| 
			  | 
          
			  
  
			
			Orhan Kemal’in beni çok 
			etkileyen ifadeleriyle başlayalım istiyorum sohbete: “İnandığım 
			doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu 
			doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma 
			hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir...”diyor. Bu kendi 
			beyanı. Biz bunlarla, yani kendi ağzından işittiklerimizle, romancı 
			ve öykücü kişiliğiyle ve elbet kavgasıyla tanıyor, biliyoruz Orhan 
			Kemal’i. Fakat Orhan Kemal’i bir de oğlundan dinleyelim istedik… 
			 
			
			O söz şu anda müzede de yazılı. 
			Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te Ceyhan’da dünyaya gelmiş. Babası I. 
			Dünya Savaşı’nda o sırada Çanakkale Cephesinde topçu subayı. Ve 
			kendi dedesi oğlunun doğduğunu babasına bir telgraf ile bildiriyor. 
			O telgrafın metni de Baba Evi’nin girişindedir: ‘Ben de dehr’in 
			sitemin çekmeğe geldim dehr’e’. Yani dünyanın sıkıntısını çekmeye 
			geldim dünyaya. Gerçekten işte 56 yıllık ömrü böyle sıkıntılarla 
			geçiyor ki o söz o açıdan da çok çok önemli. Çünkü kendisi halkın 
			yanında durduğu için bir bedel ödetiyorlar. O ödetilen bedelden 
			dolayı hiçbir zaman şikâyetçi olmadı. Çünkü o, kalemiyle bu 
			mücadeleye atılmış bir insan. Belki de büyük mirası da o söz. Bu 
			aslında belki günümüzde de şiar olacak bir söz. Tabi bunu biz şiar 
			ediniyoruz da maalesef herkes edinmiyor. O açıdan Orhan Kemal’in 
			halkın yanında durması halk ile birlikte bu çalışmaları halk için 
			yapmış olması onu tabi ki 42 yıl sonra da yaşatıyor. Ona birtakım 
			sıkıntılar çektiren çeşitli kurumlar, kişiler bugün anılmıyorlar 
			bile. Ama Orhan Kemal var, bundan sonra da olacak. Ben olsam da 
			olmasam da olacak. 
			
			Ben ona 13 yıl tanıklık ettim. 
			Onun çektiği sıkıntıların çoğunu ben de çektim, ben de yaşadım. Hiç 
			olmazsa ölümünden sonra anısının geleceğe taşınmasında biz bir katkı 
			verebiliyorsak ne mutlu… Sadece aile açısından değil Türk toplumu 
			için de Orhan Kemal’in veya o dönemin tüm toplumcu gerçekçi 
			yazarlarının çok önemli mesajları, duruşları var. Yani her şeyden 
			önce halkın sıkıntılarını kimse söylemezken onlar söylemişler. Tabii 
			ki ilk söyledikleri için de klasikler arasına girmişler. Kolayı yok 
			muydu bu işin? Tabi ki vardı. Bunları irdelemez ve söz etmezdiniz. 
			Orhan Kemal’in kitaplarının her birinde belli birtakım toplumsal 
			mesajlar, çözümler var. Sorunları dert edinmiş çağdaş bir sanatçı.
			 
			‘Dert 
			edinme’nin üzerinde duralım biraz dilerseniz burada. Orhan Kemal’in 
			yaptığı bir içeriden müdahale bana kalırsa. Aslında dillendirdiği 
			kendi kavgası da, kendi mücadelesi de aynı zamanda. Bir başkasının 
			yarasından söz etmiyor belki de… Kendisi de taşıyor o yarayı ve 
			Orhan Kemal’i bunca sahici kılan da o belki. İşte ‘dert edinmek’ 
			meselesi tam da buraya denk geliyor sanırım. Başka türlü bir şey 
			anlatamazdı gibi geliyor bana, o yarayı unutup… Yanılıyor muyum? 
			
