| 
			
			
			  
			Adana Büyükşehir Belediyesi bizden Orhan Kemal Müzesi için bir proje 
			istediğinde çok heyecanlandık. 
			Orhan Kemal hem çok sevdiğimiz bir yazardı hem de Adana şehriyle 
			özdeşleşmiş simalardan birisiydi. Yapıtlarındaki halkçı tutum ve 
			iyimserlik, bizim mimarlık anlayışımızı şekillendiren etmenlerin 
			başında geliyordu. Okul yıllarımızda Adana’nın kentsel dinamiklerini 
			incelerken Orhan Kemal’in romanlarını bol bol okur, kentin 
			gelişimini, kapitalizmle tanışmasını ve geçirdiği dönüşümleri 
			aramızda tartışırdık. 
			12 Eylül sonrası apolitik ruh bize uzak durulması 
			gerekli bir olgu gibi geliyordu. Mimarlığın temelindeki politik 
			alanların çok derinlere itildiğini, mimarlığın salt fonksiyona uygun 
			bir kabuk yapma eyleminden öteye gitmediğini fark etmiş, daha en 
			başından mimari yönelimlerimizde politik bir tutum takınmayı 
			kendimize hedef bellemiştik. Sorun, tamamen bir ahlak sorununa 
			dönüşmüştü. Sorun artık solcu ya da sağcı olmak kadar basit değildi. 
			Asıl sorun anti-kapitalist olmak ya da olmamaktı. Bizce yirmi 
			birinci yüzyılda mimarlık yapabilmeye devam edebilmenin biricik 
			koşulu anti-kapitalist olmaktan geçiyordu. 
			Belediye ile yapılan ilk görüşmelerde bu tavrımızı 
			açıkça ortaya koyarak istemediğimiz bir yolda ilerlemenin 
			tehlikelerinden korunmayı seçtik. Belediye, kesin tavrımızı ilk 
			gördüğünde biraz geri adım atar gibi olduysa da sonradan bizi 
			anlayışla karşılayarak projeye hiçbir anlamda müdahale etmeme kararı 
			aldı. 
			Çalışmalarımızı Milli Mensucat fabrikasında 
			yoğunlaştırdık. Fabrikanın baştan aşağı yenilenmesi, Orhan Kemal’in 
			eserlerinin sergilendiği ana mekânlar ve bu mekânları birbirine 
			bağlayan ana akslardan oluşan ilk lekeler sonucunda büyük bir hayal 
			kırıklığı yaşadık. Çünkü kendisine doğru emin adımlarla gitmekte 
			olduğumuz şey, Orhan Kemal’in olmasını asla istemeyeceği bir şeydi. 
			En başta Orhan Kemal’in kendisi böyle bir müze ile anılmaktan 
			rahatsız olur ve belki de en başta kendisi bu müzeye karşı çıkardı. 
			Bir süre bu hayal kırıklığı ile mücadele ettikten 
			sonra aradığımız şeyin fabrikanın sınırları dışında olduğunu 
			hisseder gibi olduk. Öyle ya, Orhan Kemal’in fabrika ile asıl 
			anlatmak istediği şey bu fabrikanın dışıydı. Yani bitişik 
			mahalleydi, o mahallede sürüp giden yaşamın ta kendisiydi. Fabrika o 
			yaşamın bir uzantısından başka bir şey değildi. Orhan Kemal bir 
			fabrikanın yazarı değil, bir yaşamın yazarıydı. Mahalleyi müzenin 
			bir parçası olarak düşünmek fikri böyle doğdu. 
			Belediye, Milli Mensucat bitişiğindeki Döşeme 
			Mahallesi’ni yıkma kararı almıştı. Bu geniş alandaki evler konut 
			karşılığında yıkılacak, oldukça merkezî bir yerde bulunan arazi iş 
			merkezleriyle doldurulacaktı. Orhan Kemal’in romanlarındaki ana 
			kahramanlardan biri olan “teneke mahallesi”ni ilk başta biz de 
			gözden çıkarmıştık. 
			Belediyeye bu kararımızı kabul ettirmek hiç de kolay 
			olmadı. Çünkü mahallenin yıkımı ve iş merkezlerinin inşası ile 
			belediye büyük miktarda kâr elde edecekti. Fakat yılmadık. Çetin 
			görüşmeler sonucunda belediye, mahalleyi tasarımımızın bir parçası 
			olarak kullanabileceğimizi söyledi. 
			Genişleyen sınırların içine Alman Fabrikası’nı dâhil 
			etmekte bir sakınca görmedik. 
			Sınırlarımız ya da sınırsızlıklarımız belli olduktan 
			sonra tasarımımızın ilerleyeceği yol aşağı yukarı belli olmuştu: 
			Orhan Kemal’in eserlerinde yapmak istediği şeyi yani yaşamı ortaya 
			koymak. 
			Böylece mahalledeki ve fabrikalardaki yaşamı ya da 
			onun izlerini bir dolaşım ağı vasıtasıyla “seyreylemek” 
			tasarımımızın ana fikri haline geldi. 
			Dolaşım ağının amorf yapısının temelinde kapitalizmi 
			doğuran rasyonaliteye karşı duyduğumuz öfkenin payı vardı. Mahalle 
			ve fabrikaların oluşturduğu bütün, ızgara plan ile çeşitli parçalara 
			ayrılmıştı. Fakat bu parçalar içinde sürüp giden yaşam modernizmin 
			dayattığı rasyonaliteye tamamen yabancıydı. Fabrika ve onun 
			getirdiği rasyonalist yaşam biçimi ile Türk toplumunun bambaşka 
			dinamiklerle şekillenmiş olan yapısı arasındaki gerilim, dolaşım 
			ağının biçimlenmesindeki ana etken oldu. Bir türlü bitmeyen, bir 
			mahalle ve bir fabrika şeklinde zamanın kucağında donmuş halde 
			bulunan yoksulluğun temaşası, ancak gerilimle beslenen bir dolaşım 
			ağının varlığı sayesinde vücut bulabilecekti. 
			Dolaşım ağının asıl gövdesi aslında bu ızgara planın işlemesini 
			sağlayan sokakların çizgiselliğiydi. Fakat bu çizgiselliğin 
			hapsetmeye çalıştığı kendine yabancı yaşam biçimi ile arasındaki 
			gerilim, kendi yapısında giderek artan bir ivmeyle meydana gelen 
			bozunmalara yol açtı. Tuhaf olan şuydu ki bu bozunmalar, bir 
			zamanlar çizgisellik şeklinde kendini ortaya koyan rasyonalitenin 
			yaşamla daha farklı ve daha zengin boyutlarda ilişki kurmasına yol 
			açıyordu. 
			 
