| 
			 
			
			 
			 
			Orhan Kemal'in sahnelenmiş beş oyunu vardır. Bu oyunların tümü iyi 
			eleştiri almış, ayrıca çeşitli ödüller kazanmıştır. Bu durumda orhan 
			Kemal'i roman ve öykü yazarlığının yanı sıra bir oyun yazarı olarak 
			da incelemek ve değerlendirmek gerekir. Özellikle oyun 
			yazarlarımızın çoğunun başka yazın alanlarını seçtiklerini, oyun 
			yazarlığını tek ve başat uğraş olarak seçenlerin sayısının çok az 
			olduğunu anımsadığımızda orhan Kemal'in küçük birikimi daha da bir 
			anlam kazanmaktadır. 
			 
			Orhan Kemal'in oynanan ilk oyunu İspinozlar'dır. "Balina" adlı 
			öyküsünden oyunlaştırılan İspinozlar 1964 yılında İstanbul Şehir 
			Tiyatrosu'nun Tepebaşı sahnesinde ve Zihni Küçümen yönetiminde 
			sahnelenmiştir. Aynı oyunun 1968 yılında Ulvi Uraz Tiyatrosu'nda 
			Yalova Kaymakamı adı ile oynandığını ve Disk'in bu mevsim için 
			verdiği en iyi oyun ödülünü kazandığını görürüz. 
			 
			Ankara Şehir Tiyatrosu'nun 1967 yılında repertuarına aldığı ve Asaf 
			Çiğiltepe'nin sahnelediği 72. Koğuş, orhan Kemal'in adını bir oyun 
			yazarı olarak da üne kavuşturmuştur. Yazar bu oyununu 1952'de 
			yazdığı aynı isimde bir romanından sahneye uyarlamıştır. 72. Koğuş, 
			Sanatsevenler Derneği'nin yılın en iyi oyunu armağanına lâyık 
			görülmüştür. 
			 
			Orhan Kemal'in Eskici ve Oğulları adlı romanından Eskici Dükkânı adı 
			ile sahneye uyarladığı oyun, 1969 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu'nda 
			Güner Sümer yönetiminde sahneye konmuştur. Bu oyun da eleştirmenler 
			tarafından başarılı bulunmuştur. 
			 
			1952 yılında roman olarak yayımlanmış olan Murtaza. daha önce 
			oyunlaştırıldığı halde ancak 1968 yılında Ulvi Uraz Tiyatrosu'nda ve 
			"Bekçi Murtaza" adı ile oynanmıştır. Bu oyun filme de alınmıştır. 
			 
			Yazarın aynı adı taşıyan öyküsünden oyunlaştırılan Kardeş Payı ise 
			1970 yılında Mithat Paşa Tiyatrosu'nda ve Ekmel Hürol'un yönetiminde 
			sahneye konulmuştur. 
			 
			Orhan Kemal'in öykü ve romanlarının oyunlaştırılmasında tiyatro 
			yönetmenlerinin katkısı olduğu söylenir. Önemli olan orhan Kemal'in 
			tüm öykü ve romanlarında oyunlaştırmaya çok elverişli bir malzeme 
			bulunmasıdır. Yazar öncelikle bir roman ve öykü yazarı olduğu halde 
			dünyaya bir oyun yazarı, insan gerçeğini insanın sözlerinden ve 
			davranışlarından. dışa yansıyan yanından yakalamaya çalışır. 
			Özellikle gerçekçi yazarın, yalın, sallaparti sözlerden, derbeder, 
			dağınık davranışlardan yola çıkarak özdeki gerçeği bulması gerekir. 
			Bu gerçek karmaşık fakat düzenlidir. Belli bir gelişimin tipik ve 
			mantığa uygun halkasıdır. Gerçekçi oyun yazarı gözlemine serilen 
			yalınlık ardındaki karmaşıklığı, derbederlik arkasındaki düzeni, 
			dağınıklık ardındaki bütünlüğü, dış görünümün gelişigüzelliğini, 
			renkliliğini canlılığını bozmadan iletmeye çalışır. Roman veya 
			öyküde yararlanabileceği anlatım kolaylıklarından yoksundur. Sözü ve 
			hareketi hem gerçekçi, hem işlevsel, hem de anlamlı kılmak 
			zorundadır. Her gelişigüzel söz görünmez bir iplikle mantıklı bir 
			nedene dayandırılmalı, her rastlantısal hareket bir nedenle, hiç de 
			belli edilmeden, açıklanmalıdır. orhan Kemal roman ve öykülerinde 
			konuşmayı, hareketi böyle kullanmıştır. Yaşamsal canlılığı, 
			renkliliği ve çocuksuluğu bozmadan onları anlamla donatmıştır. Bu 
			roman ve öykülerde karşılıklı konuşmaya bolca yer verilmesi 
			oyunlaştırmaya kolaylık sağlamıştır. Konuşmalarda yerel ağızların 
			kullanılması, olayları belli bir yöreye maletmekten çok yaşamdaki 
			canlılıklarını, renkliliklerini korumak içindir ve bu yönü ile de 
			tiyatroda işlevsel olmuştur. 
			 
			Orhan Kemal'in öykü ve romanlarında işlenen hareket bazan bir oyunun 
			devinimini sağlamaya yetmemiş, oyunlaştırmada malzemeye yeni olaylar 
			eklemek gerekmiştir. Bu yeni olaylarla malzemenin toplumcu gerçekçi 
			bir yorum kazanması da sağlanmıştır. Örneğin, Kardeş Payı öyküsünde 
			olay bir sokak dalaşı ile noktalandığı halde oyunda bu kavga 
			bilinçli bir direnme olarak işlenmiş, bu bilincin oluşması için daha 
			öncesine yerleştirilen başka olaylarla beslenmiştir. Aynı şey 72. 
			Koğuş için de geçerlidir. Roman adembabalar koğuşunun geçici varlık 
			döneminden sonra eski yoksulluğuna dönüşü ve koğuşta oturanların 
			baştaki bilinçsiz tavırlarını sürdürüşleri ile son bulur. Oysa 
			oyunda Kaptan'ın ölümü koğuşta yaşayanların bilinçlenmelerini ve 
			onları sömürenlere karşı direnmelerini sağlar. 
			 
			Orhan Kemal'in roman ve öyküleri eylemden çok söze dayandığı halde 
			hareketsiz değildir. Çünkü sözler bir iç devinimi yansıtır. 
			Kişilerin düşüncelerindeki değişmeler, dönüşler, büklümler 
			konuşmaları ile yansıtılır. Eskici Dükkânı, Bekçi Murtaza, 
			İspinozlar adlı oyunların baş oyun kişilerinin iç kıvrımları, iç 
			gelişimleri oyuna devinim sağlayacak niteliktedir. Acele kararlar, 
			pişmanlıklar, öfkeler, yerinmeler, suskunluklar, patlamalar hep o iç 
			devinim anlatımıdır ve sahnede yansıtılmaya çok elverişlidir. Bu 
			oyunlar oyuncuya hünerini gösterme olanağı sağladığı için de 
			başarılı olmuştur. 
			 