			Onun bir söylemi var: “Ben, en 
			iyi bildiğim konuları yazıyorum.” diyor. Halkı çok iyi biliyor. 
			Çünkü halk ile birlikte, halkın arasında. Onu bir takım zengin 
			kişilerin sofralarında göremezsiniz. Üç-beş arkadaşıyla Sirkeci’de 
			Adana kebap evinde oturup günlük olayları konuşur. Ya da esnaf 
			kahvelerinde oturur; mesela onun Cağaloğlu’nda gittiği Meserret 
			Kahvesi, İkbal Kahvesi var. Hem arkadaşlarıyla hem bütün kahve 
			müdavimleriyle birlikte o gün olan olaylar konuşuluyor. Edebiyat, 
			hayat konuşuluyor. Hayatın içinde olan bir yazarın, hayattan 
			kopmaması için zaten halkın içinde olması lazım. Eserlerinin bu 
			kadar candan, bu kadar güncel, bu kadar olayların içinde olması da 
			bundandır… Yani, siz okuduğunuz zaman o hayatın içindesiniz. Yan 
			komşunuz veya sokakta tanıdığınız amca, dede, başka bir emekli, bir 
			işçi, işçinin sorunu, onların küçük hayalleri. Çok büyük hayaller de 
			değil; çünkü o insanların renkli hayatı içinde bir gaz ocağı her 
			şeye bedel, bir radyo çok önemli. Bunlar çok ufak şeyler. Ama öyle 
			bir yaşam temposunun içindeki bu insanlar onlara bile kavuşmak için 
			çok zorlanıyorlar. 
			
			Tam da burada bir şey 
			soracağım size. Orhan Kemal, insanı içerisinde bulunduğu koşullarla 
			birlikte değerlendiren, iyi bir gözlemci ve çok da iyi bir romancı. 
			İnsandaki töze kıymet veriyor daha ziyade. Çevresel koşulların o 
			kişilerin sahip olduğu cevherin ortaya çıkarılmasının önünde bir 
			engel olduğu iddiasında. Bu yüzden insana, insanın tözüne kıymet 
			veren bir yazar. Günlük yaşantısını da bu inancı mı biçimlendirirdi 
			peki? İnsan ilişkileri nasıldı örneğin?  
			
			Orhan Kemal, şu anda çıkıp gelse 
			siz, çok iddialı konuşuyorum ‘Orhan Ağabey’ diye koluna girerdiniz. 
			Bu kadar sıcak, bu kadar pozitif, ortamı bir anda esprilerle 
			dolduran, size takılan, hoş şeyler söyleyen. Benim aklımdaki resim 
			o. Pek çok arkadaşı da zaten bunu hep ifade ediyorlar. Bakın Semih 
			Balcıoğlu’nun anlattığı bir örnek var. Der ki: “Baban İkbal 
			Kahvesi’ne geldiği zaman, onun bir yeri vardı, oraya geçerdi. Biraz 
			sonra onu tanıyan tanımayan herkes bir tabure alıp yanına geçerdi.” 
			
			Bir an espriler, günlük birtakım 
			olaylar konuşulup, ciddi hava bir anda kahkahalarla kırılıp 
			geçiyordu. Bir süre sonra çok iddialı tavla maçları, babam Edip 
			Cansever veya Muzaffer Buyrukçu ile yaptığı tavla maçları ve sanki 
			Fenerbahçe-Galatasaray maçı gibi taraftar topluyordu… Bakıyorsunuz, 
			dünya edebiyatında bir yeri olan Orhan Kemal, orada tavla oynuyor. 
			Bu halk ile birlikte olduğunun en net göstergesidir. Bu yüzden onu 
			çok seviyorlar. Hâlâ hayatta olan dostları var. Bir tanesi, Fikret 
			Otyam örneğin. Bu, verdiği enerjinin, o sıcaklığın sayesinde oluyor. 
			Bilgisi hayattan beslenmesi, belki üniversite okumuş değil; ama 
			hayat üniversitesi ve elbet en büyük üniversite Nâzım Hikmet 
			üniversitesinden gelmesi; yani böyle bir deryanın içinden gelmesi 
			size her şeyi çok rahat anlatabiliyor. Orhan Kemal’in de bilge ve 
			filozof bir yanı vardı. Birisi de çıkıp kötü bir arkadaştı demedi, 
			ben rastlamadım. Buna rağmen Orhan Kemal şu anda bile yeterince 
			incelenmedi. Ama işte bu çalışmaların pek çok kapıyı da açacağına 
			inanıyorum. 
			
