| 
			  | 
          
			 
			
			 Orhan 
			Kemal, edebiyat tarihimizin en önemli kilometre taşlarından 
			biridir. Köyden kente, çırçır işçiliğinden İstanbul batakhanelerine 
			çok farklı coğrafyalarda ve farklı kültürel ortamlarda yaşamla yazın 
			arasındaki çizgide dolaşır… 
			
			  
			
			Orhan Kemal’i karihsel gelişim içinde çağdaşlarından ayrıcalıklı 
			kılan, sanatı ile hayat arasında kurduğu ilişkidir. Hayat karşısında 
			teğet durarak, anlatıcısıyla kahraman ve karakterlerini aynı 
			düzlemde tutarak, yazınsal gerçekliği bir metin dizilişinde kurmuş, 
			edebiyatımızda bir çağ açmıştır denilebilir. Çoksesli, çokbiçemli 
			bir yazardır… Bu tutumuyla da yaşadığı dönem için yazınsal bir 
			orkestra kurar. 
			
			  
			
			Yazınsal imgelem, içinde bulunduğu kültürel ortamın gereklerine göre 
			değişken bir kurulumla kendini gerçekleşir. 
			
			  
			
			"Çoksesli roman“ diye adlandırabileceğimiz bu kapıyı açan yapıtın 
			1932 yılında Sabahattin Ali tarafından kaleme alınmış Kuyucaklı 
			Yusuf olduğu söylenebilir. Sabahattin Ali’nin sonraki 
			romanlarındaysa, bu duruşun farklılaştığı, bir düşüncenin, bir bakış 
			açısının egemen kılınmaya çalışıldığı görülecektir. 
			
			  
			
			
			Orhan Kemal’in "piyasa" için yazılmış az sayıdaki yapıtı dışında 
			kahraman ve karakterlerini anlatıcı ile aynı düzlemde tutan bu genel 
			tarzı ise hemen hiç değişmemiştir. Gözlemcisi 
			olduğu olguları farklı bir estetik işçilikle metne taşıyarak içinde 
			bulunduğu toplumun kültürel dokusunu tüm yönleriyle gözler önüne 
			sermeye çalışmıştır. Tüm görüş ve duyumsayış alanını, her alanda 
			kendi dil ve biçemini kurarak yazınsal alana taşımayı başarmıştır. 
			Metninde güçlü bir yazar sesi yoktur. 
			
			Bahtin’in Dostoyevski anlatıcısında saptadığı o belgesel dille, 
			yalın konuşan bir anlatıcı sürüklemektedir Anlatıcı sesiyle karakter 
			ve kahramanların sesi aynı düzlem üzerinde duyulur. 
			
			  
			
			Bahtin, roman türü için örnek seçtiği, üzerinde ayrıntılı çalışmalar 
			yaptığı Dostoyevski’nin yaratıcı dehasını açıklarken şunları 
			söylüyor: 
			
			  
			
			“Dostoyevski’nin yaratıcı dehası, din, kültür, siyaset konularındaki 
			oldukça tutucu görüşlerine baskın çıkar ama bunun nedeni 
			romanlarında kendi görüşlerini dile getirmemesi, kahramanlarının 
			hepsine aynı uzaklıkta durması, dile getirdikleri düşünceler 
			konusunda tümüyle tarafsız kalması değildir. Bunların hiçbirisini 
			yapmaz ama anlatıcının sesiyle kahramanların seslerini aynı düzlem 
			üzerinde yan yana getirerek, hiçbirine fazladan bir otorite 
			barındırma olanağı tanımayarak romanda dile gelen karşıt bakış 
			açılarını daha yüksek bir düzeyde senteze ulaştıran bir anlatı 
			yapısından özenle kaçınarak çoksesli bir özgürlük ortamı yaratır. 
			(...) Dostoyevski için önemli olan kahramanının dünyada nasıl 
			göründüğü değil, her şeyden öncelikli olarak, dünyanın kahramanına 
			nasıl göründüğü ve kahramanının kendisine nasıl göründüğüdür. Yani 
			kahramanın kendisiyle ilgili bilinci romanın düzenleyici ilkesi 
			haline gelir. ‘Kahramanın her şeyi yutan bilincinin yanına yazarın 
			yerleştirebileceği yalnızca tek bir nesnel dünya vardır: kahramanla 
			eşit haklara sahip başka bilinçlerin dünyası’.” (M. 
			Bahtin, Problems of Dostoevsky’s Poetics, çeviren ve yayına 
			hazırlayan: Caryl Emerson, Austin, Texas, 1984, s. 47. Anan: Sibel 
			Irzık, Karnavaldan Romana, s. 11, Bahtin, Dostoyevski 
			Poetikasının Sorunları, s. 97- 100) 
			