			Orhan Kemal romanlarında, öykülerinde gerçeği renkli, canlı 
			görünümler olarak sunar. Konuşma ve davranışlar bu görünümlerin 
			üzerine işlenir. Görüntünün böylesine belirgin olarak ele alınmış 
			olması da oyunlaştırma için büyük bir kolaylıktır. orhan Kemal'in 
			oyunları oyuncuyu olduğu kadar dekorcuyu da gönendirir. Çünkü insan 
			çevresi içinde ve çevresindeki eşya ile organik bir bağ içinde 
			yaşatılmıştır. Bu çevreyi dekor olarak ve aynı organik bütünlük 
			içinde canlandırmak için bilgi ve yeteneğin verimli işbirliği 
			gerekir. 72. Koğuş ve Eskici Dükkânı'nda Osman Şengezer'in, Kardeş 
			Payı'nda. Hüseyin Mumcu'nun dekorlarının başarısı özellikle dikkati 
			çekmiştir. 
			 
			Orhan Kemal roman ve öykülerinde olduğu gibi oyunlarında da sağlıklı 
			bir gerçekçi yazardır. Ona "aydınlık gerçekçi" adını veren edebiyat 
			kuramcıları bir doğruya, parmaklarını basmış oluyorlar. orhan 
			Kemal'in yaşama yaklaşımı öznellikten, duygusal yapışkanlıktan, 
			bilimsel soğukluktan arınmıştır. İçtenliği ölçülülükle 
			dengelenmiştir. Övmekten de, yermekten de kaçınması insana, insan 
			gerçeğine olan saygılı tutumundan gelir. Buna karşın yanlışı 
			göstermekten kaçınmamıştır. Acımadan, yermeden, yorumlamadan 
			gözlemek, sonra irdeleyip değerlendirmek, oyun boyunca seyirci işte 
			böyle bir düşünce süreci içine sokulur. Karalamayan, bulandırmayan, 
			örselemeyen tatlı bir mizah bu süreci tadlandınr. 
			 
			Orhan Kemal'in oyunlarında halkta yaşayan değerler, onları 
			yaşatanların kişiliklerine sindirilmiş olarak ele alınmıştır. Yazar 
			bu geleneksel değerlere karşı çıkmaz, fakat bu güzel değerlerin 
			yanlış yorumlanıp sömürüye araç edildiği belirtilir. Özlenen değişim 
			gerçekleştiğinde bu değerler yok olmayacak fakat eski yorumlan ile 
			değil, yeni yorumlan ile kullanılacaktır. (...) Eskici Dükkânı adlı 
			oyundaki insan onurunu, geçmişteki varlığı ile övünme olarak anlayan 
			Topal, giderek gelişecek, değişecek, onurunu, dükkânını 
			Amerikalılara satmayarak, onlara hizmet etmeyerek koruyacaktır. 
			Bekçi Murtaza işine bağlılık, sorumluluk gibi değerleri doğru 
			kullanıp kullanmadığı konusunda kuşkuya düşecektir. 
			 
			Orhan Kemal'in oyunlarını sahneye koyan yönetmenler şu hususlara 
			dikkat etmişlerdir: Romandaki, öyküdeki gerçeklerin rengini, 
			çeşnisini, çarpıcı özelliğini bozmadan onları sahneye aktarmak; 
			içeriğin iç deviniminden kaynaklanarak oyuna yeni olaylar eklemek; 
			yeni olaylarla oyunda bir değişimin gerçekleştiğini göstermek, 
			olumlu bir sonuca yönelmek; kişileri roman ve öykülerdeki 
			canlılıkları ve çeşitlilikleri içinde canlandırmak; yerel görüntünün 
			ve dilin çarpıcılığından, yaşamsal gücünden yararlanmak. Böyle bir 
			çalışmadan sonra orhan Kemal'in oyunları hem kendi çizgisinde daha 
			çarpıcı olmuş, hem eylemini yönlendirerek toplumsal bir tez 
			getirmiş, hem de yaşama benzerliğini yitirmemiştir. Güner Sümer 
			kendi çabasını, "Oyunu sahneye koyarken gördüğümüz insanları 
			seyirciyi yadırgatmayan bir sadelikte ve yaşantı benzerliğinde 
			getirmek, seyirciye gerçek vatanseverlerin üstümüzdeki güçler 
			tarafından nasıl ezildiklerini, yok olduklarını göstermek ve de 20. 
			yüzyılda dünyanın her yerinde mevcut olan emperyalizme karşı 
			tavrımızı kesin olarak belli etmek" olarak özetlemiştir .  
			 
			Asaf Çiğiltepe, orhan Kemal'in, insanları tanıtma, sevdirme gücüne 
			değinerek, "Bir ülkedeki insanları birbirine orhan Kemal gibi 
			yazarların varlığı yaklaştırır." demiş, bu gücün oyuncunun yeteneği 
			ile pekiştirilmesine çalışmıştır . 
			 
			Orhan Kemal oyunlarının yönetmenlerine ve oyuncularına karşı güzel 
			duygularla doludur. 72. Koğuş'la. ilgili bir soruyu şöyle 
			yanıtlamıştır: "Bence oradaki tiplere benzemiş olmaları değil, 
			gerçeği ve o yaşantının insanı olarak çizilmeleri önemlidir. Bu 
			bakımdan bazı kompozisyonlar, yazarken düşündüğüm o zamanki 
			tiplerden daha gerçekçiydi." (3). (Sevda Şener / Oluşum dergisi, 
			Temmuz 1978). 
			 
			 
			OYUNLARI 
			 
			İSPİNOZLAR (YALOVA KAYMAKAMI ) 
			 
			Orhan Kemal, 72. Koğuş'ta olduğu gibi, bu eserinde de o içinde bir 
			an bile soğumayan insan sevgisini taşıyor. Bunun için de, oyunun 
			dramatik gelişimi yine karakterler yoluyla oluyor. Kötü ya da iyi 
			karakter gibi kalıplar yok yazarın oyununda, güçlü ve zayıf 
			taraftarıyla insan var... Bu insan, bizim çevremizin sorunları 
			içinde inandırıcı renklerini kazanırken, evrensel değerleri de bir 
			bir getiriyor. Ülkemizde üst yapı ile alt yapı arasındaki korkunç 
			uçurumun sonuçlarını veren orhan Kemal, ortaya koyduğu sorunu 
			abartmadan, dürüst bir gözlemle seyirciye iletiyor. Ele aldığı 
			sorun, işlediği karakterler açısından tatmin edici bir başarıya 
			erişen yazar, konunun gelişimi yönünden alışılagelinmiş bir temayı 
			seçmiş. Çirkin zengin kız ile yakışıklı fakir delikanlı arasında 
			gelişen bir acı sonuç. Fakir delikanlı yine kendi çevresinden güzel 
			bir fakir kızı sevmektedir; ama ekonomik koşulların uçurumuna attığı 
			çevresindeki yakınları onu zengin, çirkin kızın kucağına iter. Ama 
			bu iğreti bir çözüm yolu olduğu için fakir delikanlı tekrar kendi 
			çöplüğüne döner. Konu olarak böylesine çok anlatılmış bir hikâye. 
			Ancak ben orhan Kemal'in başarısını, bu konuya rağmen, güçlü kalemi 
			ve duyarlılığı ile elde ettiği evrensel açıya bağlıyorum. 
			 
			Bu oyunda, yazar, alt yapıyı, yani gecekondu insanlarını belli bir 
			hayatiyet ve inandırıcılık içinde gerçekçi bir tutumla ele almış, 
			öbür yanda üst yapıyı oyunun gelişimi içinde gittikçe 
			karikatürleştiriyor. Böylece, oyunun bir bölüm kişileri 
			derinliklerini kazanırken, öbür bölümü boyutsuz, yüzeyde kalan 
			kişiler olabiliyor. Bu da bu oyunun bütünlenmesine engel oluyor. 
			Nitekim, sahne üzerindeki oyunda da baba, Bayram, Mustafa, anne, 
			Çingene, Taşkasaplı gibi oyun kişileri birer karakter niteliğindeki 
			derinliğini elde ederken, Zülfikâr, Hanım, Sülo, İlhami, Naci gibi 
			kişiler birer tip olarak karikatüre gidiyorlar. Bence bu oyunun 
			bütünlenmesine engel olan en önemli nokta bu kaynaşmazlık. (Özdemir 
			Nutku/Cumhuriyet, 25.5.1968). 
			 