			Peki, nasıl bir babaydı, 
			nasıl bir eşti Orhan Kemal? Gerçi 13 yaşında kaybettiniz babanızı 
			ama mutlaka vardır anımsadıklarınız… 
			
			Yazarlar, sanatçılar zor 
			insanlar. Onlar devamlı hayattan beslendikleri için yaratıcılığın ne 
			zaman ne olacağı belli değildir. Burada önemli olan unsur aslında 
			belki annemiz. Onu ben her zaman ailenin kahramanı olarak 
			nitelendiriyorum. Babamız ekmek peşinde koşuyor. Her gün mücadele 
			ediyorsunuz. İşte kendi deyimiyle bir gazete tefrika için sipariş 
			veriyor, onu yerine getiriyor, senaryo yazıyor. Bunların hepsi o 
			hayat temposu içinde bir uğraş, tabi evde çoluk çocuk var. Bunların 
			yönlendirilmesi anneye ait oluyor. Bu yazı çizi dışında siyasi bir 
			duruşunuz var. Bir de takip altındasınız. Orhan Kemal sadece yazma 
			çizme değil, o tür yönde de devamlı baskı altında. Kadın olarak bir 
			de buna karşı da mücadele ediyor. İkide bir babanız hapiste. Tabii 
			aileyi toparlayacak, dayanışmayı sağlayacak bir güç olması gerek. 
			Annem gerçekten babamın yanında duran güçlü kişidir ki babam da 
			bunun bilincindeydi. 
			‘Cemile’, 
			onun için yazdığı kitaptır. Kitabın ikinci baskısında kitaba annem 
			için şöyle yazmış, “yıllardır kahrımı çekmekten usanıp yorulmayan 
			cefakâr karıma”. Gerçekten cefa çekmiştir, yılmamıştır. Annem 
			gerçekten, çok bir şey istemeden sadece kocasının, çocuklarının 
			yanında durmak adına bu duruşu sergilemiştir. Bu yüzden babama bu 
			tür bir soru sorulduğunda annemin de çok önemli olduğunu 
			vurguluyorum.  
			
			1951’de İstanbul’a göç… Ve o 
			tarihten sonra yalnızca kalemiyle geçinmeye başlıyor Orhan Kemal. 
			Peki, İstanbul ile arası nasıl? Sanıyorum “Kötü Yol” romanında, 
			İstanbul’un, uçurumun kenarına çağıran hayli davetkar bir çiçek 
			olduğundan ve daha sonra uçurumdan aşağı düşüşünüzü yalnızca 
			seyretmekle yetindiğinden söz ediyordu. Nasıldı arası İstanbul ile? 
			
			1951 baharında çoluk çocuk 
			İstanbul’a göç edilir. İstanbul; basının, edebiyatın, kültürün bir 
			yerde beşiği. İstanbul’da pek çok dostu, arkadaşı var babamın da. 
			Yayın dünyası burada. Babası da 1949’da öldükten sonra dayanacağı 
			kişi de kalkınca babam artık İstanbul’a adeta itildiğinden söz 
			ediyordu. Önce Beyoğlu’nun Tarlabaşı semtinde, Bursa Cezaevi’nde 
			beraber kaldıkları İzzet abi, onun kaldığı evin iki odasında 
			kalıyorlar. Daha sonra Fener’e geçiyorlar. Tabii babam sürekli 
			yazıyor ama her yazdığı para olmuyor ki. Bir mektubunda Otyam’a 
			yazıyor: “Cağaloğlu’nda yürüyorum”, diyor “Remzi Kitabevi var, bu 
			kadar kitap yazmışız”, diyor, bekliyor Remzi Kitabevi’nin sahibi 
			“Ooo, Orhan Bey, buyurun gelin, yeni eserleriniz var mı, hemen 
			verin, alalım, basalım, paranızı da buyurun,” denilmesini bekliyor, 
			fakat öyle bir hareket yok. Buna çok üzülüyor. 
			
			Babam, bugünün yazarları ile 
			kıyaslanmayacak mütevazılıkta. Tabii yine o kuşak yazarlar var onlar 
			hala sessiz bir kenarda oturup sadece ürünlerini meydana 
			çıkarıyorlar. Ama günümüzde tanıtım esas biliyorsunuz. Bir kitabı 
			duyurmak için her türlü medya çalışmasını yapıyorsunuz. 
			Tanıtmazsanız, duyuramazsanız.  
			
