"Niye? 
								Kendi memleketi O'na dar mı geldi?" Ayla'nın 
								Amerika'ya yerleşen abisi için söylüyor bunları. 
								Ailesiyle Maraş'tan çıkıp geldiğini unutarak. 
								Dahası, 'Gurbet Kuşları' da 'memleketimiz dar 
								geldiği' için 8-20 Ocak 1965'te 'Hindistan 
								Uluslararası Film Şenliği'ne gitmişti.
								
								'Rocco e i Suoi Fratelli (Rocco and his 
								Brothers)' (1960) ve 'Ocak'ın (1963) (Turgut 
								Özakman) (Dernek Yayınları-Tiyatro Dizisi 3) 
								siyah beyaz Yeşilçam uyarlaması. Adı, Orhan 
								Kemal'in romanından (1962). Kasım, 1963-Ocak, 
								1964 arasında çekilen film 13 Mayıs 1964, 
								Çarşamba günü (Kadıköy) Opera, (Eyüp) Melek, Şık 
								ve Bulvar sinemalarında gösterime girmiş. 360 
								bin lirayı aşan maliyeti o dönem için çok 
								yüksek. İlk Antalya Altın Portakal Film 
								Yarışma'sında (1964) 'Yılın Filmi' ve 'Yılın 
								Rejisörü' ödüllerini kazanmış.
								
								'Rocco e i Suoi Fratelli' bizde, 26 Şubat 1962, 
								Pazartesi günü (Beyoğlu) Atlas Sineması'nda 
								'Düşman Kardeşler' adıyla gösterilmiş. Film, 
								'dul' Rosario Parondi ve oğulları Simone, Rocco, 
								Ciro ve Luca'yı getiren trenin Milano Garı'na 
								girmesiyle başlıyor. ('Gurbet Kuşları' bu 
								sahneyi aynen almış). Büyük oğlu Vincenzo çok 
								daha önce yerleşmişti oraya. Güneydeki 
								Luciano'dan, 'The land of do-nothings'den 
								geliyorlar. Ciro'nun sevdiği kızın ailesini 
								ziyaretini Kemal; Fabrika düdüğü çaldığında 
								çalışmaya giderken burnunu gürültülü bir şekilde 
								mendile silmesini de Tahir Ağa yapıyor. Principe 
								Theatre, bizde Şehir Tiyatrosu olmuş. 
								Parondiler, büyük şehirde tutunabilmek için 
								çırpınan anaerkil bir aile. İnsanlığın temel 
								gereksinimleri konusunda Rocco'nun çarpıcı 
								sözleri; "I want an automobile too. But after 
								the things that come first: A steady job, a home 
								and eating everyday." Benzer bir şeyi 'üçün 
								beşin yoluna bakan' Selim söyleyecektir; "Bu 
								dünyanın dingili ekmek oğlum, ekmek!" Simone, 
								'fahişe' Nadia'nın isteğine uyarak boksörlükte 
								şansını dener. "Fakat kötülüğe karşı olan 
								eğilimi O'nu kısa zamanda berbat bir yola 
								sürükleyerek filmin dram unsurunu yaratacaktır" 
								diye yazmış Dinçer Güner. Sevdiği kadının 
								Rocco'yu tercih etmesi felaketle sonuçlanıyor. 
								Kardeşinin önünde genç kadına tecavüz eder. 
								Kıskançlığı, bıçaklayarak öldürmeye dek 
								varacaktır. Yeşilçam çevriminde iki kardeş 
								arasına giren fahişe yok. Dansöz sevgilisi Seval 
								başka erkeklerle oynaşmaya devam edince Murat 
								bıçağını çekiyor ama sadece 'çekiyor'. Kıyamaz 
								genç kadına. Selim de kendisini oyuna getiren 
								Despina'ya değil duvara vuracaktır yumruğunu. 
								Yönetmen Luchino Viskonti, Alfa Romeo işçisi 
								Ciro'yu 'bir ümit ışığı olarak ortaya çıkarmış'. 
								Ancak o yıllarda 'işçi' demek cesaret 
								istediğinden bizdeki çevrimde bu konu 
								'üniversitede okumak' şeklini almış.
								
