| 
			   
			
			Meslektaşım, değerli 
			dostum Tayfun Tuna, sinema yazılarımda, hep geçmişe değinmeme atıfta 
			bulunarak, ‘Dostum, bugüne dair bir şeyleri ne zaman okuyacağız?’ 
			diye sormuştu. Gösterime giren filmlere dair bir şeyler yazmak, 
			bugüne kısmetmiş.  
			
			Orhan Kemal’in 72. 
			Koğuş adlı uzun öyküsünden uyarlanan 72. Koğuş filmi gösterime 
			girdi. Merakla bekliyordum. İlk günün akşamında izledim. 72. Koğuş, 
			Orhan Kemal külliyatının olduğu kadar, Türk edebiyatının da çizgi 
			dışı öykülerinden biri. İlk kez Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından 
			1967 yılında oyun olarak sahnelenen 72. Koğuş, gösterildiği dönemde 
			aylarca kapalı gişe oynar. Türk tiyatrosunun efsane isimleri 
			buluşturan bir oyundur.  
			
			72. Koğuş, sinemaya ise 
			ilk kez 1987’de Erdoğan Tokatlı tarafından aktarılır. Türk 
			sinemasının en kısır zamanlarında çekilmiş, önemli bir film olarak 
			kabul edilir kendi döneminde.  
			
			Sadri Alışık Tiyatrosu, 
			72. Koğuş’u ilk önce oyun olarak gündeme taşıdı. Sonrasında aynı 
			ekibin oyuncuları Murat Saraçoğlu’nun yönetmenliğinde kamera 
			karşısına geçti. Film için, kanaatimce iyi bir tanıtım da yapıldı.
			 
			
			72. Koğuş, öykü, 
			tiyatro oyunu ve film olarak daha önce başarılı olmuş bir yapıttı. 
			Filme izlemeye giderken, Orhan Kemal’in toplumcu çizgisini içeren 
			bir tutum ve Erdoğan Tokatlı’yı aşacak bir sinemasal çizgi 
			beklentisi içerisindeydim. Film ekibinin de daha önce uyarlanmış bir 
			eseri perdeye taşırken, mutlaka daha iyi bir seyir ve çizgi koyma 
			çabasının olması gerektiğini varsayımıyla yola çıkıyorum. 
			 
			
			Yıl, 1940’lardır. 2. 
			Dünya Savaşı insanlığı kasıp kavuruyor. Harp yıllarında cezaevinde 
			bulunan mahkumlar, özellikle de 72. Koğuş’un ‘Adem Babaları’ 
			insanlığın dibe vurduğu bir halde yaşarlar. Bu koğuştaki Rizeli 
			Ahmet Kaptan’a (Yavuz Bingöl) hiç umulmadık bir anda, annesinden 
			para gelir. 72. Koğuş’un yaşayışı da bir anda değişir. Kaptan, 
			parasını kader arkadaşlarıyla paylaşır. Cezaevinde alışılmadık bir 
			tutumdur bu. Kaptan, voltada kadın koğuşuna bakan pencerede, 
			tesadüfen gördüğü mahkum Fatma’ya (Hülya Avşar) aşık olur. 
			Cezaevinin, ayak işlerinden geçinen Bobi (Bülent Şakrak), Fatma ile 
			Kaptan’ın arasını yapmak adına yalanla Kaptan’dan sürekli para 
			sızdırır. Kaptan kendi kendine hayaller kurmaktadır. Bir yandan da 
			Berbat’ın (Kerem Alışık) Sölezli’yle (Devrim Saltoğlu) kumar oynama 
			teklifini kabul eder. Önceleri şansı iyi gider. Sonrasında tüm 
			parasını kaybeder. Fatma’dan da haber yoktur. Kaptan, divane bir 
			vaziyette pencerenin yanında donarak ölür. Mahkum Fatma ise, 
			Kaptan’dan haberi bile olmaksızın, tahliye olur. Filmde bu 
			anlatılanların arka planında, cezaevinin içi, mahkumların 
			yoksulluğu, savaş yıllarının Türkiye’si resmedilmeye çalışılır.
			 