			Orhan Kemal, yalnızca iyi bir 
			romancı değil. Belki diğer tüm toplumcu gerçekçi yazarlar gibi, bir 
			dönemin de aynası aynı zamanda yazdıklarıyla. Bir okul görevi de 
			üstleniyor bu yanıyla. Bilhassa işçi sınıfı için bana kalırsa. Çünkü 
			söylemiş, anlatmış olmakla kalmıyor, aynı zamanda yol da gösteriyor. 
			Buna rağmen belki hak ettiği değeri bugün bile henüz görebilmiş 
			değil… Ne dersiniz? 
			
			Bugün aslında şey için de 
			geçerli; yani her ne kadar güçleri kaybettirilse de mesela 
			sendikalar hala var; ama sendikalar kendi aralarında bu kitapları 
			yaygınlaştırıp okutmuyorlar. Kendi üyelerine gidip yayınevinden 
			belli indirimlerle alıp üyelerine bunları iki-üç ayda bir belli 
			kitapları hediye etmeleri, okunmalarını sağlamalılar. Bir destek ise 
			bu olmalı. Bu çok önemli bir şey. Bizim görünür kılmamızın bir yerde 
			sonuçları bu olmalı. Okunmalı… Herkes Orhan Kemal’in adını biliyor, 
			herkes “Murtaza”yı biliyor, ne bileyim dizi olarak “Hanımın 
			Çiftliği”nden biliyor; ama okumamış. Bir okusa zaten hayatı, bakışı 
			değişiyor. Günümüzün bazı sıkıntılarına karşı iyimserliği oluşuyor, 
			hayata umutla asılıyor. Orhan Kemal’in kitapları bir nevi ilaç. 
			Panik yok, sıkıntı yok, olumlu görebiliyorsunuz. Elbette o 
			kitaplarda sıkıntı var, yazar bir şey anlatmak istiyor, orada bir 
			cümlede bir şey söylüyor, onu yakalamak çok önemli. Orhan Kemal 
			hayatta kalma savaşını yazıyor. İstanbul’a karşı çok büyük bir 
			sevgisi var. Buradaki küçük insanlar onun kaleminde birer kahraman 
			olarak eserlerine giriyor. O karakterler, hepimiziz aslında. 
			 
			 
			‘BİR İYİLİK USTASI’ 
			
			Çok mütevazı bir yazar 
			olduğundan söz ettiniz. Bunu söyleyen tek kişi siz değilsiniz. İyi 
			insanlığından, iyi adamlığından, iyi romancılığı kadar söz eden var 
			ki şair Ahmet Güntan bunlardan bir tanesi. Haberdarsınızdır büyük 
			olasılıkla... Orhan Kemal’in iyi kalpli bir yazar olduğunu ve 
			bilinenin aksine iyi bir yazar olmak için iyi de bir kalp taşımak 
			gerektiğini söyler Güntan. Ve bugün zekâsını yenmiş, iyi kalpli 
			yazarlara gereksindiğimiz iddiasındadır. Dahası, Orhan Kemal’in de 
			zekâsını yenen büyük bir yazar olduğunu söyler. Ne dersiniz bu 
			konuda? 
			
			Zaten iyi yürekli olmasaydı, o 
			kişileri, hatta o kişilerin sorunlarını gündeme getirmezdi. Kendi 
			çıkarlarının peşinden yürür giderdi. Bunu o dönemde de şimdi de 
			yapan çok insan var tabii. Burada Haydar Ergülen de ona ‘iyilik 
			ustası’ der ve mesela Türkiye İşçi Partisi’ni Türkiye İyilik Partisi 
			olarak değiştirir ve önderlerinden birisi olarak Orhan Kemal’i 
			gösterir. İyilik, sadece ‘ben çok iyi bir yazarım’, demekle değil, o 
			insanların sıkıntısının ‘niçin’ini çok iyi bilmek ve çözmekle 
			mümkün. Bakın okuyucu samimiyeti hemen anlar. O satırlarda samimiyet 
			var. Onun yanında duran, onun sorununu devamlı irdeleyen, anlatan 
			bir iyi yürek insanı olduğunu biliyor okuyucu ve bu sayede babamın 
			romanları okuyucu ile buluşuyor. Bu bir yürek ve sevgi birliği. 
			İhanet etmiyor, onları satmıyor. İnsanız elbette hepimizin iyi ve 
			kötü yanları var. Hiçbirini öne çıkarmadan bütün o insan mozaiğini 
			anlatıyor. Hiçbirimiz doğru insan değiliz aslında. Hepimizde 
			yanlışlıklar var. İşte bunların hepsini yazar bir estetik bakış ve 
			yazışla anlatıyor. Siz bazen arkadaşını gammazlayan, arkadaşını 
			satan, yükselmek için onun sırtına basan insana bile kızamıyorsunuz. 
			Onun o hâle gelmesinde ötekinin de suçu olduğunu çok iyi anlatıyor. 
			İşte bu kelimelerin sihirbazı yazarımız, ‘tanrı yazarlar’ dedikleri 
			yazarlardan bir tanesine sahibiz. 
			