			Bizim büyük yazarımız orhan Kemal de yoksulluğu kendine dert edinmiş 
			bir kişi. Yoksulluk insanı, insanın insanlığını yıpratan, küçülten, 
			ezen bir olaydır. Yoksulluk belâsının altında insanlar birçok 
			niteliklerinden de yoksun kalmışlardır. Ve zengin, almak hırsından 
			dolayı insanlar insanlıklarını yitirmişlerdir. orhan Kemal'e göre 
			yoksulluk insanlığı ne kadar yıpratırsa, ne kadar ezerse, ne kadar 
			küçültürse küçültsün, insanlık cevherine gücü yetmez. İnsanlık, 
			yoksulluk küllerinin altındaki közdür. Toprağın altındaki filizdir. 
			Hiçbir şey, yoksulluk bile insanın insanlığını, iyiliğini, 
			mertliğini, güzelliğini elinden alamaz. Varlık bir zenginin 
			insanlığını alır götürür de, yokluk bir fukaraya vız gelir. 
			 
			Yalova Kaymakamı piyesinde orhan Kemal kendine yakışır bir büyüklük, 
			bir ustalıkla insanlığın yoksulluk belâsı altında bile dimdik ayakta 
			kaldığını söylüyor. İnsanlığa inanmış güzel yürekli bir adamın 
			piyesi bu piyes. orhan Kemal'in bu piyeste ortaya döktüğü dil, bizim 
			edebiyatımızın erişemediği güzel bir dil. 
			 
			Bir piyes vardır ki, en büyük aktörler bile onu oynayamazlar, 
			tökezlerler. Bir piyes vardır ki, onu en acemiler bile büyük ustalar 
			gibi oynayabilirler. orhan Kemal'in piyesi ikincilerden. Ulvi Uraz 
			Tiyatrosu'nun güçlü sanatçılarını bu sözlerimle küçümsemek 
			istemiyorum. Ama diyorum ki, onların güzel oyunlarında piyesin 
			güzelliğinin de büyük bir payı vardı. Piyeste baştan ayağa kadar 
			herkes güzel oynuyordu ve aksayan bir yan yoktu. 
			 
			Yoksulluğa, insanlığı küçültücü bu belâya, insanlığın bu en büyük 
			derdine karşı savaş açmış büyük ustamızın piyesini görmek, onun 
			diline, güzel yüreğine bir daha hayran kalmak için Ulvi Uraz 
			Tiyatrosu'na gitmek gerek. (Yaşar Kemal/Ant dergisi, 30.1.1968). 
			 
			Bu oyununda orhan Kemal, toplumun iki ucundan birer kesit 
			sunmaktadır. Bir yanda gecekondunun bütün sefaletini çeke çeke 
			yaşamaya çalışan kalabalık bir göçmen ailesi; öte yanda da bir 
			vurguncuyla karısı ve kızları. Yazar önce durumu saptayıp bütün 
			çıplaklığıyla seyircisine aktarır. Sonra bu iki zıt ortam arasında 
			usa aykırı bir alış-veriş denemesine girişir. Yoksulların verecek 
			nesi olur, kendilerinden başka? İçlerinden bir fedai seçerler, genç 
			oğulları zengin eve içgüveyi girer. Yoksul gence gönül veren zengin 
			kız motifiyle başlayan düş dünyası, bundan sonra daha da ağır 
			basarak oyunu gerçeklikten uzaklaştırır. Olaylar, yazarın gönlünce 
			gelişip insana saygıyı zorunlu kılan bir sonuca varır. 
			 
			Her iki aile de mutlu değildir. Yazar böylece bilgisizliğin, 
			bilinçsizliğin insanca yaşamayı engellediğini anlatmak istiyor. 
			(...) Karşıt iki güç arasındaki çatışma üzerine kurulan oyun, daha 
			baştan doğal bir sağlamlığa kavuşuyor. Ama orhan Kemal, bu oyunun 
			da, tiyatronun gerekli bulduğu kısa anlatıma ulaşamıyor. Durumu 
			doğru saptıyor, kişilerini yerli yerine koyuyor, aralarındaki 
			ilişkileri sağlamca kuruyor da kişilerini tiyatronun hızlı akışına 
			uygun yoğunluğa kavuşturamıyor. Kahramanlar bazı sahnelerde tutulup 
			kalıyor, bazı sahnelerde de tersine nutuk atıyor. Ne var ki, bütün 
			bu işleyiş aksamaları, oyunun tümüyle yaşatılan hava içinde eriyip 
			gidiyor. (...) 
			 
			Yalova Kaymakamı oldukça geniş kadro gerektiren bir oyun. Gereksiz 
			birçok rol çıkarılmış; ama gene de epeyce kalabalık. Ulvi Uraz 
			Topluluğu, büyük dengesizliklere düşmeden, büyük iniş-çıkışlar 
			göstermeden oynuyor. (S. Günay Akarsu / Milliyet, 27.1.1968). 
			 
			72. KOĞUŞ 
			Daha önce uzun hikâye olarak düşündüğüm 72. Koğuş'u, daha sonra 
			tiyatro oyunu olarak düşündüm ve yazdım. Aynı konuyu şöyle ya da 
			böyle düşünmek... Sinema olarak da düşünebilirim. Demek oluyor ki 
			herhangi bir konu, sanatçı açısından, sanatçının o andaki düşünü 
			açısından çeşitli biçimlerde meydana getirilebilir. 
			 
			Hikâye olarak düşünüp yazdığım yıllarda, bana öyle geliyor ki, 
			insanlar üzerine bugünkü olumlu çizgiye henüz varamamışım. Hikâyede 
			ana fikir, ya da yaygın bir deyimle eserin felsefesi, çok daha 
			duruk, "Statique"; oyunda ise çok daha dinamik. 
			 
			Tamamiyle toplum düzensizliğinden gelen birer itilişle 72. Koğuş'a 
			düşmüş insanlar sefaletin, insan haysiyetsizliğinin uçurumlarına 
			yuvarlanmışlardır. Hiçbiri bu uçuruma seve seve, isteyerek 
			yuvarlanmamıştır. Ama yuvarlanmışlardır ne olursa olsun. 
			Yuvarlanmışlar, insanlıklarından çok şeyler kaybetmişlerdir. 
			İtilmek, kakılmak, hor görülmek... bir lokma ekmek için 
			yapmayacakları şey yoktur. Ellerine üç beş kuruş sıkıştırıldığı 
			zaman gözlerini kırpmadan birbirlerini kahpece vurabilirler. Bütün 
			bunlar yalnız 72. Koğuş'ta değil, yaşadığımız dünyanın neresinde 
			olursa olsun böyledir. 
			 
			Ama bence insanoğlunun mayasında mevcut "iyilik", nerede, hangi 
			şartlar altında olursa olsun mahvolmaz. En kötü insan bile, 
			kendisine yapılmış bir iyiliği unutmaz, (...) 
			 
