| 
			 Özdeşleştirme fiilinin “Edebiyat Tarihi”nde 
			kapladığı alandan sıklıkla şikayet edilmiştir. Ancak; hem, “Edebiyat 
			Tarihi”nin bu konuda bonkör davranmakta ısrar etmesi, hem de 
			şikâyetin, şartsız kabullenişi doğurması, eski köye yeni âdetin 
			gelmemesine yardımcı olmuştur. 
			 
			Bu durum hemen her yazarla apatik ve empatik bir diyaloğun 
			kurulmasına da engel olmuştur. Yazar, özdeşleştirildiği durumun, 
			unsurun, ortamın içine esir edildiği için ona artık başka bir 
			perspektiften bakılması kabullenilmeyecektir. Bu anlayış, yazarın ve 
			dolayısıyla eserlerinin nesneleşmesine ve zamanla unutulmasına yol 
			açacaktır. 
			 
			Bu mekanizma çalışmasını hızlandırmasına rağmen bazı yazarlar; 
			nesneleşme, unutulma gibi sorunlar yaşamayarak bugün de adlarından 
			söz ettirebilmişlerdir. 
			 
			Orhan Kemal bu yazarların en önemlilerindendir. 
			 
			Siyasi tercihleri farklı yerlerden uç verse de, edebiyatı 
			konumlandırma bağlamında aynı ortak paydada buluşan; Mehmet Kaplan, 
			Fethi Naci, Berna Moran gibi eleştirmenlerce ve onların tespitlerini 
			eleştirseler de, bir noktadan sonra onlarla aynı nakaratta tempo 
			tutan yeni kuşağın imzalarınca “Fabrika İşçilerinin Yazarı” olarak 
			tanımlanan Orhan Kemal'in eserleri ayrıntılar kayıt altına alınarak 
			okunduğunda, sadece fabrika işçilerini anlatmadığı, bu mekânda 
			saplanıp, tıkanıp kalmadığı, gözlerini gezdirdiği her yerden bir 
			eser ortaya çıkarabildiği açık bir şekilde görülebilecektir. 
			 
			Gözlerini gezdirdiği her yerden bir eser ortaya çıkarabilme gücünü 
			yitirmeden eserlerini çoğaltan Orhan Kemal, her yeri ve o yerlerde 
			yaşayan insanları kendi realiteleriyle sadece edebiyatın 
			imkânlarından yararlanmadan sosyal disiplinleri de eserlerinin 
			merkezine yerleştirerek irdelemesi bağlamında da “en önemli” 
			olduğunu belgelemiştir. Söz konusu yazar Orhan Kemal 
			olunca ve ona “en önemli” gibi bir sıfat yakıştırılınca, onu bir 
			özellikle sınırlandırmak mümkün değildir. 
			 
			Roman, bu topraklar üzerinde varlığını hissettirdiği andan itibaren 
			“roman yazarı”ndan daima üst düzeyde durması gereken bir 
			profesyonellik beklenmiştir. Üst düzeyde durmayı idealizasyonun 
			doğal gerekçesi ve sonucu olarak düşünen bu anlayış, bu düzeyi 
			tutturma veya tutturamama bağlamında da Batı’sını örnek alarak, 
			ithalat malzemesi olan kendisinin belirlediği bu aşamaya gelemeyen 
			kalemleri ve eserlerini saf dışında bırakmıştır. 
			 
			İmparatorluktan Ulus-Devlete geçildiği dönemde bu anlayışın 
			hayalleri suya düşmüştür çünkü 
			 
			idealizasyon hedefine ulaşamadığı gibi düzey yerle yeksan olma 
			riskini yaşamaya başlamıştır. 
			 
			Tebanın yerine “Halk”ı getirerek Ulus-Devleti ete kemiğe büründüren 
			yapının “roman yazarı” idealizasyon toprağını bereketlendiremeyerek, 
			kalemini “Halk” için oynatma perdesini aralamıştır. 
			 
			Adına “Toplumcu-Gerçekçi” denilen harekete de “Halk” için kalem 
			oynatan imzalar hız kazandırmışlardır ancak; bu hız kendisini 
			rölantiye almaktan kurtulamamıştır çünkü romanlar “Toplumcu- 
			Gerçekçi” etiketini taşısalar da, romanların baskıya verildiği 
			topraklarda “Toplum” yoktur. “Halk” ve onun deşilmesi gereken 
			gerçeği vardır. 
			 
			Orhan Kemal'in bu çıplak gerçeği göz ardı etmeyerek “Edebiyat 
			Dünyası”nda yerini alması onu “en önemli” kılan bir başka 
			özelliğidir. 
			 
			Edebiyata, felsefe aracılığıyla “Niçin?” sorusunu yönelttiği, 
			edebiyatı Determinizm'in tahakkümünden kurtarmaya gayret ettiği 
			halde Orhan Kemal, “Halk”ı sadece anlatmakla kalan basit bir 
			“Popüler Edebiyatçı” olarak görülmüştür. Oysa eserleri “gerçek” 
			anlamda okunduğunda onun “Halk”ı anlatmakla yetinmediği, 
			yüceltmediği gibi yerden yere çalmayı da tercih etmediği, “Halk” 
			lapatik ve empatik bir diyalog kurarak neden “Toplum” olma sürecine 
			dâhil olamadığını sorguladığı ve sorgulattığı anlaşılmaktadır. 
			 