			Çok sayıda edebiyatçının 
			Orhan Kemal ile ilgili değerlendirmelerinden biri de bilgece bir 
			tavrı olduğu yönünde. Başka bir yerden hayata baktığı iddiasındalar. 
			Kabul edersek bunu, bilgeliğinden söz edilen bu adam sizin 
			babanızdı. Bir romancı olmaktan çok, babanız olarak size de kattığı 
			çok şey olmuştur mutlaka değil mi? Küçük yaşta babayı kaybetmek 
			güç. Baba, bir yerde güvendir, dayanağınızdır. Tabii 1970’den sonra 
			annem hem babalık hem annelik yaptı bize. Ama baba başka bir 
			figürdür. Babanızla siyaset de konuşursunuz, bilim de, hayatı da 
			konuşursunuz. Annenizle konuşacağınız şeyler çok daha farklıdır. 
			Orhan Kemal duruşuyla, davranışıyla kendine bir yol açmıştır ve hiç 
			kimse elinden tutmadan yapmıştır bunu. Sadece yürümüştür o, hala da 
			sürüyor yürüyüşü. Orhan Kemal, kendi yolunu kendisi açmıştır ve Türk 
			edebiyatında çok önemli bir yerdedir.
			Ben onu böyle görüyorum. 
			Hepimizin bir hazinesi sandığı açtık içinden bir iki şey aldık 
			sadece. Belki bizlerden sonra değerlendirmeler yapacaklar, Orhan 
			Kemal belki o zaman çok daha farklı bir yerde olacak. Şimdi ayın 
			beşinde Adana’da çok güzel bir parkta Yaşar Kemal, Abidin Dino ve 
			Orhan Kemal’in heykeli yapıldı ve açılacak. Belki bir gün daha büyük 
			heykeller yapılacak, bir kültür adamının, yeri çok daha farklı 
			yerlerde olacak ve ben öyle düşünüyorum. Ben Orhan Kemal’i bir 
			amiral gemisi olarak görüyorum. O diğer bütün yazarların ve Türk 
			edebiyatının önünü açıyor. Çünkü küçük insanları, halkı, hayatı 
			anlatıyor. Yabancı ülkede okuyan insanlar Türk edebiyatını Orhan 
			Kemal ile tanımaya başlıyorlarsa arkasından bütün kitapları da bütün 
			yazarları da okurlar. 
			  
			“NAZIM 
			HİKMET BANA, BAKMASINI ÖĞRETTİ.” 
			
			Nâzım Hikmet ve dostlukları. 
			Ne tuhaftır ki hüküm giymesine sebebiyet veren şairle Bursa 
			Cezaevi’nde karşılaşır. Dahası koğuş arkadaşı olurlar. Nasıl 
			anlatırdı Nâzım Usta’yı? 
			
			O konuda da şanssızım işte. 
			Ondan, dostluklarını hiç dinleyemedim; ama babamın hepimize miras 
			bıraktığı ‘Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl’, bu anı kitabını, hem onun 
			tuttuğu günlükleri hem mektuplarından bazı örnekleri koyarak biraz 
			daha genişlettim. Müthiş bir dostluğu, müthiş bir sevgiyi, Nâzım 
			Hikmet’in sıcaklığını anlatan bir kitap.  
			