			72. Koğuş, somut olduğu kadar soyut bir dramdır derim. Onda sadece 
			Kaptan'ın, Berbatın ve ötekilerin değil, insanoğlunun olanca 
			kirliliği yanındaki gururu, direnişi, kafa kaldırışının destanı 
			vardır. Ya da ben böyle bir şey yapmak istedim. (Orhan Kemal / Dost 
			dergisi. Şubat 1967). 
			 
			Orhan Kemal, son yıllarda tiyatroya kazandığımız başarılı bir yazar. 
			Yazdığı eserleri, gösterdiği insanları yaşamış, yaşayabilmiş bir 
			yazar da ondan. Onun insanlarında gördüğümüz acıyı, sevinci 
			içtenlikle kabul ediyoruz: çünkü yazarın hiçbir karakterinde 
			yapmacık, özenti yok. İşi bir komedya havasına bürüyüp acılarla, 
			sevinçlerle de alay etmiyor. Ankara Sanat Tiyatrosunun başarıyla 
			oynadığı 72. Koğuş'un konusu yavan bir yazarın elinde bir güldürme 
			konusu yapılıverirdi. Ondan sonra biz de, önümüzdeki bu zavallı 
			yaratıkları düşüneceğimize, onlara güler güler, çıkar giderdik. 
			 
			Yazarın, yıllar önce uzun hikâye tekniği ile ele aldığı konu, bu 
			oyunla daha canlı, daha elle tutulur bir duruma gelmiş.. Bütün 
			kişiler daha somut belli bir dinamizm içinde seyredeni etkiliyorlar. 
			Yazarın gösterdiği 72. Koğuş, yıllarca içinde yaşadığı Bursa 
			Hapishanesinin bir koğuşu. Oradaki insanları tanıyor orhan Kemal, 
			oldukları gibi, hiç abartmadan (mübalâğa etmeden), insanın 
			zaaflarından yararlanmadan, dürüst bir yolda ele alıyor o koğuşta 
			yaşayanları. Bu 72. Koğuş, dışarıdaki toplum düzensizliğinin bir 
			aynası. Onlar bu düzensizlikten gelen sürüklenişle kirli, çirkin bir 
			kafese düşmüşler; insan haysiyetinin yok olduğu bu cehennemde 
			tutunmaya çalışıyorlar. Başgardiyanın "gazla yakmak" istediği, bu 
			herşeylerini kaybetmiş yaratıklar itilmekten, kakılmaktan öyle bir 
			noktaya gelmişler ki, kaybedecekleri bir tek şey bütün organları 
			çalışan bir gövde; o gövde de çoktan anlamını yitirmiş. Onun için de 
			bir lokma için birbirlerini öldürebilirler. Bir cigara izmariti 
			onlar için hayatları bahasına dövüşecekleri bir nimettir. Ama orhan 
			Kemal, insan kuşağının bu en aşağılanmış noktasında bile insana olan 
			sevgisini yitirmemiş. Yazarın bizi etkileyen gücü de bu. O her şeye 
			rağmen insanı tanıtmayı, sevdirmeyi kendine iş edinmiş. (...) 
			 
			Bir kan davasından dolayı adam öldüren Rizeli Kaptan, aslında 
			insanoğlunda hiç yok edilemeyecek iyiliğin bir sembolüdür. O 72. 
			Koğuş'a ise, bu sadece toplum düzensizliğinin bir sonucudur. Eğer 
			kan davasının saçmalığını anlamış olsaydı. Kaptan 72. Koğuş'un 
			değil, toplumun en saygı değer bir üyesi olacaktı. Ama o yine de 
			saygı ve sevgi duyduğumuz karakter. O, birlikte yaşadığı herkese, 
			bütün aşağılıklarına rağmen sevgi besleyen bir insandır. Kaptan 
			anasından gelen parayla koğuştaki herkesin karınlarını doyurur, 
			onlara yatak yorgan alır. Koğuşta bir tencere kaynamaya, yemek 
			kokusu duyulmaya başlar. İşte o andan itibaren bu ne oldukları belli 
			olmayan yaratıkların iyi tarafları pırıl pırıl ortaya çıkmaya 
			başlar: "Önce gelir tıkınmak, sonra da ahlâk." Bu korkunç cehennemin 
			içinde onları koruyana karşı mahkûmların yüreklerinde hayranlıkla 
			karışık bir sevgi doğar. Bir kez sevgi doğmaya görsün, o zaman bu 
			karanlığın en dibine yuvarlanmış mahkûmların gözlerinde bir ışık, 
			yüreklerinde iyilik ve haksızlığa karşı bir direnme gücü belirir. Bu 
			direniş onları ezen Berbat'a karşı başlar.. Berbat, haksız, 
			insanlıktan hiç nasibi olmayan bir zavallıdır. 72. Koğuş'un 
			insanları, yüreklerini dağlayan sevgi ile kötülüğe, Berbat'a karşı 
			direnirler. 
			 
			Mahkûmların iyiliği yüreklerinde duyması, Kaptan'ın insanlığı, bütün 
			bunlar acemi bir yazarın elinde sentimental (hissi) bir görünüş 
			alabilirdi. Ama değil. orhan Kemal'in kaleminde bunlar ölçüyle ele 
			alınmış, duygu yönünden her ölçüsüzlüğün önüne geçilmiş, işte benim 
			en tuttuğum noktalardan biri bu. İyilik, kötülük, insanlık derken, 
			ne bir ukalâlık var, ne de zevksiz bir duygululuk. 
			 
			Bu ölçülülüğün devamını, Asaf Çiğiltepe'nin dengeli oyun düzeninde 
			de görüyoruz. Sanatçı gerek duygu, gerekse hareket düzeyini 
			abartmadan, zevksiz gösterişlere kaçmadan, orhan Kemal'in eserine 
			uygun bir dürüstlükle işlemiş oyunculuğu. Her şey inandırıcı 
			kavgalar, dostluklar, acılar, sevinçler beşeri bir görünüşte. Bu da 
			oyunun sunuluşunda bir seviye sağlamış. Çiğiltepe'nin özellikle, 
			bazı güldürücü sahnelerin üzerine basmayışı çok doğru. Eğer böyle 
			yapsaydı, seyircinin aklı gülünç olaya ya da söze takılacak, 
			gelişimdeki bazı noktalan kaçıracaktı. Osman Şengezer'in bu temsil 
			için hazırladığı dekor şimdiye kadar yaptığı en iyi dekor; ilk defa 
			olarak fazlalıklar, görevi olmayan biçimleri yok sahnede. (...) 
			 
			Aşık Mahzunî'nin dinleyeni etkilediği ezgileriyle süslediği bu 
			temsil, dört yaşına basan Ankara Sanat Tiyatrosu'nun bir sanat 
			başarısıdır. (Özdemir Nutku / Meydan dergisi, 21.2.1969). 
			 