			
			Meseleye, 1940’lı 
			yılların Türkiye’sinden başlayalım. Filmi izlerken, açıkçası kendimi 
			o yılların içine girmek için çok zorladım. Filmin başlangıcında 
			gazete satan çocuklar ve onların savaş haberlerini çığıran sözleri 
			olmasa, o sefaletin hangi yıllarda yaşandığını öğrenemeyecektik. 
			Filmin başrol oyuncusu Yavuz Bingöl, bir Karadenizliyi oynuyor; 
			ancak, başarılı olduğunu söyleyemem. Zorlama bir Karadeniz ağzı yer 
			yer İstanbul Türkçesine dönüyor. Tokatlı’nın uyarlamasında Kadir 
			İnanır’ın üstlendiği bu rol çok daha başarılıydı.  
			
			Filmdeki kadın başrol 
			oyuncusu Hülya Avşar, şüphesiz rolünün hakkını vermiş. Ancak, Mahkum 
			Fatma, öykümüzün iyi bir karakteri değildir. Fatma, alabildiğine dik 
			duran, onurlu bir karakterdir. Filmde, geri dönüşlerle anlatılan 
			geçmişi de, bize, haksızlığa uğramış kadın havasını verir. Filmde, 
			Fatma ve onun etrafında gelişen olaylar 72. Koğuş’u konunun 
			ekseninden çıkarmış. Civan Canova’nın oynadığı Katil Hilmi ve onun 
			etrafındaki paralı ayrıcalıklı mahkumların hikayesi de alabildiğine 
			fazlalık gibi duruyor. Öyküde yer almayıp, filmde yer alan Erkek 
			Nedime (Nursel Köse) en azından isim ve Orhan Kemal’in çizdiği 
			karakterler itibarıyla isabetli olmuş. Erkek Nedime, Orhan Kemal’in 
			‘El Kızı’ romanında yer alan bir karakterdir. Filmde de güçlü bir 
			şekilde aktarılmaya çalışılmış.  
			
			Filmdeki diyalogların 
			da çok güçlü olmadığını söyleyebilirim. Zira, Orhan Kemal gibi 
			diyalog adına malzemesi zengin bir yazarın eseri, bu kadar zayıf 
			olmamalıydı.  
			
			Tokatlı’nın 
			uyarlamasında, ilişkileri Nazım Hikmet ve Orhan Kemal’e (Halil 
			Ergün- Kemal, Erol Durak- Şair Arif) benzeyen iki siyasi mahkum 
			bulunuyor. Tokatlı, ülkenin siyasi durumunu bu iki mahkumun 
			konuşmalarıyla aktarır. Yönetmen, bu tutumuyla yazarın çizgisine 
			sahip çıktığını da bildiriyor. Bugün izlediğimiz filmde ise, 
			yönetmen- senarist ikilisi Türkiye’nin o günkü fotoğrafını çekmeye 
			dair bize herhangi bir unsur sunmuyor. Akil adam olarak filmde yer 
			alan Hoca’nın (Ahmet Mekin) hangi nedenden dolayı tutuklu olduğunu 
			dahi anlamıyoruz. 2. Dünya Savaşı’nın Türkiye’sinde ‘sınıf’ 
			sözcüğünü kullandığı için tutuklu bulunan yazarlara dair tek imge 
			yok. Filmin sonunda, filmi 1940’ların karanlık günlerinde 
			zorluklarla karşılaşan acılı kuşağa ithaf etmek, bize yönetmenin 
			tutumunu yeteri kadar anlatmıyor. Kimlerdir 1940 kuşağı? Neden 
			cezaevine girdiler? Fikirleri ne idi?  
			
			Filmde, Bingöl- Avşar 
			ikilisinin şöhretinin ön palana çıktığını söylemem haksızlık mı 
			olur, acaba? 72. Koğuş, 24 yıl sonra ikinci uyarlamasında 
			izlenecekse, yerli edebiyat ve yerli sinemayı iyi irdeleyen ve bu 
			anlamda eli yüzü düzgün bir uyarlama olduğu için değil, iki ünlünün 
			filmde yer almasından izlenecektir.  
			
			Filmin, en büyük eksik 
			tarafı da insanlık onurunun yerlerde gezindiği bir ortamda bu ‘Adem 
			Babalar’ın ne yapacağına dair bir fikrin olmayışıdır? Birbirine 
			ihanet etmek ve kumara oturmaktan başka bir yol yok mudur? 
			 
			
			Orhan Kemal’in, yıllar 
			sonra bir öyküsünün filme alınması, elbette önemli bir sinema 
			olayıdır. Ancak, bir filmin eseri ve varsa diğer uyarlamaları 
			dışında yeni bir şey söylemesi bizce esas olmalıdır. Yeni olarak 
			görülebilecek şeylerin de tabii ki iğreti durmaması önemlidir.
			 
			   |