			  
			
			
			Ömer Türkeş, Virgül dergisinde 
			yayımlanan yazısında Orhan Kemal dilini anlatıyor: 
			
			  
			
			“Çok kolay okunur, ilk bakışta çok basitmiş gibi görünür Orhan Kemal 
			romanları. Yukarıda sıklıkla vurguladığım toplumsal gerçekler 
			hikâyeye bir anlatıcı aracılığıyla sokulmaz, kişilerin ruh 
			tahlilleri ya da sayfalar süren mekân tasvirleri de yoktur. Sanki 
			yazar aradan çekilmekte, roman kişilerinin yaşadıklarını 
			gözlemlemektedir. Bu durumda olup bitenlerin aktarılması kişilerin 
			iç konuşmalarına ve diyaloglarına bırakılmıştır. Ancak bu konuşmalar 
			Kemal Tahir’in kişilerinin uzun, yoğun ve kimi zaman bıktırıcı 
			‘tirat’larına benzemez. Tersine, Orhan Kemal’de iç ve dış konuşma 
			olabildiğince yalın ve gerçekçidir; karşılıklı konuşmalarla bir 
			durumu, bir davranışı, bir çelişkiyi sergilerken roman kişilerinin 
			ruhsal durumunu iç konuşmalarla dışa vurur. Siyasal, toplumsal ve 
			ekonomik derinliği sağlayan da, yine büyük bir anlatım gücü taşıyan 
			iç ve dış konuşmalardır. Böylelikle Bahtin’in dikkat çektiği 
			çoksesliliği kendine özgü bir üslupla yakalayan Orhan Kemal, hem 
			karakter hem tip özelliğine sahip roman kişileri yaratmıştır.” (A. 
			Ömer Türkeş, “İşte Bizim Hikâyemiz”, Virgül, Sayı: 
			85, Haziran 2005). 
			
			  
			
			Orhan Kemal metinlerinde Tanrı katındaki bir anlatıcı 
			betimlemelerinin yerine kahraman ve karakterlerin kendi bakış 
			açılarından üretilmiş diyalogların egemen olduğunu, farklı bakış 
			açılarının görüntülendirme ve seslendirme için kullanıldığını 
			görürüz. Uzun uzun iç çözümlemeleri, anlatıcı bakış açısından uzun 
			uzadıya yorumlar yer almaz. 
			
			  
			
			Diyaloglarda da, kimi kez anlatıcı söyleminde de „hitabet tarzı“ 
			biçemde baskınlık kazanır.  
			
			  
			
			Hitabet tarzı, insan içselliğini açığa çıkarmada, diyalogun 
			gerçeklik sınamasındaki yerini pekiştirmede çok önemli bir kullanım 
			bulmaktadır. Bu konuda da Bahtin’in önemli saptamaları vardır: 
			
			  
			