			Orhan Kemal, daha önce iki defa basılan 72. Koğuş adlı uzun 
			hikâyesinde gördüklerini, yaşadıklarını anlatır. İçtendir; 
			yapmacıktan uzaktır; sevgi doludur. Şimdi onu, yeniden yarattığı 72. 
			Koğuş'ta, usta bir oyun yazarı olarak kutluyoruz. Bir romandan, bir 
			hikâyeden oyun çıkarmak güç iştir. Ama imkânsız olmadığını orhan 
			Kemal bir kere daha göstermiştir. Hatta, oyunuyla hikâyesini aşmış; 
			daha yalın ama daha vurucu, daha yoğun bir anlatıma ulaşmıştır. 
			Hikâyede, gözlemci yanı ağır basar. 72 numaralı hapishane koğuşunda 
			yaşamak zorunda kalan insancıklar "âdembabalar", dış dünya ile 
			birlikte iç yaşamlarını da yitirmişlerdir, Bu maddi ve manevî 
			yokluk, onların bütün duygularını silip süpürmüştür. Geride, ne 
			olursa olsun yaşamak için çabalamalarına yol açan içgüdüleri 
			kalmıştır. Bu yüzden, hiç düşünmeksizin Kaptan'ın ölümüne kadar 
			varan davranışlara girerler; yatağını, yorganını, elbisesini, 
			pantolonunu satmaktan çekinmezler. Bu haliyle hikâye belki daha 
			gerçekçidir. Ama elbette ki, olumlu yönde gelişen bir vurgulama, 
			mutlaka gerçekçilikten üstündür. Koğuşun âdem babalarına ortaklaşa 
			dağıtılan kötülükler (ya da çaresizliğin doğurduğu acımasız sert 
			çözüm yolları), oyunda Berbat'ın kişiliğinde toplanmıştır. 
			Âdembabalar ise, Kaptan'ın şaşırtıcı insanlığı karşısında, 
			insanlıklarına kavuşurlar; düşünmeyi yeniden öğrenirler ve en 
			önemlisi harekete geçerler. Bu değişikliğin tiyatro bakımından da 
			yararlı olduğunu, oyuna ayrı bir güç kazandırdığını söylemek 
			gereksiz. 
			 
			Asaf Çiğiltepe, oyuna zorlama ve ucuzluklara düşmeden, düz, sade, 
			gösterişsiz ama güçlü bir akış vererek başarıya ulaşmış. Yoksa, 
			oyun, sulu bir melodrama dönüşmeye çok elverişli. Oyuncular, bu tür 
			oyunlara gerekli olan o sıcak ortamı takım oyunuyla kolayca 
			yaratıyorlar. (...) Dekor, oyuna gerekli bunalımlı havayı, oradaki 
			insanların unutulmuşluğunu vermesi bakımından başarılı. Ancak 
			kadınlar bölümünü köşeye sıkıştırmayan bir çözüm bulunabilirdi. (S. 
			Günay Akarsu / Milliyet gazetesi, 15.9.1967). 
			 
			A.S.T. oyun seçiminde tutarlılığı, ciddiyeti, önemi ile başkentin en 
			başta gelen sahnesi oldu. Bunlara şimdi bir de ünlü roman yazarımızı 
			sahneye kazandırması eklendi. Eskiden beri yazı yazıyorum, çok iyi 
			romancılarımız, hikayecilerimiz var. Bunlar sahneye biraz çekinik 
			davranıyorlar, bazan kendi başlarına yaptıkları denemeler yol 
			gösteren tiyatro adamları bulunmayışından, sahne girdi çıktısının 
			acemisi olduklarından ünlerine yarayan başarıya ulaşmıyorlar. İşte 
			belki A.S.T. görevlerinin en seçkinini, yerine getirerek büyük Türk 
			romancısı orhan Kemal'in 72. Koğuş adlı uzun hikâyesini sahne 
			ışıkları karşısına çıkardı. Romancı kendi hikâyesini kendi 
			oyunlaştırmış. Belki oyunlaştırmış demek de doğru değil, yeni bir 
			tasarlamayla yeniden kaleme almış. orhan Kemal'in bu ilk denemesi 
			değil, fakat öyle sanıyorum sahnede ilk büyük başarısı. 
			 
			72. Koğuş 2. Dünya Savaşı sırasında yazarın da içinde bulunduğu bir 
			cezaevinde, yakından tanıdığı tutukluların yaşamını çıplak gerçeği 
			içinde verdiği bir oyun. Bu insanlar umutlarını, bütün aydınlığı, 
			sevgiyi yitirmişler. Üstlerinde başlarında yok, insanoğlunun açlık, 
			soğukluk, fizik acı gibi bütün ilkel düşmanları ile boğuşuyorlar. 
			Ama Karadenizli bir Kaptan'ın aynı umutsuz durum içinde onlara elini 
			uzatması, onların insanlığını hatırlatan, uyandıran bir dürtü 
			oluyordu. Bu uyanış, bu sıcak duyguların beslenişi bütün baskıları, 
			kötülükleri yenebilecek bir güç olup çıkıyor. Acı bir gerçek yazarın 
			bu iyimserliği, tüm insanlığa sevgisiyle aydınlanıveriyor. İşte oyun 
			bu aydınlığı, iyimserlik havasıyla evrensellik kazanıyor. Yazarın 
			büyük romancılara vergi kişileştirmesi de çok sağlam, ustaca. Şive 
			taklidine de yer veriyor, ancak bu ucuz bir bölgecilik gösterisi 
			veya güldürme aracı değil fakat tıpkı İrlanda tiyatrosunun dile 
			şirinlik getiren soylu bir söyleşme dili tadında... (Metin And / 
			Ulus gazetesi, 8.2.1967). 
			 
			ESKİCİ DÜKKÂNI 
			Eskici Dükkanı'nda ele aldığım konu, daha önce Eskici ve Oğulları 
			adındaki romanıma konu olmuştur; 72. Koğuş oyununa konu olan 72. 
			Koğuş hikâyesi gibi. Ama ne 72. Koğuş, ne de Eskici Dükkânı, hikâye 
			ya da romanlarından tıpatıp oyunlaştırılmamışlardır. Önce hikâye ve 
			roman olarak düşünülenler, şimdi yeni baştan tiyatro oyunu olarak 
			düşünülüp uygulanmışlardır. 
			 
			Eskici Dükkânı'nın ana fikrini kalın çizgilerle kısaca özetlemek 
			gerekirse, denebilir ki bu, eski-yeni, ileri-geri düşünce ve 
			davranışların çarpıştığı bir yaşam kesiti, Topal Eskici'yle 
			ailesinin dramıdır. 
			 
			İnsanlar dünyamızın neresinde, hangi dil, din, renk ve ırktan 
			olurlarsa olsunlar, bitmez tükenmez bir "daha mutlu olma" savaşı 
			içindedirler. Kalabalık bir aileyi geçindirme zorunluluğunda olan 
			Topal Eskici de böyle bir savaşın içindedir. Yıllar yılı geçimini 
			sağlayan Eskici Dükkânı, artık kalabalık aileyi geçindiremez hâle 
			gelmiştir. O kadar ki, Topal bir zamanlar eşine dostuna ısmarlayarak 
			içtiği rakısından sonra nerdeyse şarabından da olacak, işi belki de 
			boyalı ispirtoya dökecektir. Oysa güm güm gümüleyen dedesinin 
			konağında dünyaya gelmiş, gak dedikçe et, guk dedikçe su 
			koşturulmuş, atın dorusundan bakla kırına, eşkininden rahvanına 
			kadar binmediği kalmamıştır. Avlusunda fakir fukara için yemek 
			kazanları kaynayan bu dede konağı şimdi nerelerdedir? Dün var olan 
			bugün neden yoktur? O günler bir masal âlemi miydi? Dün atılan 
			taşlar istenilen kuşları vuruyordu da bugün niçin vurmuyor? (...) 
			 
			Eskici Dükkânı'nda ben bu gerçeği belirtmek istedim. Bir de, 
			toplumun kendine özgü kanunları karşısında bilinçlilikle 
			bilinçsizliği belirtmeye çalıştım. Bilmem attığım taş istediğim kuşu 
			vurdu mu? (Orhan Kemal / A.S.T. Tiyatro Programı, 1969). 
			 
