| 
			 Yazarın dünyaya bakışından bir kesit 
			 
			Orhan Kemal ve 'öteki'  
			 
			 
			 Orhan 
			Kemal 'ötekine', aynı yıllarda yaşamış Sait Faik gibi, 'insancıl' 
			denebilecek bir açıdan yaklaşmıştır. Daha sonraları ve hele 
			günümüzde bu bakış açısı, egemen anlayış olmasa da yaygınlık 
			kazanmıştır. Bugün dünyayı ve çevrelerini Orhan Kemal gibi 
			algılayanlar bunu, en azından bir dereceye kadar, bu yazara borçlu 
			olduklarını bildiklerinden emin değilim. Ama edebiyat tarihçilerinin 
			görevi bunu hatırlatmaktır. Bu konuda suskunluk yalnız yazara 
			yapılmış bir haksızlık değildir; günümüzde hâlâ yeterince 
			yerleşmemiş insancıl yaklaşıma uzak durmak anlamında bir davranıştır 
			da. 'Öteki' konusu önemli bir konudur. Bu konuya yaklaşmak 
			istemeyenler aynalarından kaçanlardır; bu kaçış ise derinliklerde 
			bulunan ve karşılaşmak istemediklerimizle ilgilidir. Orhan Kemal'i 
			bu açıdan ele alırsak, o bugün hâlâ aynı işlevi görmektedir: bize 
			ayna tutmaktadır.  
			 
			 
			Herkül MİLLAS 
			 
			 
			Herkesin söyleyebileceğini ama söylemediğini söylemeye 'öncülük' 
			denir. Öncülük ille de çok büyük işler becermekle olmaz. Ufak bir 
			adım atan da, çok farklı bir yönde ise o adımı, yol açıcıdır. 
			Herkesin sustuğu andan iki heceyi ağzından çıkarana da, örneğin 
			'peşimden geleceksiniz' diye meydan okuyan zorbaya 'hayır' diyebilen 
			de bir gidişin sonunu hazırlayan lider olabilir. Orhan Kemal'i hep 
			öyle düşünürüm: Küçük adımlarını atarak koca mesafeleri aşan yazar.
			 
			 
			Orhan Kemal'in pek sık hatırlatılmayan öncü bir yanını ele almak 
			istiyorum: 'öteki' konusundaki özel yerini. İnsancıl yanımızın 
			-tabii böyle bir yanımız varsa- en kuşku götürmez belirtisi, bize 
			benzemeyen hasım, düşman, yabancı, kısacası 'öteki' diye sunulana 
			karşı tutumumuzdur. Bu alanda sorunluysak sözlerimiz, önerilerimiz 
			ve davranışlarımız, ama bazen çelişkilerimiz ve suskunluklarımız da, 
			bizi ele verir. 'Öteki' aynamızdır. Gizlemeye çalıştığımız 
			duygularımızla ilgili iç dünyamız kalemimizin ucundan kâğıda akar, 
			bazen bir iki kelime bizi ele verir. 'Gâvurdur ama iyi insandır' 
			veya 'iki şeyi hiç sevmedim hayatta, ırkçılığı ve Yahudileri' gibi 
			cümleler fıkra diye söylenir, ama bu tür cümleler acı gerçekler 
			olarak sık duyulur.  
			 
			 
			KELİMELERİN FARKLI ANLAMLARI 
			 
			Önyargılarımızı öne çıkaran bu tür laflar dikkatimizden de kaçarlar. 
			Çünkü sıradandırlar, çok sık duyulur, söylene söylene artık 
			alışılagelmişlerdir, ağırlıklarını ve gerçek anlamlarını tam olarak 
			anlamamaya başlarız. Bu konuda farklı bir şeylerin hele tersinin pek 
			söylenmesi de kendimizi tanımamamızı pekiştirir. Orhan Kemal'in 
			Gâvurun Kızı romanı bundan dolayı önemlidir. Gâvur kelimesine farklı 
			bir yorum ve anlam getirmektedir. Kelimelere farklı bir anlam 
			verirken bir geleneğe ve toplumsal bir kalıpyargıya karşı 
			çıkmaktadır. Bu romanında (1959) şoför Kâmran Rum Evdoksiya'yı 
			sever. Sonunda aşk mutlu son bulur, iki sevgili evlenir ve Kâmran 
			(veya isterseniz yazar) okuyucuya mesajını iletir: 'Doğrusu 
			ağırlığına altın değer şu gâvur kızı.'  
			 
