| 
			 
			 
			 
			 
			Gecekondu-İşçikondu Süreci 
			 
			Okuma Parçası I 
			“948’lerde... Bir Amerikancılıktır başlamıştı. Daha sonraları renk 
			renk, biçim biçim traktörler akmaya başladı Çukurova’ya. Ova bu 
			allı, yeşilli, mavili, sarılı oyuncaklarla doldu. Pamuk yedi, hatta 
			sekiz liraya satıldı, yerden biten mantarlar gibi apartmanlar, 
			barlar, memleketin biçimini değiştiriverdi. Para deste deste 
			kazanılıyor, oluk gibi harcanıyordu. Bar kızlarının kolları 
			dirseklerine kadar hacıağa bilezikleri, burmalarıyla doldu. Köy 
			yollarında Desoto’lar, Kadillak’lar Çukuova güneşiyle fırın külüne 
			dönmüş tozları havalara savuruyor, ağızları sıra sıra altın dişli 
			ağaların kahkahaları Çiftçi Birliği’nin kalın, sağlam duvarlarında 
			çınlıyordu. Toprak sahipleri, fabrikatörler, yurda dışarıdan mal 
			getirtip dışarıya yurdun mallarını gönderenler memnundu, ama Topal 
			demirci gibilerin yüzünden düşen bin parça oluyordu. Bir zamanlar 
			onu işe, paraya boğanlar artık uğramaz olmuşlardı. Toprak renk renk 
			traktörlerle sürülüyor, mibzerlerle ekiliyordu. “Dinamik ziraat” 
			başlamıştı. Memleket ziraatının işi bundan böyle Amerikan 
			makineleriyle görülecekti. Ortaçağdan kalma köhne demirci 
			dükkanlarına ne ihtiyaç vardı? 
			Yoksa onun da onlara düzdüreceği yoktu. Kerpiç huğu, ineği, 
			tavukları, takımı, tezgahı sattı, karıyı, kızı, küçük oğlunu kattı 
			önüne, tuttu şehrin yolunu. Onlar gelmeyeli hani, şehir de epeyce 
			değişmişti. Yeni yeni apartmanlar, oteller, asfalt yollar... Yollar, 
			apartmanlar, oteller ama bütün bunlar daha çok şehrin hemen ilk 
			bakışta görünen yönlerini süslüyorlardı. Büyük oğlu gibi gün kazanıp 
			gün yiyenlerin oturdukları kenar mahallelerle asfalt caddelerin 
			böğürlerinden derinlemesine dalınan ara sokaklarsa, bozuk parkeleri, 
			bel vermiş, kaykılmış harap tahta ya da kerpiç evleriyle hemen hemen 
			kırk elli yıldır bilip tanıdığı ara sokaklardı. 
			Şehrin hemen hemen göbeğindeki böyle sokaklardan birinde dişlerinin 
			harcı iki gözlü bir ev kiraladılar (...) Aylığı birkaç yüzden 
			başlayan apartmanlardan birinin katına yerleşecek değildi ya (...) 
			Öndeki odanın yan yana iki penceresi bozuk parkeli daracık sokağa 
			bakan eve yerleşildi “ (Orhan Kemal, 2008; 17-19). 
			 
			Okuma Parçası II 
			İşçi mahallesi uyuyordu. Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç 
			yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir 
			seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre 
			köpüre, korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardan beri 
			mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü, 
			kalın, sağlam ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama 
			duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı. 
			Evler... Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış, yahut 
			tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri. Bu evlerin 
			çürük kapıları arada açılıyor, ya dal gibi bir kız, bir kadın, yahut 
			kocaman takunyalarıyla küçük bir çocuk, uyku dolu gözleriyle çıkıyor 
			(Orhan Kemal, 2004;12-13).  
			 