			Askerliği sırasında Nâzım 
			Hikmet’in şiirlerini okuması, onun şiirlerini takdir etmesi, Niğde 
			Kütüphanesi’ne gidip ‘Neden Nâzım Hikmet’in kitapları kütüphanenizde 
			yok?’ demesi, bunların hepsi ona beş yıllık bir mahkûmiyeti 
			getiriyor, o dönemin ceza yasasının 94. maddesine istinaden. Tabi ki 
			babam bir gün Nâzım Hikmet ile 52. Koğuşta yatacağını bilmiyordu. 
			Ama işte en son Adana Cezaevi’nden Bursa Cezaevi’ne nakledildikten 
			sonra hayatına yine mahkûm olarak devam ediyor. İşte Nâzım Hikmet 
			Bursa Cezaevi’ne geldiğinde eski mahkûmlar etrafını sarıyorlar. 
			Hapishanenin şairi var diye babamı takdim ediyorlar. Babamın 
			karşısına geçtiği zaman Nâzım Hikmet, ‘Ben Nâzım Hikmet.’ deyip 
			elini uzatıyor. Tabi bunlar babamda farklı birtakım düşüncelere 
			sebep oluyor. Çünkü Nâzım Hikmet onun için bir Everest, yüce bir 
			dağ. Aşılamayacak çok büyük bir insan olarak görüyor onu. Ama Nâzım 
			Hikmet sıradan bir kıyafetle gelip karşısında durunca ve tabii ki 
			herkesle çok candan olması, babamla yakın olması…  
			
			Elbette daha sonra Nâzım Hikmet 
			babamın neden içeri düştüğünü öğreniyor. Nâzım Hikmet’in genel bir 
			yapısı, hiçbir koğuşta yalnız kalmıyor. Birileriyle kalmak istiyor 
			ve babama sizinle kalabilir miyim, diyor. Babam müdüriyet izin 
			verirse elbette, diyor. Daha önce savcılık Bursa Cezaevi’ne telefon 
			ediyor. Nâzım Hikmet’i tek koğuşta yatıracaksınız, diyorlar ve 
			kiminle temasa geçerse kendine benzetir, diyorlar.  
			
			Cezaevinden çıktıktan sonra 
			Nâzım Hikmet ile bu dostlukları mektuplaşarak devam ediyor. Hatta 
			1944’te babam bir mektup yazıyor, Nâzım Hikmet’e. Annemin hamile 
			olduğundan bahsediyor. Nâzım Hikmet de kimseye sözünüz yoksa eğer 
			doğacak çocuk erkek olursa, bir mani teşkil etmezse benim ismimi 
			verin, diyor. Ve babam da 1944’te doğan abime Nâzım adını veriyor. 
			Babamın Nâzım Hikmet sevgisi çok farklı ki ona üstat olarak, usta 
			olarak hitap ediyor. Babam hep Nâzım Hikmet için şöyle der, “Nâzım 
			Hikmet bana bakmasını öğretti”. Babam ustasını her yerde her zaman 
			anmıştır. Hatta bazı kitaplarında yer alan, adı anılan o ustaları 
			biraz kurcalarsanız hep Nâzım Hikmet çıkar altından. Biraz bilge bir 
			çift laf eder, fazla bir şey söylemez, uzun uzun tiratlarda 
			bulunmaz, bir tek cümle söyler ve bırakır. Bu insanı aslında bir 
			yerlere yönlendirir. Hatta romanlarının birinde daha da ileriye 
			gider ve sarı saçlı, mavi gözlü diye betimleme de yapar. Bu işte 
			Nâzım Hikmet’i yaşatan davranışlardır. Babamın ilk çıkan ‘Baba 
			Evi’ni ardından hemen çıkan öykü kitabı ‘Ekmek Kavgası’nı Nâzım 
			Hikmet’e göndermiş ve Nâzım Hikmet mektuplar ile bu kitapların 
			eleştirileri yapmış. Bursa Cezaevi’nden bile öğrencisine, çırağına 
			yol göstermiş. Biliyorsunuz 1950’de Nâzım Hikmet serbest kalıyor, 
			bizimkiler Nisan ‘51’de İstanbul’a geliyorlar. Haziranın ilk 
			pazarında Nâzım Hikmet evinde ve daha sonra da sanıyorum Moda 
			Parkı’nda veya Yoğurtçu Parkı’nda iki aile buluşuyor. Bütün pazarı 
			beraber geçiriyorlar ve bir hafta sonra Nâzım Hikmet bir daha geri 
			dönmemek üzere gidiyor. Ve 1963 yılında babam radyo dinlerken Nâzım 
			Hikmet’in ölüm haberini aldığında hüngür hüngür ağlamış.  
			 