			“İç insan üzerinde hâkimiyet kurmak, onu yalnız bir analiz nesnesine 
			dönüştürerek kavramak ve anlamak mümkün değildir; onunla 
			bütünleşerek, onunla empati kurarak ona hükmetmek de mümkün 
			değildir. Hayır, ona yalnızca diyalojik olarak hitap edilerek 
			yaklaşılabilir ve ancak bu yolla açığa vurulabilir – daha doğrusu, 
			kendisini açığa vurmaya zorlanabilir. Dostoyevski’nin anladığı 
			şekliyle iç insanın resmedilmesi ancak onun bir başkasıyla 
			söyleşisinin (communion) resmedilmesiyle olanaklıdır. ‘İnsandaki 
			insan’ ötekiler için olduğu kadar kişinin kendisi için de yalnızca 
			söyleşide, bir kişinin bir diğer kişiyle etkileşiminde açığa 
			çıkarılabilir.” (M. 
			Bahtin, Dostoyevski 
			Poetikasının Sorunları, s. 
			336)   
			
			  
			
			* 
			
			  
			
			Bereketli Topraklar Üzerinde (1954), Orhan Kemal yazınsallığı  için 
			erken bir yapıt gibi görünmekle birlikte, onun biçemsel 
			özelliklerini tamamıyla taşıma gücüne de sahiptir; örnek bir yapıt 
			olarak ele alınalibir. Toplumsal sorunlar, çalışma koşullarının 
			zorluğu, alabildiğine, insanlıkdışı sömürü, zorbalık işlenmekle 
			birlikte, bir ideolojik kalıbın olay örgüsünün içine taşınması söz 
			konusu değildir. Özgün bir yapı oluşturulmuştur, karakterleri 
			toplumsal mücadele içinde, yazarın kendi düşüncesini savunan birer 
			araç değil, kendileri olarak var olmayı başarmış özel, özgür, özerk 
			bireylerdir. 
			
			  
			
			* 
			
			  
			
			İş bulma, kazanma amacıyla Çukurova’ya giden üç arkadaştan ikisi, 
			Pehlivan Ali ve Köse Hasan orada ölmüş, İflahsızın Yusuf 
			düşlerindeki gazocağına da sahip olarak bir masal kahramanı gibi 
			yalnız dönmüştür. Yusuf’un romanın başında ve sonundaki dünyaya 
			bakışı arasında önemli bir ayrım varmış gibi görünür; 19. yüzyıl 
			egemeni bildungsroman yapısında olduğu gibi, kahraman bir evrime 
			uğramıştır sanki… Eleştirmenler, tek başına köyüne dönen Yusuf’un 
			karakter çözümlemeleriyle Orhan Kemal romanı üzerinde 
			değerlendirmeler yaparlar. 
			
			  
			
			Berna Moran, Orhan Kemal’in Yusuf’tan yana olmakla olmamak arasında 
			bir ikircilik geçirdiğini söylemekte (Türk 
			Romanına Eleştirel Bir Bakış, 2. Cilt, s 72). 
			
			  
			
			
			Fethi Naci, Yusuf’u 
			kendiliğinden bir gelişmenin (kavgasız, uzlaşmacı, duvarcı 
			ustalığını becermiş bir köylü) tek olumlu simgesi olarak görmektedir 
			(Fethi 
			Naci, On 
			Türk Romanı, s 61). 
			
			  
			
			
			Taylan Altuğ ise 
			Yusuf’u kendiliğinden ödün vermiş, dalkavukluk etmiş, insani yozluğa 
			ve bireyciliğe kaymış bir kişilik olarak tanımlamaktadır. (Türkiye 
			Defteri, Ağustos 1974, s. 39; anan: Berna Moran, agy, s 71) 
			
			  
			
			Böylesine farklı, birbiriyle çelişen yargıların oluşmasından hareket 
			ederek, roman yazarı Orhan Kemal’in, olayları kahramanlarının 
			gözüyle, onların içselliğiyle görmeyi başardığını, çoksesli bir yapı 
			kurmuş olduğunu söyleyebilmek çok da aykırı kaçmayacaktır.  
			