								1962'de yazılan üç perdelik 'Ocak', adına 
								yakışacak şekilde Ocak, 1963'te yayınlanmış. 
								[Ceyhun Atuf Kansu'nun yazdığı önsözde 18. 
								yüzyıldan ve tiyatronun önemini vurgulayan bir 
								konuşma var. Lessing; "Eğer biz bir millet 
								olsaydık bir tiyatromuz olurdu." Schiller; "Eğer 
								bizim bir milli tiyatromuz olsaydı, biz bir 
								millet olurduk."] 'Kalabalıklaşan dünyada 
								gitgide yalnızlaşan' bir yoksul aile. Anne 
								Safiye, baba Tarık, üç oğulları (Nihat, Fazıl, 
								Özcan) kızları Sevda ve artık bunamış büyükanne. 
								Darlık ve bunaltı içindeler. "Rutubet gibi 
								çürütüyoruz birbirimizi. Güve gibi yiyoruz." 
								İçlerinden biri kopup ayrılsa çil yavrusu gibi 
								dağılacaklar. Anne ve baba 'bir arabaya sürülmüş 
								iki beygir gibiler'. Güçleri bitene kadar 
								çekecekler. Başka çareleri yok. Ancak ailenin 
								asıl 'bostan beygiri' Fazıl. Oto tamirhanesinin 
								yükü üzerinde. Tarık hiçbir işte dikiş 
								tutturamayan hayalci biri. Çiftlik, bakkal daha 
								neler neler planlıyor. Dünyaya bir sap takıp 
								taşıyacakmış. Sevda'nın çeyiz bileziklerini bile 
								çok para getireceğini düşündüğü taksicilikte 
								batırır. Karısı yine de hoşgörülü; "Daha mesut 
								olmak için yapılan hiçbir şey ayıp değildir." 
								Fazıl, annesine "Söyler misin, babama bir evle 
								bir iş bağışlasaydı, Tanrının nesi eksilirdi" 
								diyor. Yanıtı yine kendi verir; "Ben söyleyeyim: 
								Bir evle, bir işi." Nihat yakışıklı ve neşeli. 
								Hep iş arıyor. Dediğine göre "İş aramak, 
								çalışmaktan zor"muş (sf. 29). Sonraki bir gün 
								"Yaşamaktan daha ağır iş olur mu" diyecektir 
								(sf. 55). Bazen de filozof gibi; "Daima haklı 
								olan insana da tahammül edilmez." Sevda'nın 
								hafif bir topallaması var. 'Topal' kelimesinden 
								evdekilerin ödü kopuyor. Belki bu nedenle lafını 
								esirgemeden "İspinoz! Ne sekiyorsun öyle? 
								Ayağına sapan taşı mı geldi" diyen 'kara bir 
								oğlan'a kaçar. Saatçi kalfasıymış. Neyse ki bir 
								müddet sonra geri geliyor. Oğlan 'nikâh 
								yapmadığı gibi hırpalıyormuş da'. Bu kadarı bile 
								aileyi mutlu ediyor. "Her felaketin ortasında 
								bir saadet çekirdeği vardır." Nihat'ın "Herkes, 
								hayatın ortak bir sevinç olduğunu unutmuş kendi 
								kısacık, küçücük macerasını tamamlamaya 
								çalışıyor" demesi 'Gurbet Kuşları'nda "İnsanlar 
								birbirlerini boğazlamayı bırakıp birlikte 
								yaşamasını öğrendikleri gün dünya büyük bir 
								şehir olacak. Ama bizler şimdilik kendi küçük 
								evimizi onarmak zorundayız" olmuş. Yine Nihat'a 
								göre "Bir gün gelecek, gramerde 'ben'den başka 
								zamir kalmayacak"mış. Safiye'nin borç vermek ve 
								almak ile ilgili güzel bir sözü; "Sonradan 
								şikâyet etmeyeceğin kadar ver, nefret 
								etmeyeceğin kadar al."
								
