaynak… Babamın, 
								Nazım Hikmet’ten edindiği en önemli özelliğinin 
								‘bakmayı bilmek’ olduğunu düşünüyorum. Bakmasını 
								bileceksin ki, görülmesi gerekeni göresin. 
								Kafamdaki bir sorunun yanıtını da buldum. Ne 
								babama ne de anneme sormadım. 1969’da Moskova’ya 
								gittiğinde Nazım Hikmet’in mezarına gitti mi, 
								gitmedi mi? Çünkü Nazım Hikmet Enstitüsüne 
								mektuplar götürdü, Nazım Hikmet ile ilgili 
								konuşmalar yaptı. Hepsini biliyorum. Ama mezara 
								gitmemesi gibi bir şey zaten olamazdı. Fakat bu 
								kitaptaki bir röportajındaki bir cevap, benim 
								için önemliydi. Şöyle diyor cevabında: “Nazım 
								Hikmet’in o bildiğim imzasını gördükten sonra 
								inandım öldüğüne.” Bulgar Radyosunda yapılan son 
								röportajları var. Bulgar gazetecileriyle 
								yapılına ilginç söyleşiler var. Yaşar Kemal’in 
								babamla ilgili düşünceleri var. Dönemin bütün 
								yazarları zaten arkadaş. Rıfat Ilgaz, Ümit Yaşar 
								Oğuzcan röportaj yazıyor. Günümüzün pek çok 
								yazarının da yazıları var kitapta.
								
								Devam eden çalışmalarınız var mı?
								
								Işık Öğütçü: Orhan Kemal bir hazine. O’nda 
								bitmez. 2013’de Orhan Kemal Fotoğraf Albümü 
								yapmayı düşünüyorum.
								2014’de Orhan Kemal’in mektupları “Eşe dosta 
								selam” adıyla yayınlanacak. Hem yazdığı hem de 
								kendisine yazılan mektuplar yer alacak bu 
								çalışmada. Karşılıklı mektuplaşmalar olduğu için 
								çalışması da uzun sürüyor. Orhan Kemal’in 
								kitaplaşmamış öykülerini kitaplaştıracağım. 
								Toplama aşamasındayım. Uzun ve titiz bir 
								çalışmayı gerektiriyor. Bu aramalar sırasında 
								enteresan şeyler çıkarsa da şaşırmam. Geçenlerde 
								babamın sarı defterleri içinde Eylül 1957’de 
								tuttuğu bir not gördüm: “Gündüz Gazetesi, Eylül 
								100 – Ekim 150 TL”
								Bir araştırmacı böyle bir ipucu yakaladığı zaman 
								durması imkânsız. Gündüz gazetesini buldum. 
								Gündüz’de yayınlanan öykülerini çıkardım. 
								“Gavurun Kızı”, “Son Kurşun” adıyla çıkmış. 
								“Oyuncu Kadın”, “Konya Oturak Âlemleri” diye 
								tefrika edilmiş. “İki Damla Gözyaşı” aynı adla 
								yayınlanmış. Fakat yazar kısmında ‘Türkiye’nin 
								çok önemli, ünlü ses sanatkârı’ diyordu. O öykü 
								daha sonra İlhan Fahri Demir adıyla yayınladığı 
								kitapta yer almış. “Son Kurşun” ve “Konya Oturak 
								Âlemleri” de İlhan Fahri adıyla yayınlanmış.
								
								Başka müstear ad kullanmış mı?
								