			  
			
			* 
			
			  
			
			Ekmek parası uğruna Çukurova’ya gitmek için birlikte yola çıkan üç 
			arkadaş birer şenlik insanıdır. Bahtin’in Budala’da Prens Mişkin 
			için yaptığı tanımlamayla “karnaval dobralığı“ içindedirler. 
			Rastlaştıkları kendi katmanlarından her insanda, her emekçide, 
			onlara yazarca biçilmiş olabileceği varsayılabilecek “üçlü yazgı 
			birliği” örselenir. Yeni karşılaştıkları insan, hemen onlardan biri, 
			kırk yıllık bir tanış gibi olur, üç arkadaş dışarıdan katılımların 
			olduğu tartışmalar sırasında bölünürler, yeri geldiğinde 
			birbirlerine karşı dururlar. Sıkça birbirlerine takılırlar, 
			gülüşürler. Birbirleriyle dalga geçerler. Burada, Anadolu köylüsünün 
			kuttörelerden edinilmiş “oyuncu” davranış tarzının öne çıktığını 
			söyleyebiliriz.  
			
			  
			
			Üç arkadaştan, hastalanan ve ölmeden önce yataklara düşen Köse 
			Hasan’a, iş güç tutmayan, işçilerden aşırdıklarıyla geçinen hırsız, 
			haydut karakterli Hidayet’in oğlu yardımcı olur. Ayağa kalkamayan 
			Köse Hasan’ın koluna girer, olmadı sırtına alır, pis tuvalete kadar 
			götürür, onun iğrenç dışkısının kokusunu çeker, kıçını çuval 
			parçasıyla temizler. Hidayet’in oğlu, işçilerin kaldığı ahırın ev 
			sahibi, hacı geçinen faizci Köse Topal’ın hırsızlıklarının 
			tanığıdır. Köse Topal, işçilerden para toplayıp yemek yapmakta, 
			sonra da bu yemeği başkalarına parayla satmaktadır. Hidayet’in 
			oğluna sus payı olarak yemek verir. Hidayet’in oğlu da kendi hakkı 
			olan yemeği yatalak durumdaki Köse Hasan’a eliyle yedirir. Sonradan 
			boğularak öldürülen Köse Topal’ın katili, Hidayet’in oğludur. 
			
			  
			
			Aynı kahraman, daha sonra gireceği patos işindeyse işçiler adına 
			savaşım verdiği için işine son verilen Zeynel’in yerine geçmeyi, bir 
			tür rütbe arttırımını hiç ikirciksiz kabul edecektir.  
			
			  
			
			Köse Hasan’ın köyden birlikte çıktıkları arkadaşı Pehlivan Ali, 
			olabildiğince uygunsuz iş koşulları nedeniyle hasta olup yataklara 
			düşmüş arkadaşını el kapısında, parasız pulsuz, hasta yatağında 
			bırakmış gitmiştir ama, ilkin kendisine yapılan Zeynel’in yerine 
			çalışma önerisini kabul etmeyecektir. “Yiğit adamın yerinde çalışmam 
			ben arkadaş. Yiğit ölür, namı kalır. Çalışmam ben!” diyecektir. (Bereketli 
			Topraklar Üzerinde, s. 319) 
			
			  
			
			* 
			
			  
			
			Orhan Kemal karakterleri de Dostoyevski’nin karakterlerini 
			andırırlar. En belirgin özellikleri, “kendileri gibi” olmalarıdır. 
			Her bir karakter için ayrı görünen bir hayat vardır. Tek bir 
			anlatıcının ürettiği tutarlı tiplemeler değildir onlar. Roman 
			kahramanları, bir anları diğer anlarını tutmayan o bildik insanın 
			gölgesi gibidir. 
			
			  
			
			Pehlivan Ali, saf, dümdüz, kaba saba bir köylüdür. Bahtin’in 
			Dostoyevski’nin kimi kahramanlarında bulduğu “karnaval dobralığı” en 
			çok onda yaşam bulmuştur. Genelevde iri yapılı bu adamın kendisini 
			seçmesinden ötürü önceleri biraz rahatsızlık duyan ufak tefek yapılı 
			orospu, onun davranışlarından, safça konuşmalarından müthiş 
			etkilenir. Genelevdeki diğer kadınların da hemen 
			gözlemleyebildikleri gibi, ona “tutulur”. 
			