			Peki, Orhan Kemal’in adını 
			yaşatabilmek için bugün neler yapıyorsunuz? 
			
			Şimdi elimizde, daha doğrusu 
			arşivlerde kalan her türlü belgeyi paylaşmak için çıkarıyorum. Yeni 
			bir kitap daha hazırladım yayınevine verdim, bu kitabın da adı 
			‘Zamana Karşı Orhan Kemal’. Onun eserleriyle ilgili yapılan 
			eleştirileri derledim. Ama daha çok onu yerden yere vuran 
			eleştirileri tercih ettim. Kısaca Orhan Kemal’i de eleştirmişler. 
			Övgü yapanlarında mesela bilinen isimleri aldım, Oktay Akbal, Fethi 
			Naci. Bu tür isimler genellikle okuduğunuz zaman size de katkıda 
			bulunur, Orhan Kemal’in ne taraftan okunması gerektiğini de söyler, 
			yardımcı olur.  
			
			Tüm bunlar, bir amaca hizmet 
			ediyor. Çünkü 2014 yılı, Orhan Kemal’in yüzüncü yaşının kutlanacağı 
			yıl. Biz babamın doğum gününü sağlığında hiç kutlayamadık. O açıdan, 
			yüzüncü yaşını çok büyük bir coşkuyla kutlayalım istiyoruz. Bu 
			bağlamda Kültür Bakanlığı’na bir yazı yazdım. On sekiz maddelik bir 
			öneriler bütünü… 2014 yılı için neler yapılabileceğini kapsayan… 
			Orhan Kemal, yabancı dillere en çok çevrilen Türk romancı. Bu 
			sebeple bir UNESCO başvurusu dahi yapılabilir. Uluslararası anlamda 
			Orhan Kemal yılı ilan edilmesi için. Ama tabii ailenin desteği ve 
			talepleri bir yere kadar.  
			
			Bir de fotoğraf albümü 
			düşünüyorum 2014 yılı için. Müze için çalışmalara başladığımızda 
			yetmişe yakın fotoğraf vardı. Şu anda üç yüz elli, dört yüze yakın 
			fotoğraf var elimizde. Bir diğer tasarım da Orhan Kemal’in 
			mektuplarını derlemek yönünde. Ona yazılan mektuplar, onun yazdığı 
			mektuplar… Belki hacmine göre iki kitap olarak da çıkabilir. 
			Böylece, arşivimizde yer alan Orhan Kemal’e ait tüm belgeleri, 
			bilgileri kamuoyuyla paylaşmış olacağız. Adına verilen bir ödül de 
			var bildiğiniz gibi. 41. si veriliyor bu yıl. Orhan Kemal Roman 
			Armağanı’nı kazananlar arasında, Yılmaz Güney’den Sevgi Soysal’a, 
			Orhan Pamuk’tan Yaşar Kemal’e kadar çok sayıda önemli isim yer 
			alıyor.  
			
			Bir de Beyazıt’ta Orhan Kemal İl 
			Halk Kütüphanesi var biliyorsunuz. Bizleri çok mutlu etmişti bu 
			haber. Şimdi yine 2014 yılı için talep ettiklerimiz arasında, 
			Çukurova Üniversitesi’nin adının Orhan Kemal Üniversitesi olarak 
			değiştirilmesi de yer alıyor. Sizin aracılığınızla da duyurmuş 
			olalım bunu. Umarım gerçekleşir.  
			
			Yine Orhan Kemal’in 100. yaşı 
			için hayallerimizden biri de, 2014 yılında Kültür Bakanlığı ve Milli 
			Eğitim Bakanlığı’nın birlikte çalışmalarıyla bir milyon kişiye Orhan 
			Kemal kitabı ulaştırmak.  
			 
  
			“BİZ 
			İŞÇİLER HATIRAN ÖNÜNDE SAYGIYLA EĞİLİYORUZ.” 
			