								Işık Öğütçü: İlhan Fahri, İlhan Fahri Demir… 
								Şimdi de Hayrullah Güçlü diye arıyorum. Bir 
								takım gazetelerde bu adla öyküler yazmış. 
								Babamın birisine imzaladığı bir kitap var; 
								“İlhan Fahri, benim diğer adım” diyor. Bunları 
								ipucu olarak oraya buraya yazmış, siz 
								bulacaksınız. 30 yılda araştırmacılar bu 
								kısımları hep atlamışlar. Bunlar çok daha 
								önceden bulunmalıydı. Bir yazar dostumuz da 
								söyledi: “Eğer Orhan Kemal bir Fransız yazarı 
								olsaydı, üzerine bin tane araştırma kitabı 
								çıkardı.” Sayı o kadar az ki… Yaşar Kemal de 
								dedi “Orhan Kemal bir Rus veya Amerikalı yazar 
								olsaydı, bugün bütün dünya tanırdı”
								Bu çok doğru bir saptama… Bir takım çelmeler, 
								ayak oyunları, en yakın bildiği insanlar 
								tarafından dışlanmalar. Babam reklamı seven, 
								kendini öne çıkaran bir insan değil, gidip 
								gazeteleri dolaşsın ‘beni parlatın’ desin. 
								Kesinlikle böyle yapmaz. Ama eserleri var, 
								görülsün istiyor. 
								Orhan Kemal ve döneminin yazarları –ki çoğu 
								yakın dostuydu- bir çağı kapatıp, bir çağı 
								açtılar. Toplum olarak, o kitaplarda 
								anlatılanların hızına ulaşıp, o dönüşümü 
								demokratik olarak yapabilseydi toplum, Orhan 
								Kemal ve toplumcu yazarlar çok daha başka bir 
								konumda olur, hepsi baş tacı edilirdi. Onların 
								açtığı yoldan pek çok yazar daha güçlü ve 
								sağlıklı ilerleyebilirdi. Bu açıdan Orhan 
								Kemal’in kitaplarının yurtdışında yayınlanma 
								işinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Türk 
								edebiyatının yol açıcıları, amiral gemileri 
								olduklarını düşünüyorum. Onların açtığı her 
								güzergâhtan, arkadaki bütün edebiyatçılar çok 
								rahat gider. Çünkü bunlar Türk toplumunu, 
								edebiyatını, insanını tanıtır. Bu tanıtma, diğer 
								yazarların da daha rahat tanınmasını getirir. 
								Son 12 yılda aldığımız yolun, nereye 
								gittiğimizin göstergesi kitaplarının çevrisidir.
								
								Diziler?
								
								Işık Öğütçü: Sinema, televizyon dünyası, 
								kitap ayrı mecralar. Orhan Kemal’in adını 
								duymamış, ne yazdığını bilmeyen 
								okuyucuya-izleyiciye bir fikir vermesi açısından 
								çok önemli. Orhan Kemal’in toplumsal hafızada 
								tekrardan yer etmesi, canlı tutulması, gündeme 
								gelmesi, kitaplarının yeniden okunup incelenmesi 
								için önemli bir unsur. Ben önemsiyorum. 
								Başlayıp, bitiyor. Bu durum ailemizin parayı çok 
								da ön planda tutmadığının bir göstergesi 
								aslında…
								Diziler sayesinde merak edenler Orhan Kemal 
								kitaplarına rahatlıkla ulaşabilirler. Orhan 
								Kemal’i okumaya başladıklarında, hayatlarının 
								değişeceğine inanıyorum. Orhan Kemal onları 
								yüreğinden yakalayacaktır; ömür boyu da o 
								dostluk ve beraberlik sürüp gidecektir. 
								Konuştuğum pek çok kişi aynı şeyi söyler: 
								“Kütüphanemizin en önemli yerinde Orhan Kemal’in 
								kitapları var” Geçenlerde 80 yaşını geçmiş bir 
								Orhan Kemal okuru geldi, “Benim başucumda üç 
								tane Orhan Kemal kitabı hep durur” dedi. 
								Çok seviyorlar.
								
								Babanızın Orhan Kemal olduğunu ne zaman 
								anladınız?
								Nazım 
								Öğütçü: Öyle ilginç bir soru ki… Şimdiye kadar 
								aklıma bile gelmemişti. Bildim bileli Orhan 
								Kemal olarak bilirim. Okul sıralarında babamın 
								adını sorduklarında Mehmet Raşit Öğütçü derdim. 
								Orhan Kemal’i ne zaman fark ettiniz derseniz iş 
								biraz daha değişiyor. Orhan Kemal’İ anlayabilmem 
								kaç yaşında oldu? Babamın önerdiği “İki Çocuğun 
								Devriâlemi” adlı kitabı okuduktan sonra, kendi 
								kitaplarını okumaya başladım. “Baba Evi” ve 
								“Avare Yıllar” ile başlayan bir süreçti. 
								Yazarken kurguladığı konuları bizimle de 
								konuşurdu. Zaten oradan da hazırlıklıydık Kitap 
								çıktıktan sonra da alıp okuyabiliyorduk. Yani 
								Orhan Kemal’i çok eski tarihlerden beri 
								tanıyorum.