			  
			
			Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde adlı yapıtındaki en 
			önemli ayrıntılardan biri, ikinci baskıda yaptığı bir değişikliktir. 
			Yola çıkarken şehirlilerden birer cin, tehlikeli, yoldan çıkmış 
			yaratık olarak söz eden Yusuf, dönüşte şehirlileri birer enayi 
			olarak görmekte, şehirliyi küçümsemektedir. Kendine güvenli bir 
			havası vardır, böbürlenmektedir. Klasik roman yapısındaki başla son 
			arasındaki karakter değişimi, kahraman evrilmesi, gelişme 
			gerçekleşmiş gibidir. Kahramanın Lukácsçı, bütünlüklü bir dünya 
			arayışı yolunda önemli bir adım atılmıştır ki, her şey altüst 
			oluverir: Yusuf’un tanışıp birlikte çay içtiği, konuşmaya başladığı, 
			başlangıçta Yusuf’un konuşmalarıyla eğlenen istasyon görevlisi 
			birden öfkelenir;   
			
			  
			
			“- Bana bak bana dedi. Deminden beri boyuna dinlettin. 
			Anlattıklarını yedim belleme. Hem sana bir şey deyim mi? Köyünden de 
			çıkmaya kulak asma. 
			
			  
			
			Yusuf küçük memurun gerçek yüzüyle karşılaşınca şaşırmıştı: 
			
			  
			
			Niye? 
			
			  
			
			Şehri pislettiğiniz yeter! 
			
			  
			
			Biz mi pisletiyoruz? 
			
			  
			
			Fazla konuşma, gözü açıklığa da lüzum yok. Yallah, marş!” diyerek 
			kovalar onu. (Bereketli 
			Topraklar Üzerinde, s 369)  
			
			  
			
			Yusuf’taki değişim üzerine kafa yoran, geride ölüsü kalmış iki 
			arkadaşıyla ilgili anıları onun kişiliğinde saklayan okur bu sahne 
			ile altüst olur. İkinci baskıya eklenen bu parodik söylem, Orhan 
			Kemal’in yazınsallığı, kahramanlarının roman içindeki gelişimleriyle 
			ilgili değerlendirmeler yapan eleştirmenlere verilmiş bir yanıt 
			gibidir: yani, kahramanları ve karakterleri bildikleri gibi 
			davranırlar! “Gözlemlenen kişilik değişimi”yle dalga geçilerek 
			anlatıcının önceden belirlenmiş bir sona ulaşma kaygısı olmadığı 
			gösterilmek istenmiştir sanki. 
			
			  
			
			Orhan Kemal’in diğer romanlarında da insan ilişkilerinde bir 
			tutarlılık, süreklilik gözlenmez. Nereye varacağı belli olmayan bir 
			devinim vardır. Karakterlerinin yalnızca birbirlerine karşı olan 
			duygu ve düşüncelerinde değil, dünyaya bakışlarında da değişimler 
			görülüyor olsa da, amaç bir senteze varmak, anlatıyı bir sonuca 
			götürmek değildir… “Yazar olarak kendimi aradan çekip okuyucumu 
			anlattığım şeylerle baş başa bırakıyorum” diyen Orhan Kemal’in (Mustafa 
			Baydar, Edebiyatçılarımız 
			Ne Diyorlar, s 116; anan: Berna Moran, agy, s72) bu tutumu, 
			Bahtin’in Dostoyevski için söylediklerini anımsatıyor: 
			
			  
			
			“Dostoyevski için önemli olan, kahramanın dünyada nasıl göründüğü 
			değil, öncelikle dünyanın kahramana nasıl göründüğü ve kahramanın 
			kendi kendisine nasıl göründüğüdür.” (Bahtin, Dostoyevski 
			Poetikasının Sorunları, s 97). 
			
			  
			
			  
			
			
			Alper Akçam 
			
			  
			
			(Değerli yazarımız Orhan Kemal’i  2 Haziran 1970 yılında kaybettik. 
			Ölümünün 42. Yılında saygıyla anıyoruz.) 
			
			  
			
			
			Gerçekedebiyat.com 
			   |