			Kendisinden önce gelen Reşat Enis Aygen, Kemal Bilbaşar gibi 
			isimlerin zemininden; Ahmet Rasim'i Hüseyin Rahmi Gürpınar'a 
			bağlayan geleneğe yaslandığı, bu arada Sait Faik Abasıyanık ve 
			Sabahattin Ali çizgisini es geçmediği için “Halk”ın “Toplum” olamama 
			halini sorar ve sorgulatırken söyleminde savrulma yaşanmasına izin 
			vermemiştir. 
			 
			Aygen ve Bilbaşar dışında Orhan Kemal'e ses veren edebiyatçılar Köy 
			Enstitüsü çıkışlılardır ancak; bu isimlerden özellikle Fakir 
			Baykurt'un Orhan Kemal'i izleyebildiği diğerlerinin yapaylıktan ödün 
			vermeyen folklorik bir söylem geliştirerek yerel ve “köylü” 
			kaldıkları için bu zincire eklenemediklerini vurgulamak gerekir. 
			 
			Orhan Kemal'in mesken tuttuğu mekân sadece köy ya da sadece kent 
			değildir. O, bugün yaşanan gettolaşma sorununu yıllar öncesinden 
			görürcesine taşrasından her anlamda kurtulamayan insanların trajik 
			hallerinin portresini çizmiştir. 
			 
			Yerel değil, yerli bir dili özümsediği ve özümsettiği için 
			yapaylıktan ödün vermeyen folklorik söylem ve kısırdöngü üreten dil 
			Orhan Kemal'in eserlerini esir alamamıştır. 
			 
			Türkiye'ye özgü “Protest” ve “Muhalif” müziğin kurucuları olan Ruhi 
			Su ve Sümeyra Çakır’a düzyazıdan eşlik eden Orhan Kemal 
			eserlerindeki müzikle de yapaylık anaforuna kapılmadığı için, 
			notasyonu, huzurlara kompleks yüklenerek çıkmamıştır. Zaten Orhan 
			Kemal, her anlamda kompleks yıkan bir imza olduğu için bu bağlamda 
			da ikilem tuzağına düşmemiştir. 
			 
			Cinsiyetçiliğe icazet vermeyen diliyle Orhan Kemal, “kadın” ve 
			“erkek” hallerini, halsizliklerini bir kenara atmadan anlatırken, 
			karşılaştırma yapmamış yapılmasına da şiddetle karşı çıkmıştır. 
			 
			Tiyatroda Erkan Yücel, sinemada ise Yılmaz Güney, Zeki Ökten gibi 
			isimlerin önlerini açan tiyatro ve sinema için ter döken Orhan 
			Kemal'in eserleri sinemaya ve televizyona uyarlanırken her edebiyat 
			eserinin başından geçenlere maruz bırakılmışlardır. Özellikle 
			“Hanımın Çiftliği”, Orhan Kemal'in “gerçek” anlamda kıymet ve vicdan 
			sahibi olduğu unutturularak televizyona ikinci kez taşınmıştır. 
			 
			“Muhalif” bir figürün oğlu olarak dünyaya gelen; babasından yadigâr 
			kalan ruhu gözlerini yumana kadar canlı ve diri tutan; önceleri şiir 
			yazarken Nazım Hikmet'in uyarısıyla düzyazıda derin bir soluk alan 
			ve soluğu ölüm döşeğine kadar tıkanmayan Orhan Kemal; hem kendisinin 
			hem de ülkesinin vicdanı olabilmiş bir yazar, bir “roman yazarı” 
			olarak “Edebiyat Tarihi”ndeki haklı yerini çoktan almıştır. 
			 
			Elleri kalem tutar tutmaz “Romancı”lık oynayan, “gerçek” “roman 
			yazarları”nda tesadüf edilemeyecek çokbilmişlikleriyle, buldukları 
			her kitap ekinde özelde romana  
			 
			genelde edebiyata dair inciler dizme cüretini sergileyebilen hem 
			akıl hem de yürek fukaraları,”Popüler Edebiyat” sahalarında atlarını 
			oynatırlarken; onların bu noktaya getirilişlerinin arka planını 
			dillendirmesiyle de “en önemli” olduğu unutulmaması gereken Orhan 
			Kemal; yıllar öncesinden, vicdan sahipliğinin yanında, kılı kırk 
			yaran eleştirmen, analist titizliğiyle “roman” okuyan hemdertlerine; 
			kendisini sadece “Fabrika İşçilerinin Yazarı” ve “Popüler 
			Edebiyatçı” olarak tanımlayanları umursamadan yollarına devam 
			etmelerini önererek bıyıkaltından gülümsemektedir.   |