			Eskici Dükkânı'nda, orhan Kemal'in çoğu romanlarında alışageldiğimiz 
			küçük insanların serüvenleri anlatılıyor. Kahramanların günlük 
			hayatlarındaki mücadeleleri, aşkları, çatışmaları, kimi zaman da 
			çelişmeleri gerçekçi bir perspektifle veriliyor. Özellikle "Topal 
			Eskici", romanda olduğu gibi, oyunun da eksen kişisidir. Baştan sona 
			dek oyunu damgalayan kahramandır. 
			 
			Orhan Kemal'in roman ya da hikâye kişileri, çoğu zaman içinde 
			bulundukları toplumun görüşleriyle sınırlanmış, çıkış yolu arayan 
			daha doğrusu bu soy karakterleri yansıtan kişilerdir. Her biri bir 
			karakteri yansıtır. Ama toplumun şartlandırması sonucu 
			alınyazılarına yeniktirler. Bazıları karşı çıkar bu 
			şartlandırılmalara. Yalnız yazar aynı kaygılarla hareket etmez; o 
			hep ilericidir fakat toplumun geri kalmışlığı, fukaralık, çeşitli 
			baskılar benliklerini aşmalarını önlemektedir. Gerçek, anlatma ve 
			görüntülerle sergilenir. Modern insanın tragedya anlayışlarını 
			göremesek de bir iç gerçeğin açıklanışına bol bol tanık oluruz. 
			Tabii, roman ve hikâyelerinden oyunlar yazan orhan Kemal'in iç 
			dünyası aslında modern tragedyaya uygundur. Nedir ki, 
			romancılığındaki inandırıcı gücü yansır genellikle. Yani salt bir 
			tiyatrocu değildir yazar. Gelecek kuşaklara bol malzemeler bırakacak 
			birkaç usta yazarlarımızdan biridir. Yani oyunun kişileri kendi 
			içlerine kapanan, kendi serüvenleriyle, yaşamlarıyla yetinen 
			kişilerdir. Eskici Dükkânı'ndaki karakterlerin benzerliği asıl 
			buradadır kanımca. 
			 
			Eskici Dükkânı, dramaturji bakımından bazı aksamaları beraberinde 
			getirmekle birlikte, rejisör Güner Sümer bunları çokluk gidermiş, 
			önemli olan yazar-yönetici işbirliği kurulmuş. Bu açıdan bakılınca 
			bütünüyle oyun başarılı olmuş. Yani hem yönetim, hem de oyunculuk 
			yönünden eser, özünü yansıtıyor. 
			 
			Şurası bir gerçek ki. yazar-yönetici işbirliğine oyuncular da 
			katılmaktadırlar. (Hayati Asılyazıcı / Akşam gazetesi, 10.9. 1969). 
			 
			Orhan Kemal halkımızı çok yakından tanıyor, eserlerinde de bu halkı 
			bütün sıcaklığı, canlılığıyla yansıtmayı başaran bir yazarımızdır. 
			Romanlarında olduğu gibi oyunlarında da böyledir bu. Eskici ve 
			Oğulları adlı romanından sahneye uyguladığı Eskici Dükkânı'nda da 
			bizim insanlarımızın o kendine özgü havası seyirciyi çabucak 
			sarıyor, çekip alıyor. Sıkıntıları, özlemleri, hayalleriyle, içinde 
			çırpınıp durdukları bunalımlarıyla toplumun bir kesimini sahnede 
			görüyor, bu insanlara ısınıveriyoruz; hemen kaynaşıyoruz onlarla. 
			Dedesinin zengin konağında yaşadığı parlak günleri gitgide arkada 
			bırakıp, yoksulluğun batağına saplandıkça bunalımı artan "Eskici", 
			içinde bulundukları yoksulluktan pek fazla rahatsız olmayıp da 
			fabrikada, tarlada çalışmayı çevrenin sapmış değer yargılan 
			gereğince şerefsizlik sayan, bu arada başına taş düşse gelininden 
			bilen karısı, oğulları, kızları, komşuları, kısaca oyunun bütün 
			kişileri bizi en az bir yanımızdan yakalıyor. Bütün kusurları, bütün 
			bilgisizlikleri, bütün bilinçsizlikleriyle onları tanıyoruz, 
			seviyoruz. Onlar bizden çünkü. Daha doğrusu biz onlardanız. 
			 
			Seyirciyle oyun kişileri arasında kendiliğinden kurulan bu organik 
			bütünleşme ilk bakışta başarının sağlanmasına yeterli gibi 
			görünüyor. Tiyatro olayının ortaya çıkması için gerekli olan öğeler 
			dengeli bir bütünlüğe ulaşmıştır çünkü. Ama bu kolay bir başarı 
			oluyor. Ya da başka bir deyişle, gerek yazarı, gerekse sahneye 
			koyucuyu daha derinlere giden bir çabadan alakoyuyor. Bu bakımdan, 
			Eskici Dükkânı'nı örneğin bir 72, Koğuş kadar parlak bulmadım. 72. 
			Koğuş'un zengin iç yapısına, sağlam kuruluşuna karşılık bu oyun daha 
			dağınık, daha sallantılı gibi geldi bana. 
			 
			Oysa çok daha önemli bir konuyu işliyor. Çektiği geçim sıkıntısının 
			gerçek nedenini bilemediği için olmadık çözüm yolları arayan, bu 
			yüzden de sonunda yıkılan, tükenen insanlarımızın dramını sağlam bir 
			gerçekçiliğin görüş açısından yansıtıyor. Topal Eskici'nin geçmişe 
			özleminin kökünde biraz da böbürlenme, eşine dostuna rakı 
			ziyafetleri çekmenin verdiği gurur vardır. O şimdiki yoksulluğuna 
			değil de eski gösterişini, üstünlüğünü yitirdiği için 
			hırslanmaktadır. (...) İki davranışı arasında bir çelişme var gibi 
			görünür. Ama Kurtuluş Savaşı'nda bacağını yitirdiğini düşününce 
			çelişme falan kalmaz ortada. Tersine, o kavgaya girmiş olmanın 
			verdiği bilinçle hareket etmekte, dahası kavgasını sürdürmektedir. 
			Ölünceye kadar sürdüreceği bir kavganın içindedir o. 
			 
			Oyun bu özün belirtilmesi, vurgulanması bakımından başarılı bir 
			rejiyle hazırlanmış. A.S.T.'ın yepyeni bir kadroyla takım oyununa 
			ulaşmasını da hemen belirtmek ve alkışlamak gerekli. Ama Güner Sümer 
			metindeki bazı fazlalıkları atsaydı, basit esprileri azaltsaydı ve 
			hele oyuncular arasında komik öğelerin yerleştirilmesi açısından 
			dengeyi sağlamış olsaydı daha büyük bir başarıya ulaşırdı. Özellikle 
			Erkan Yücel'in gereksiz ve aşırı komikliği, bütün oyuncularda 
			bulunan, hiçbir şey de katmayan aşırı şive, oyunun aksayan yanları.
			 
			 
			Bununla birlikte gösterinin bütünüyle başarılı olduğunu 
			söylemeliyim. Yukarıdaki uyarmalarım oyunun çok parlak olmasını 
			istememden doğuyor. (Günay Akarsu / Milliyet, 11.9.1969). 
			 