			Belki sendikalarla iş birliği 
			de önerilebilir bu aşamada. Ne dersiniz? Çünkü ben, işçi sınıfına 
			ulaşmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette bütün kesimleri 
			kucaklayan bir yazar. Fakat Orhan Kemal gibi bir ismin, işçi 
			sınıfına ulaşması da öncelenmeli gibi geliyor bana. Yaşadığı dönemde 
			de söz konusu sınıf tarafından sahiplenildiğini, benimsendiğini de 
			biliyorum çünkü. Hatta cenazesinin sınırda işçiler tarafından 
			karşılandığını biliyorum. Nedir olayın aslı? 
			
			Bahsettiğiniz olayın fotoğrafı 
			var. Ben size gösteririm müzede. Babaeski’de bir grup işçi yolumuzu 
			kesti. Cenaze arabası diye bir kaptıkaçtı ile geldi Bulgaristan’dan. 
			Konvoyda o aracı takip ediyorduk. Bir kartona kara kalemle bir yazı 
			yazmışlar: “Biz işçiler hatıran önünde saygıyla eğiliriz.” şeklinde. 
			Onu da minibüsün önüne koyduk. O fotoğraf orada çekildi, yolculuk 
			boyunca arabada asılı kaldı. Hala o yazı, güneşte çok solmasına 
			rağmen, bizim Basınköy’deki evimizde durur. Tabii ki işçi sınıfının 
			Orhan Kemal’in yanında durması, onun anısına sahip çıkması çok 
			önemli. Şişli Camii’nden cenazesi kaldırılırken hep işçiler, halk, 
			küçük insanlar vardı orada.  
			
			Bugün Orhan Kemal’in her yere 
			ulaştığını görmek çok önemli. Ben hepimizi, Orhan Kemal’in 
			romanlarındaki birer küçük insan, birer kahraman olarak görüyorum. 
			Hepimiz varız o romanlarda.  
			
			Müzeyi gezmeye başlamadan 
			önce, son bir soru daha sorayım istiyorum size. Orhan Kemal bugün, 
			ilk öykülerini yazan ve yayımlatan, henüz kalem oynatan bir yazar 
			olsaydı, meselesi ne olurdu sizce? Ne anlatıyor olurdu, daha çok 
			nelerden şikâyetçi olurdu? 
			
			Bizim sorunlarımız herhalde daha 
			bitmedi. O sorunlarımızı yeniden irdeleyip yazardı. Tabii ki çağa 
			uygun bir şeyler bulurdu. Yani bugün belki kâğıt toplayan bir adamı 
			yazacaktı. Pek çok sıkıntı çekmiş bir insandı. Yönetimde, idaredeyse 
			sıkıntı, mutlaka onu da eleştirecek bir şeyler yazardı. Çünkü babam 
			hep şöyle derdi: “Tek parti döneminde çektim. Demokrat Parti 
			döneminde yine çektim. Milli Birlik Komitesi döneminde yine çektim. 
			Adalet Partisi döneminde yine çektim.” Yani o hep muzır. Çünkü o bir 
			sanatçı. Sanatçı dediğin eleştirecek, hiçbir zaman iktidara 
			yanaşmayacak. Yanlışlarını gösterecek, yazacak. Bugün sizler, bizler 
			neyi görüyorsak, o da bunları görür ve yazardı. Ama tabii bunu bir 
			romancı gözüyle, bir estetik anlayışla, insanı düşünceye sevk eder 
			biçimde verecekti mutlaka. Çünkü o, hiçbir zaman çıkıp size akıl 
			vermez. Roman devam ederken sizin beyninizi öyle bir işletir ki, 
			aynı yere, onun varmanızı istediği yere gelirsiniz.  
			
			Rahmetli Türkel Minibaş, İktisat 
			fakültesindeki derslerinde Orhan Kemal’in “Eskici ve Oğulları” adlı 
			romanını ders olarak okuturdu. Globalizmi, bugünkü dünyayı anlamak 
			için bu romanı okumanın şart olduğuna inanırdı. Orhan Kemal, o 
			romanında, nerede olduğumuzu anlattığı gibi, nerede olacağımızı da 
			anlatmıştı. Dolayısıyla, bugün hayatta olsaydı, yine, hükümete, 
			yönetime yanlış yapılanı eleştirir, onları söyler ve anlatırdı. 
			   |