								Bakırcıoğulları ataerkil bir aile. Tahir Ağa, 
								karısı Hatice, oğulları Murat, Selim, Kemal ve 
								kızı Sevda. Maraş'ta işleri bozulunca, dükkânı, 
								dede yadigârı bahçeleri satıp savmaya mecbur 
								kalmışlar. Artık 'taşı toprağı altın İstanbul'a 
								dört elle sarılmaktan başka çareleri yok'. 
								Tahir'in başında kasket, elinde tespih. İlk ve 
								son söz O'nun. "Benim evimde ben varken kimseye 
								laf düşmez. Oğlumu okuturum okutmam, kızımı 
								bakkala manava yollarım yollamam o benim 
								bileceğim iş" diyordu. Bir başka gün de Fatma'yı 
								döven Murat'a tavır alacaktır; "Ben burada eşşek 
								başı değilim. Babayım, baba! Benim evimde benim 
								çocuklarımı benden başka kimse dövemez." Her 
								şeyi ben bilirim havasında. "Dikkat edin, 
								birbirimizi yitirmeyelim. İstanbul'da şakaya 
								gelmez bu iş" ve "Bunun burası İstanbul! 
								İstanbul esnafından bir yumurta mı alın, gör bak 
								sarısı içinde mi" diyecek kadar da deneyimi var. 
								Ancak tekrar tekrar 'tongaya düşürülmekten 
								kurtulamıyor'. Ayrıca bunca tecrübe memleketinde 
								tutunmasına yetmemiş. 'Allah bu, gönüllerine 
								göre verir de 1-2 yıl içinde Arabı bir güldü mü' 
								ver elini Maraş. Yakup Usta'nın önünden gıcır 
								gıcır geçecekmiş. Sırtında İngiliz laciverdi. 
								'Şordan şoraya' köstekli Serkisof saati. 
								Ayaklarında sarı ayakkabılar. Esnafa beleş rakı 
								ısmarlayacakmış ki paşalar gibi. Gerçekten de 
								oraya dönüyorlar. Ama bambaşka biçimde. Süklüm 
								püklüm ve eski mahallelerinden çok uzağa. 
								Oğullarına 'sabah evden sağ adım ve besmele ile 
								çıkmalarını' öğütlüyor. Kızıyla konuşması ise 
								karısının aracılığı ile. "Sen bu kızın gemlerini 
								sıkı tut. Öyle ikide bir lafa söze karışmasın, 
								Galan." Hatice ile 'aynı arabaya koşulmuş beygir 
								gibiler'. Piyeste yazıldığı gibi 'güçleri 
								yettiğince çekecekler'.
								
								Büyük oğlu Selim, Panayot Usta'nın karısı 
								Despina ile beraber olur. Tam da iş zamanı 
								buluşuyor. İşi gücü sermiş. Sonunda tüm 
								müşterileri Panayot Usta'ya kaptırırlar. Babası 
								azarlıyor; "Ne uçkuruna gevşek herifmişsin. Bir 
								kefere avrat uğruna dükkânı sattın." Büyük aşk 
								yaşadıklarını zannediyordu. Gerçeği anlaması 
								Despina'nın sözlerinden sonra. "Selim, ben seni 
								sevmiyorum. (Rol icabı da olsa Cüneyt Arkın, 
								böyle bir şeyi ilk ve son kez duyuyordur). 
								Hiçbir zaman sevmedim... Her şeyi kocam için 
								yaptım." Genç kadına vurmak isteyip vuramadığı 
								sahnede küçük bir hata var. Sağ yumruğu havaya 
								kalkar ama duvara sol olarak iner. 'Başına bir 
								şey gelir' diye kız kardeşinin çarşıya pazara 
								bile gitmesine karşıydı. Başkasının karısı için 
								aynı özeni göstermiyor.
								
								'Bir müddet sonra dükkânda sıkılan' Murat 
								şoförlüğe başlar. Bıçkın, bitirim bir İstanbul 
								şoförü. "Ulan dingiline tükürdüğümün! Alargadan 
								gidemiyor musun, dümbük. Sizi şoför defterine 
								yazanın..." veya "Kayarto" demeyi kısa sürede 
								öğrenmiş. 'Şevrole'sinin '34 DD 888' olan 
								plakası bir sahne sonra 'T. 42 493' olmuştu. Hep 
								İstanbullu bir sevgilisi olsun istiyordu. Hem de 
								en güzeline kavuşur. Seval bir gazinoda dansöz. 
								Sevgileri, kıskançlığa ve genç kadına bıçak 
								çekmesine kadar gider.
								
								Meğer Seval de Maraşlıymış. Aynı mahalledeki 
								Erengil ailesinden. Asıl adı Naciye. Evleri o 
								kadar yakınken hiç karşılaşmamışlardı. Kısmet 
								İstanbul'aymış. Babası sevmediği biriyle 
								evlendirmeye kalkınca buralara kaçmış. 'Bir 
								kafesten çıkıp başka bir kafese girmek 
								istememiş'. Şimdi, Murat'layken bile 'her gece 
								sevmediği başka biriyle beraber'. Üstelik 
								Hüseyin 'itinin' elinde oyuncak. "Artist 
								Acentesi var. Beni artist yaptı. Kazancıma 
								ortak. Öde öde borçlusun. Bir türlü borçtan 
								kurtulamazsın."
								