			...Oyun bazı küçük değişikliklerle, yazarın 1962 yılında yayımladığı 
			Eskici ve Oğulları adlı romanının sahne uygulaması. orhan Kemal, bu 
			oyunuyla da Türk halkını anlatmada büyük bir usta olduğunu ispat 
			etti. Baş oyun kişisinden en küçüğüne kadar soluk alan bu insanlar, 
			yalın ve renkli çizgilerle kişileri derinlemesine gösteren 
			temsilciler, Topal Eskici, hayalleri, dürüstlüğü, vatanseverliği, 
			cahilliği, kusurları ve iyi yanlarıyla sahnelerimiz için seyrek 
			çizilmiş karakterlerden biri. Bu yaşlı eskici bazı kimselerin hâlâ 
			çözemedikleri, ya da anlamayı istemedikleri gerçek halk 
			davranışlarından birini getiriyor: Beş liraya muhtaç Eskici'nin 
			satılığa çıkardığı dükkânını bir yabancı şirketin temsilcilerine 
			büyük bir para kargılığı da olsa vermemesi ilk bakışta para düzeni 
			üzerine oturtulmuş bir toplum anlayışı içinde romantik gelebilir. 
			Ama o heybetli ihtiyarın topal ayağına vurarak, "Bu memleketi 
			kurtuluşa bacak vermediyseniz anlayamazsınız. Bugün dükkânınızı, 
			yarın toprağınızı, sonra da karınızı, ırzınızı, namusunuzu", diye 
			bağırması henüz onurunu yitirmemiş bir halkın içten direnişlerinden 
			birini göstermektedir. 
			 
			Orhan Kemal'in gösterişten ırak, süssüz, yalın dili; oyun 
			kişilerinin güçlü ve zayıf yanlarıyla birer insan olarak 
			bütünlenmesi; bu insanların sorunları büyük bir içtenlikle işlenmiş 
			Eskici Dükkânı'nda.... Bu oyunun, başarıyı etkilemeyen tek kusuru, 
			ele aldığı sorunu dağınık bir duyguluk içinde vermiş olmasıdır. Ana 
			sorunu ortaya çıkartan Eskici'nin hayat dramı ve onun kişiliği, daha 
			çok "atmosfer" oyunlarında gördüğümüz bir kesit olarak karşımıza 
			çıkıyor. Başka bir deyişle, yazar, ortaya koyduğu sorunda daha çok 
			Eskici'nin kendini vurgulamış. Eskici'nin kişiliğini daha iyi 
			belirtebilmek için de halkın çeşitli özelliklerini dile getiren yan 
			kişileri göstermiş. Böylece, oyunun "kişisel dram" açısı, toplumsal 
			sorun açısından daha ön düzeye gelmiş. 
			 
			Oyunu sahneye koyan Güner Sümer, yazarın yalın üslûbunu gözönüne 
			alarak süssüz ve başarılı bir temsil getiren bir oyun düzeni 
			hazırlamış. Sümer, bu çalışmasında da oyunun ihtiyacına uygun 
			"simültane" sahne düzeni içinde hareket etmiş. Osman Şengezer'in 
			dekoru belli bir gözlemin ürünü ve A.S.T.'nun derinliği olmayan 
			sahnesine derinlik kazandıran bir çalışma. (...) 
			 
			Eskici Dükkânı görülmesi gereken bir temsil; dolayısı ile A.S.T.'nun 
			uyanışını da görebilirsiniz. (Özdemir Nutku / Cumhuriyet, 
			26.6.1969). 
			 
			 
			KARDEŞ PAYI 
			Orhan Kemal'in öykü ve romancılığımızdaki yerini bir kez daha 
			yinelemek gereksiz. Bu büyük yazarımız sağlığında oyun da yazmış, bu 
			alanda da başarıya ulaşmıştı. Kardeş Payı işte bu oyunlardan biri. 
			Ankara'da kurulup dağılan bir özel tiyatronun sahnelemesinden yıllar 
			sonra tekrar seyirci önüne çıkıyor. 
			 
			Ve bir kez daha Türkiye'nin nasıl büyük, nasıl şaşılası bir hızla 
			değişmekte olduğunu belgeliyor. Bu oyunda işlenen, köyden kente yeni 
			göçmüş ve henüz işçi olma bilincine ulaşamamış "amelelerin" 
			bulundukları konum nerde, mücadele içinde adım adım bilinçlenen 
			günümüz işçilerinin vardığı aşama nerde... Geçen kısa zaman içinde 
			çok büyük, çok önemli değişimler yaşandı Türkiye'de, yaşanıyor da... 
			Peki, bilinçlenme basamaklarının epeyce yukarılarına ulaşan 
			emekçiler yanında daha basamaklara yeni adımını atanlar da yok mu 
			bugün? Bu oyun, onların durumunu irdelemiyor mu? Bu sorulara 
			duraksamaksızın evet diyebiliriz. (...)  
			 
			Oyun, kavga sahnesinde gerçekleştirilen ve pek de gerekli olmayan 
			yavaşlatmayı saymazsak epik yabancılaştırma öğeleri taşımıyor. Böyle 
			bir zorunluluk da yok zaten. Önemli olan oyun sürecinde oyun 
			kişilerinin değişimini netleştirerek seyircinin değişimini sağlamak. 
			Bu ise kesinlikle sağlanıyor. İlk bölümde kararsız, çekinken, 
			giderek korkak, ağanın arkasından atıp tutan, önünde ezilip büzülen 
			emekçilerin çeşitli etkenlerle nasıl değiştiklerini, haksızlığa 
			nasıl başkaldırdıklarını ve bunu yaparken de aralarında ayrımlar 
			bulunduğunu seyirci somut olarak görüyor. Hepsi içinde bulundukları 
			durumu hiç değişmez sanırken, bunun hiç de böyle olmadığını 
			söyleyenler, eleştiri getirenlerle başlayan yıkım, bu 
			eleştiricilere, bu aydınlatıcılara inanan, onların söylediklerini 
			kavrayan öncülerle gelişiyor ve sonunda kitlenin katılmasıyla yeni 
			bir denge kuruluyor. 
			 
			Böylesine sağlam, çelişmeleri böylesine kesinlikle ortaya koyan bir 
			oyun Kardeş Payı; daha doğrusu elbirlikçi çalışmayla bu duruma 
			getirilmiş. Anadolu'dan gelip bir yıkıntıya sığınmış emekçileri 
			sömüren Gafur Ağa ile emekçilerin birbirine zıt grafiği çok belirgin 
			çizgilerle yansılanıyor. Emekçiler gitgide yükselen bir eğri 
			çizerken Gafur Ağa, bununla bağımlı olarak gitgide düşüyor, 
			silikleşiyor; aslında hiçbir gücünün bulunmadığı, yalnızca kendini 
			güçlü göstererek İstanbul'a yeni gelmiş Anadoluluları baskı altında 
			tuttuğu ortaya çıkıyor. Bir dalgalanma sonunda güçlü ile güçsüz 
			kendini tanıyor ve ileriye yönelik bir adımla zıtlıklar arasında 
			yeni bir denge, ama sürekli olmayan bir denge kuruluyor. 
			 
			Sahnelenişin ve oynanışın bütün başarısı, bu iki zıt kutup 
			arasındaki değişken ilişkinin doğru ve ölçülü olarak seyirci önüne 
			konmasında. Ve değişimlerin nedenleri, sonuçlarıyla gerçekçi bir 
			bakışla ele alınmasında. Üsküdar Tiyatrosu'ndaki gösteride bu 
			ölçünün ve bu gerçekçiliğin sağlandığını görüyoruz. (...) Oyunun 
			bütünü için kolay olduğunu söyleyebiliriz. Belki bütün oyuncular 
			biraz da oyun metninin sıcaklığından, oyun kişilerinin seyirciye 
			yakın olmasından yararlanıyorlar. Ağa'nın karşıtlarını oluşturan 
			oyuncular da gerçek bir bütünlük içinde aradaki çatışmanın gerilim 
			kazanmasına olanak sağlıyorlar. Kısa süreli iniş-çıkışları, uzun 
			süreli temel değişimi onlarda da izliyoruz. (Günay Akarsu / 
			Cumhuriyet, 3.3.1977). 
			 