			Herkesin söyleyebileceği bir laftır bu. Ama Türk edebiyatında 
			'öteki' konusunda bu tür olumlu laflar o güne kadar hemen hemen hiç 
			söylenmemişti. Cumhuriyet dönemi öncesinde, hatta tam olarak 
			söylemek gerekirse siyaset alanının İttihat ve Terakki'nin tam 
			kontrolüne geçmeden önce, bu alanda, ancak Recaizade Mahmut Ekrem ve 
			Halit Ziya gibi iki-üç 'Osmanlıcı' yazarın 'öteki' konusunda 
			'hoşgörülü' söylemlerinden söz edebiliriz. Ama milli anlayış egemen 
			olduktan sonra bir yanda 'eski' yazarlar artık eser yayınlamaz 
			olurken, öte yanda da 'yeni' yazarlar 'öteki' konusunda yalnız 
			olumsuz yakıştırmalarla yetinmişlerdi. Orhan Kemal'in döneminde bu 
			konuda öncü sayılabilecek iki yazarı da unutmamak gerek: Biri Reşat 
			Nuri'dir ve özellikle Akşam Güneşi (1926) ve hele Ateş Gecesi (1942) 
			romanları bu konuda örnektir. İkincisi de Sait Faik'tir (1).  
			 
			Bu yazarlar Orhan Kemal ile birlikte, onlarca yazar arasında farklı 
			bir anlayışın temsilcileridir. Bugün için belki şaşırtıcı ve çarpıcı 
			gelmeyebilir ama 1950'lerde ve 1960'larda 'ötekine' sevgi ve beğeni 
			ile yaklaşmak özgüven, cesaret, ama en önemlisi temiz ve sağlıklı 
			bir ruh yapısı gerektirmekteydi. Herhalde bu yazarlar dünya 
			görüşlerini oluştururken -günümüzde bu görüşler 'ideoloji' ve 
			'kimlik' gibi kavramlarla da betimlenmekte- çevrelerini ve 
			sıradanlığı sorgulayan eleklerden geçirmişlerdi. Hem yaptıklarının 
			hem de yazdıklarının bilincindeydiler. Duygu yüklü davranışlarının 
			berisinde düşünce, araştırma ve sentezler yatıyordu. Zaten güçlü bir 
			temel olmadan kamuoyu karşısında riskli olabilecek yazıları da 
			yazamazlardı.  
			 
			Orhan Kemal Baba Evi'nde (1949) yazarın önyargının ne olduğunu çok 
			iyi bildiğini gösteren cümlelerini okuyoruz. Beyrut'ta çocukken 
			tanıdığı ve sevdiği Eleni'ye 'Sen hiç Rum'a benzemiyorsun' der. Kız 
			güler: 'Neye benziyorum ya?' diye sorar. 'Türk'e' der yazar. 
			Sevdiğimizi bir türlü 'öteki' sayamıyoruz; veya, aynı şeyi farklı 
			söylersek, 'öteki' saydığımızı sevemiyoruz. Yazar çok erken 
			anlamıştı bu 'mekanizmayı' ve her fırsatta eleştirmişti. Eleni'nin 
			ailesi örnek olur gence, yani yazara: hepsi özgüvenli, haktan yana, 
			okumaya düşkündürler. Bu Rum-Yunan karışımı insanlar örnektir, 
			Yunanistan'da bir iç savaşın yaşandığı yıllarda yazılmış bu romanda. 
			Ama ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşıtlığı Rumla sınırlı değildir, 
			bazı Türklerin Ermenilerle ilgili olarak 'gâvur malıdır, 
			sebeplenelim, sevaptır' demelerini de eleştirir.  
			 
			 
			'HALKIN İLK İSTEĞİ EKMEK' 
			 
			Gençlik yıllarını anlattığı Avare Yıllar (1950) romanı da Kürt, 
			Arnavut, Laz, Rum, Boşnakların bir arada bulundukları mahalleleri 
			anlatır. Eleni bu romanda 'unutulmayan kız' olarak yine karşımıza 
			çıkar. Okulda söylenen bir marşla şakalaşarak millilikle kendi 
			arasına bir mesafe koyar: 'Türk yılmaz/ Yunan ordusu/ Tahta kurusu/ 
			Cihan yıkılsa/ Türk yılmaz.' Orhan Kemal'de insan sevgisi, bilinçli 
			bir etnik ayrımcılığı karşıtlığıyla bir aradadır. Suçlu'da (1957) 
			'pis Çingene' diye hor görülen küçük kıza sahip çıkar. 'Her milletin 
			pisi de var, temizi de ' Türkler de başka milletler gibi insan değil 
			mi?' Büyük yolculukların başlangıcı sayılacak öncü küçük adım ile 
			kastettiğim bu basit ama pek duymadığımız cümlelerdir: milletlerin 
			üstün olanı yoktur. Günümüzde, tersini duya duya, hasret kaldığımız 
			bir söylemdir bu.  
			 