								Kemal en şanslıları. Tıp fakültesine gidiyor. 
								İstanbullu olduğu yalanı Ayla'yı kızdırsa da 
								ayrılmazlar. (Genç kızın, Amerika'ya yerleşen 
								doktor abisi filmin bir sürprizi; Orhan Elmas). 
								Müstakbel kayınpeder Saim Bey'le iç ve dış göçü 
								konuşuyorlar. Kemal, 9 Aralık 1963, Pazartesi 
								günkü Milliyet'i gösterip "Bugünkü gazeteye 
								bakın. Birinci sayfada İstanbul'a gelenler 
								hakkında bir yazı... Üçüncü sayfada Almanya'ya 
								giden işçilerimiz hakkında bir yazı. En büyük 
								emelleri ordaki kazançlarıyla bir otomobil 
								almak. Türkiye'de onu satarak bir kat sahibi 
								olmak. Şimdi beşinci sayfayı açalım. Bu da 
								Amerika'daki Türk doktorları hakkında" diyor. 
								Sanki tüm bu haberler tek gazetedeymiş gibi 
								okuyor. Oysa 3. ve 5. sayfadaki (Leyla Erduran 
								ve Mustafa Ekmekçi'ye ait) yazılar 8 Aralık 
								1963, Pazar günkü gazeteden. Üniversite bitince 
								Maraş'ta doktorluk yapacaklarını söylüyorlardı. 
								Söylemesi kolay uygulaması zor bir karar.
								
								Fatma. Ailenin, ağzı var dili yok kızı. Bir 
								guguklu saat özlemi içindeydi yalnızca. 
								Komşuları Mualla Abla'nın yönlendirmesiyle 
								randevuevlerine düşecektir. Gittikleri sinemada 
								'Çalınan Aşk' (1963) ve 'Rüzgârlı Tepe' (1963) 
								afişleri var. İntiharının ardından annesi "Seni 
								kara topraklara teslim etmeye mi geldik 
								İstanbul'a. Anan, baban dururken acelen neydi" 
								diye dövünüyor ama ne fayda. Pervin Par, o 
								dönemki Audrey Hepburn'e benzetilirdi.
								
								Mualla Sürer, 'dul' ev sahibi rolünde muhteşem. 
								Kira ödemelerini garantiye almak ister. Eski 
								kiracılar, Allah razı olsun, kiralarını 
								sektirmemiş, hatta birkaç aylık birden peşin 
								vermişler. 'Kendileri yok Allahları var', bekçi, 
								tenvirat, tanzifat, çöp parası mı şıp diye 
								çıkarıp çıkarıp vermişler. Bütün bu önleme 
								karşın ödemeler aylarca aksayacaktır.
								
								'Haybeci', filmin en ilginç kişisi. "Ben 
								delinmemiş kabağa girerim. Musluklardan su diye 
								akarım. Yel gibi eserim. Yağmur gibi yağarım." 
								Dervişi tekkede görürsen vur ensesine şaplağı. 
								Trene ve vapura biletsiz binmenin (Hatice'nin 
								deyimiyle 'gemisini yürütmenin') yolunu bulmuş. 
								'Dedesinin 93 harbinde Moskof kurşununa, 
								babasının Sakarya'da Yunan kurşununa kurban 
								gittiğini' söylüyor. Dilin kemiği olmadığı gibi 
								yalandan da ölen yok. İş bilenin, kılıç 
								kuşananın. Ekmeği bol İstanbul'a, 'kahpe' şehre 
								gelmiş. İstanbulluların ağızlarından girip 
								burunlarından çıkacak, Kral olacakmış, Kral. 
								Ölmez sağ kalırsa herkes görecekmiş. Yaz var güz 
								var, hakkına ne söz var. İlk işi hamallık. 
								Binanın tepesine çıkmaya merdivenin en altından 
								başlamış. Düşmez kalkmaz bir Allah. Ardından 
								otopark kâhyalığı ve müzayedecilik. Son sahnede 
								müteahhit olmuş ve üçkağıtçılardan yakınıyordu; 
								"Boş gezenin aklı olmaz. Bunun burası İstanbul. 
								Allahın arka cebinden peygamberi çalarlar 
								valla."
								
								Filmdeki melodiler.
								
								The Melachrino Orchestra'nın 'Lisbon at 
								Twilight' albümündeki (1958) 'The Lonely Beach' 
								(Jan Tysky) jenerikte yer almış.
								
								Mantovani'nin 'Film Encores' (1957) 
								uzunçalarındaki 'Summertime in Venice' (1955) 
								(Alesandro Icini) başta ve sonda.
								