			Sonuçta ulaştığımız amorf form ve dolaşım ağının karmaşıklığı, 
			alışılagelmiş müze kavramındaki “çizgisel seyretme” alışkanlığına 
			bir darbe vurarak bizim “eşzamanlı seyretme” ya da “temaşa” 
			dediğimiz eylemin doğmasına yol açtı. Müzeyi dolaşan birinin 
			göreceği yoksulluğun izlerinden başka bir şey değildi: Zamanda asılı 
			kalmış gibi şehrin ortasında duran terk edilmiş bir mahalle ile iki 
			fabrika ve bu yapıların arasında hareketliliğin bir sembolü gibi 
			asılı duran bir dolaşım ağı. Bir yanda mazi bir yanda gelecek. Bir 
			yanda mazide yaşanmış olan yoksullukların izleri, bir yanda bu 
			izleri takip ederek bir yazarın eserinin peşinden gitmeyi göze almış 
			olan müzesever. Bir yanda durağanlık bir yanda hareketlilik. Bir 
			yanda genel geçer müze kavramına referanslar veren bir durgunluk, 
			bir yanda bu referansları ve onların kaynağını hiçe sayan kırmızı 
			bir dolaşım ağı. Kırmızı çünkü öfkeli. Kırmızı çünkü dünyaya ben de 
			varım demek istiyor. Kırmızı çünkü dünyanın dikkatini içinde 
			dolaştığı mahalleye ve fabrikalara çekmek istiyor. Bu mahallede ve 
			fabrikalarda yaşanmış olan yoksulluğun varlığını ortaya koymak 
			istiyor. 
			Dolaşım ağına eklediğimiz ve çeşitli noktalara 
			yerleştirdiğimiz merdiven kuleleriyle müzeseverin dolaşım ağından 
			çıkarak mahalleyle ve fabrikalarla doğrudan temas edebilmesinin ve 
			uzak düştükleri bir yaşamın izleri yoluyla o yaşamı ve o yaşamı 
			yazan bir yazarın eserini hayal ederek yeniden oluşturabilmesinin 
			yolunu aralamış olduk. 
			Dolaşım ağını, mahalle-fabrika zemin kotu olan ±0.00 
			ile Milli Mensucat’ın su kulesinin üst kotu olan +18.45 arasında 
			değişen yüksekliklerde konumlandırdık. 
			Dolaşım ağının ana malzemesi olarak kalın, daire 
			kesitli, kırmızıya boyanmış çelik borular kullandık. Aynı malzemeyle 
			merdiven kulelerini inşa ettik. Kırmızı boyayı zaman geçtikçe önce 
			solacak, sonra da tamamen kaybolup çelik boruyu Adana güneşinin 
			ışınlarına maruz bırakacak şekilde hazırladık. Böylece nefes alan, 
			sergilediği/ifşa ettiği fenomenle birlikte yaşayan bir müze 
			kavramına ulaşmış olduk. 
			Bundan yaklaşık elli sene sonra dolaşım ağı 
			muhtemelen tamamen paslanmış ve yaşamın içine katılmış olacak.  |