			Cemil'de (1952) 'Cami ve kiliselerin hatırı için işlenen cinayetler' 
			eleştirilir. 6/7 Eylül 1955 olaylarından iki yıl sonra yayımlanan 
			Suçlu romanında paraya önem vermeyen bir Yahudi tüccar genç Cevdet'e 
			karşılık beklemeden yardımda bulunur. (Evet, nihayet Türk 
			edebiyatına 'paraya önem vermeyen bir Yahudi' görebiliyoruz!) El 
			Kızı (1960) romanında 'Yahudiler, torbasına koyup beni iğneli fıçıya 
			götürmezler mi?' diyen saf kadını anlatır. Yazar kalıpyargıları 
			ortaya çıkarıp onları yok etmek için yazar gibidir. Toplum içinde 
			'öteki' (ve olumsuz bellenmiş) kim varsa -Çingenesi, Yahudisi, 
			Ermenisi vb.- ondan yana yazar, o kötü imajı düzeltmeye çalışır. 
			Farklı etnisiteye ve dine bağlı olan kimseler arasındaki aşklara 
			ailelerin ve toplumların nasıl karşı çıktıklarını anlatır (örneğin 
			Gâvurun Kızı'nda).  
			 
			Yazarın çocukluk yılları herhalde dünya görüşünün oluşmasında çok 
			önemlidir. Beyrut'ta tanımış olduğu Yunanlı sol aile üzerinde 
			unutulmaz izler bırakmış gibidir. Bir Filiz Vardı (1965) adlı 
			romanında, ilk romanından yirmi altı yıl sonra, yeniden Eleni 
			hatırlanır, Beyrut'taki Rum kunduracının 'eski postallarımdan 
			zenginler utansın' dediği de. Belki bundan dolayı Gurbet Kuşları'nda 
			(1962), sanırım ilk kez Türk edebiyatında 6/7 Eylül 1955 olayları 
			anlatılır: 'Polisler bir yandan arka olur, millet coşmuş, kudurmuş ' 
			Herkesin gözü Beyoğlu'ndaydı. Ne varsa Beyoğlu'nda. Yıllar yılı 
			bakılıp ama ulaşılamayan, ulaşılamayacağı bilinen her şey 
			Beyoğlu'nun kocaman vitrinlerinde... Türk milleti ortaçağdan bile 
			önceki Vandalizmin tahrip şuuruna itilmişti. İstanbul tahrip 
			ediliyordu' Efendisini dövemeyenin uşağını tokatlaması cinsinden bir 
			kin, radyolar dolusu kusulup, millete radyolar dolusu aktarılmış, 
			'tahrip' bir 'milli namus' haline getirilmişti.'  
			 
			Bu anlatıdan 1960'lı yıllarda insancıl ve sosyalist anlayışın iç içe 
			olduğunu anlıyoruz. Marksist yorumun da etkisiyle çatışmaların 
			temelinde ekonomik nedenlerin yattığı kabul edilir. Sonuç olarak, 
			etnik husumete dayalı bir tahrip olayı 'sınıfsal' algılanır. Oysa 
			söz konusu olayların sınıfsal olmadığı, orta halli olsalar da 
			kendilerini Türk algılayan insanların, çok daha yoksul olsalar da 
			etnik olarak 'öteki' sayılanın evlerine saldırdıklarından kolayca 
			anlaşılabilir. Ayrıca saldırılar yalnız 'Beyoğlu'nun büyük vitrinli' 
			dükkânlarına karşı değildi. Ara pasajlardaki küçük ve yoksul 
			dükkanlara, ekmeklerini zar zor çıkaran sıradan insanlara karşı da 
			yönelmişti. İstanbul'un en yoksul mahallelerine de. Ama o yıllarda 
			milliyetçiliğe karşı çıkmalar Marksizm adına yürütülürdü; ve 
			Marksizme göre temel nedenler ille de ekonomik olmalıydı. Bu 
			yaklaşımı en açık bir biçimde Orhan Kemal'de görebiliyoruz: 'Halkın 
			istediği, her şeyden evvel ekmektir' (El Kızı- 1960).  
			 
			(1) Bu konuda ve bu yazıdaki göndermeler için bkz: H. Millas, Türk 
			ve Yunan Romanlarında Öteki ve Kimlik, İstanbul, İletişim, 2005.  |