								'Symphonic Orchestras in Greek Popular Dances, 
								1958-1962 (by Athens Symphonic)' 33'lüğündeki 'A 
								Song of Stolen Love (Pantrevoun Tin Agapi Mou)' 
								4 sahnede (Selim ve Despina bakışırken, Mualla, 
								Fatma ile pencereden konuşurken, genç kıza 
								makyaj yaparken, Ayla, aileyi ziyaret 
								geldiğinde). 'The Kiss' Selim, Despina'yı takip 
								ederken.
								
								'Dve Gitari (Two Guitars)' 4 sahnede (Murat, 
								Ayla ve Kemal'le karşılaştığında, Seval "Dilin 
								böyle söylüyor ama gözlerin beni sevdiğini 
								haykırıyor" dediğinde, Orhan'ın arabasında, 
								Boğaz'daki yazlıkta).
								
								'The Twist' (1959/60) (Hank Ballard) Murat 
								"Gülüşü, konuşması, her şeyi fiyakalıydı" 
								derken.
								
								Joey Dee and the Starliters topluluğundan 'The 
								Peppermint Twist' (1961) (Henry Glover / Joey 
								Dee) çılgın toplantıda.
								
								Bert Kaempfert'in 'Wonderland By Night' 
								uzunçalarındaki (1961) aynı adlı melodi (1961) 
								(Klaus-Günter Neumann / Lincoln Chase) Striptiz 
								sahnesinde.
								
								"Ascenseur Pour L'Echafaud"daki (1957/58) 'Motel 
								(Dîner Au Motel)' (Miles Davis) 2 sahnede 
								(Orhan, Fatma'yı mahallesine götürürken ve 
								yazlıkta kovalamaca oynarken). "Julien Dans 
								L'Ascenseur" Orhan'ın yazdığı mektubu okurken.
								
								'Manfred Symphony, Op. 58: IV. Allegro con 
								fuoco' (1885) (Pyotr Ilyich Tchaikovsky) saç 
								kesilmesi sahnesinde.
								
								'West Side Story'deki (1961) 'Prologue' (Leonard 
								Bernstein) 2 sahnede (Murat, Seval için kavga 
								ederken ve intihar sahnesinde).
								
								Murat'ı, Panayot Usta'yı ve yazlıktaki Bekir'i 
								Sadettin Erbil; Tahir Ağa'yı Mümtaz Ener; Ayla 
								ve Despina'yı Jeyan Mahfi Ayral; Kemal'i Toron 
								Karacaoğlu; Fatma'yı Nedret Güvenç; Selim'i 
								Erdoğan Esenboğa; Orhan'ı Muhip Arcıman; 
								Seval/Naciye'yi Alev Koral; Hüseyin Baradan ve 
								Muammer Gözalan'ı Süha Doğan seslendirmiş.
								
								'Reji Asistanı' Kemal İnci, dolmuş şoförü 
								rolünde. Habire müşteri kapan Murat'a "Suyun 
								gözünü tuttun be. Müsaade et de biz de 
								araklayalım bir iki" diyor. 'Ar Direktör' Danyal 
								Topatan da randevuevi müşterisiydi.
								
								Haydarpaşa Garı; Orhan-Önder Somer; 
								Hatice-Muadelet Tibet; Gülbin Eray-Despina; 
								Bülent-Tunç Oral; Fuat-Kaya Volkan; Tıp 
								Fakültesi öğrencileri Nilüfer Aydan ve Gülten 
								Ceylan; Striptiz sahnesindeki Tansu Sayın; 
								Mualla Abla-Muzaffer Nebioğlu; Murat'ın 
								"Ablacığım, güzelim" dediği Talia Salta; 
								Garson-Ahmet Koç; Ayla'nın babası (Saim Bey) 
								Muammer Gözalan ve annesi Mahmure Handan; Ev 
								sahibi Mualla Sürer; Güneydoğu Ekspresi'nden 
								inen 'Zehirli Hayat'ın (1967) Simitçisi Ahmet 
								Yıldırım çok güzeldi.
								
								Kemal; "Fatma'nın ölümü bize iyi bir ders 
								olmalıdır. Artık her şeyi yeniden iyice 
								düşünmenin zamanı geldi. Bence Maraş'tan 
								İstanbul'a taşınmak, burasını fethetmek hayaline 
								kapılmak hatanın başlangıcı. Biz kendi dar 
								imkânlarımızla savunma halinde yaşaması gereken 
								bir aileyken taarruza kalktık. Sırt sırta verip 
								çalışacağımıza herkes kendi havasına daldı... 
								İşte bunun için başaramadık."