			 
			MURTAZA 
			İlk planda, kaba çizgilerle tanımlamaya çalıştığım Murtaza'yı roman 
			içinden sahneye çıkarırken, yukarıda belirttiğim bu belirgin 
			çizgileri ile Murtaza'yı ön plana almayı, yani oyunumu romandan 
			ayrı, soyutlamaya karar vermiştim. Daha önceki çalışmalarım, oyun 
			olarak bir, beş değil, daha da çoktur. Hepsinde de romandaki çeşitli 
			tipleri Murtaza'yla birlikte, Murtaza'nın çevresinde, bütün 
			detaylarıyla oyuna sokma çabasındaydım. Bu şimdi göreceğiniz 
			soyutlanmış biçime varırken, değerli tiyatro adamı, dostum Ulvi 
			Uraz'la sıkı bir çalışma birliği kurduk. Karşılıklı uzun 
			tartışmalardan sonra "Bekçi Murtaza" oyunu alabildiğine soyutlanmış 
			bir kişilik kazanarak karşınıza çıkıyor. 
			 
			Murtaza'yı bu biçimde sunmayı en elverişli bulduk. 
			 
			Romanımın önsözünde de belirttiğim gibi, yavrusu kuzguna şahin 
			görünürmüş. Takdir sizlerin. (Orhan Kemal, 1969). 
			 
			Dışardan bakınca insanı güldüren bir tiptir Bekçi Murtaza. Tutkuları 
			onu bir an bile rahat bırakmaz. Sürekli bir kavganın içindedir. 
			Çevresindeki insanlarla, bazı bazı bütün insanlarla ailesiyle, 
			yakınlarıyla, hatta kendisiyle bile boyuna çekişir; kavga eder; 
			inandığı doğrulan kabul ettirmeye ve hemen uygulatmaya savaşır. 
			Çevresiyle bu yüzden zıt düştüğünü görmez mi? Görür, ama aldırmaz. 
			Dediklerinin yüzde yüz doğru olduğuna öylesine inanmıştır ki, ölüm 
			gelse onu yolundan alıkoyamaz. Bütün dünyaya savaş ilân etmiş bir 
			Don Kişot'tur o. 
			 
			Bu kişiliğiyle Murtaza alkışlanmaya değer, yüce biri gibi görünür. 
			Günümüzde az rastlanır türden bir idealisttir. Özveriyle çarpışır; 
			karşılığında hiçbir şey beklemez. Daha doğrusu "âmirleri"nin bir iki 
			tatlı sözüyle dünyaları kazanmış kadar duygulanır; mutlu olur. Ama 
			Murtaza'nın kişiliğinde öyle bir nokta vardır ki, onun gerçekten bir 
			kahraman, çağdaş bir kavgacı olmasını önler, önce Murtaza bütün 
			gerçeklere gözünü yummaktadır. Toplumun, toplumda geçerli olan 
			düzenin yanında yer alanların ona empoze ettiği kalıpları kör 
			değneğini beller gibi bellemiştir bir kez. İnsanları en kaba 
			çizgilerle iki ana bölüme ayırmıştır: Zenginlerle yoksullar.. Bütün 
			zenginler, okumuşlar, kravatlılar iyi, çalışkan, Tanrı'nın sevgili 
			kulları, dolayısıyla da onun "âmirleri"dir. Murtaza kendini onlara 
			adamıştır.  
			 
			Burada içinden çıktığı toplum katını küçümseyip kendi çevresinin 
			kişilerini horlayan yığınla insanın Murtaza'da somutlaşmasını 
			izleriz. Murtaza kendinin de yoksul olmasına aldırmaz görünür. O 
			öteki yoksullar gibi değildir çünkü. Onlar gibi olmadığına inanmak 
			zorundadır. Onun için de elbise, kahramanlık, soylu atalar gibi 
			yoksulluğunu unutturacak değer yargılarının arkasına sığınır. 
			 
			Romandaki Murtaza, sonuna kadar uyuyacaktır. Hayallerinin ardarda 
			yıkıldığını görür; acılar içinde kıvranır, trajik bunalımlar yaşar; 
			suçu gene de kendi dışındakilerde arar. orhan Kemal İle Ulvi Uraz'ın 
			sıkı işbirliği sonunda ortaya çıkan Murtaza ise birdenbire gerçeği 
			görür. Silkinir. Ömrü boyunca uyuduğunun bir anda farkına varır. 
			oyun da burada sona erer. Bundan sonra Murtaza ne yapar bilinmez. 
			Büsbütün yıkılır mı? Yoksa o inatçı, o dik kişiliğiyle bu kez doğru 
			bir kavgaya mı başlar?... Ama bir umut kapısı açılmıştır hiç 
			olmazsa. 
			 
			Eser romandan oyun haline geçerken fazlalıklarından arınmış, daha 
			yalın, daha vurucu bir nitelik kazanmış. Sahneye koyuşta da aynı 
			yakınlığı görüyoruz. Ne var ki seyirci böyle yalın, böyle düz bir 
			gösteriyi, alışkanlıklarından kurtulup beğenir mi, sorusu ortaya 
			çıkıyor. Oysa bu olumlu ve başarılı oyunlaştırma, sahnede de gösteri 
			zenginliğiyle tamamlansaydı, geniş bir seyirci kitlesi üzerinde çok 
			daha etkili olurdu. (S. Günay Akarsu / Milliyet, 16.10.1969). 
			 
			Murtaza'ya gelince, ilk kez bundan on yedi yıl önce yayımlanan bu 
			roman, gerçi yazarın en iyi yapıtlarından biri sayılamaz, ama 
			romanın ekseni olan Bekçi Murtaza, usumuzun kolayca inandığı, 
			sevdiği, aşırı davranışlarını hoşgörüyle karşıladığı, fakat asla 
			gülünçleştirmediği bir tiptir. Sahnedeki Murtaza ise, kâğıttaki 
			Murtaza'nın çok kaba bir karikatürü olup çıkıvermiş. Bunda, sahneye 
			koyucu - yorumcu - başoyuncu Ulvi Uraz'ın da tutumu var ya, asıl 
			orhan Kemal'in kendisi sapmış bence ilk portreden; Murtaza'sını bir 
			ruh hastası, üstelik bir işveren kölesi haline sokuvermiş. Bunun 
			dışında, iyi romancıların iyi oyun yazarı olamadıkları konusundaki 
			genel kuralın, orhan Kemal'i de kapsadığını görüyoruz. Çünkü romanda 
			geçmiş şeyleri birisi anlatır bize, ama tiyatroda anlatıcı aradan 
			çekilir, şimdi geçeni biz görürüz, biz duyarız, biz değerlendiririz. 
			Yapıtın en zayıf yanı da burası zaten. Birinci Perde boyunca süren 
			Ulvi Uraz'ın bıktırıcı monologu, romancının ağzından Bekçi 
			Murtaza'yı betimliyor, betimlemekle de kalmıyor, giderek iyiden 
			iyiye öyküleştiriyor. (Tahir Özçelik / Yeditepe, Aralık 1969). 
			 
			 
			 
			 
			 
			"Orhan Kemal", Asım Bezirci, Tekin Yayınevi, 2. Basım, Temmuz 1984  |