			“İstanbul daima fakiri bol memleketti” (Tanpınar, 1960; 247). 
			İstanbul’da nereden geldiği belli olmayan yoksul işçilerden, 
			perişanlık içindeki köylülerden, hamallardan, çingenelerden, seyyar 
			satıcılardan, işsiz güçsüzlerden oluşan bir kitle her dönemde 
			varolageldi. Bekarlar ve belirli bir evi olmayıp tek başına 
			yaşayanlar hanlarda, bekar odalarında, kahvehanelerde, oda diye 
			adlandırılan, ayrı olarak yada dükkanların üst katına inşa edilmiş 
			mekanlarda barınırlardı. Yönetimin çeşitli dairelerinde çalışan veya 
			orduya mensup olan İstanbullular ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bu 
			kesim kent nüfusunun devasa kitlesi içinde küçük bir azınlığı 
			oluşturmaktadır. Nüfusun faal kesimi esnaf grupları içinde toplanmış 
			tüccarlar, satıcılar, zanaatkârlar, işçiler, seyyar satıcılardan 
			oluşmaktadır. Meyve, sebze satıcısı, yoğurtçu, sucu, pabuç, toprak 
			tabak-çanak, testi ve kaba kumaş satıcısı, eskiciler; bütün bu küçük 
			“meslekler”, hiçbir nitelik gerektirmeyen bu seyyar satıcılar, 
			Osmanlı’nın erken işçi sınıfını oluşturmaya aday bu köksüzler, 
			İstanbul’a yeni gelen, topraklarından kopan köylülerden, başkente 
			daha iyi bir hayat fırsatını aramaya gelenlerin arasından 
			çıkmaktaydı. Seyyar satıcılar, dar sokakların ve ahşap evlerin bu 
			tanıdık ziyaretçileri, şehrin hayatına küçük ölçekli ticari canlılık 
			katmaktan çok öte, İstanbul’un yaşam tarzına renk katan önemli 
			aktörlerindendi.  
			Osmanlı yönetiminde görülmedik bir hızda Batıya, Anadolu dışına 
			taşan yayılma hareketi Anadolu’da köylerinde kum gibi kaynayan işsiz 
			ve ekmeksiz insanlar, geçim zorluklarıyla kıvranan kitleler, çift 
			bozan köylüler için önemli bir ekmek kapısıydı İstanbul ve Marmara 
			Bölgesi. Selçuklular döneminde olduğu gibi, şehirlerdeki zanaat ve 
			esnaflığa ticaret hayatının usta-çırak kadrolarını dolduranlar hep 
			köylerden geliyordu. Köylerinden, yurtlarından ayrılanların çoğu 
			“bekardı”; köylerinden kopan bu yersiz-yurtsuzlar için şehirlerde 
			“bekar odaları” şeklinde yapılan hanlar getirisi yüksek bir işletme 
			oluvermişti. Neredeyse tüm önemli Osmanlı şehirlerinde bekar hanları 
			bulunurdu. Bunlar çoğunlukla, isminin çağrıştırdığının tersine, 
			yolcu bekarlar için konaklama yerleri değil, şehirde çalışan 
			evlenmemiş yada evinden kopmuş işçilerin yatakhaneleridir (Karpat, 
			2002; 50). Evliya Çelebi Seyahatname’sinin “İstanbul içinde bulunan 
			mücerred yani bekar odalarını bildirir” adlı bölümde “bekar 
			odaları”nın sayısız ve çok yaygın olduğunu bildirerek, bunların 
			yerleri ve türlerini, kullanım farklılıklarını belirtir. “Yolgeçen 
			Odaları”nın hepsinden büyük olduğunu belirttikten sonra Mercan 
			Odaları, Mahmutpaşa yakınında Cephane Odaları, Pertev Paşa Odaları, 
			Süleymaniye’de Hilalci Odaları, Atpazarı’nda ve Büyük Karaman’da 
			kırkar bekarhane, Gedikpaşa Bekarhanesi ve Unkapanı yakınında yedi 
			azepler bekarhanesini anar (Evliya Çelebi, 2006; 281) 
			Çiftbozan levend, sekban ve suhteler, dolay çiftlik ve otlaklardan 
			inen çobanlar, büyük şehirlerin çehresini biçimliyorlardı. Kazançlı 
			kira getirdikleri için “bekar odaları” biçiminde yapılan hanlarda 
			yatıp kalkan, çarşı pazarlarda dolaşan, bugünden yarına geçimi 
			bulunmayıp ücretli çalışmaya, eş deyişiyle işçi sınıfını oluşturmaya 
			aday işsiz güçsüz yığınlar; 16. yüzyıl İstanbul’unun bu “küçük 
			insan”ları, Gelibolulu Mustafa Âli’nin demesiyle “yitik adam”lar, 
			çoğunluğu iktidarın meşruiyet uzmanı tarih yazıcılarının horlayıcı 
			değerlendirmelerine kurban edilen, üretim araçlarından yoksun bu 
			halk kesimi gezici ve geçici işlerle (suculuk, eşekçilik, hamallık, 
			sebze meyve satıcılığı, seyyar satıcılık, gece bekçiliği, kapıcılık, 
			hizmetçilik, gündelik işçilik), çoğunlukla sefil “bekar odaları”nda, 
			yırtık pırtık giysileriyle ancak yaşamalarına yetecek kadar 
			beslenebilecekleri koşullarda yaşardı. Geceleri sokakta, 
			bekledikleri dükkanların, çarşıların, hanların yada evlerin kapı 
			eşiklerinde, “bekar odaları”nda (Bingül, 2010) yatıp kalkan çoğu 
			fırıncı yada basit zanaat sahibi bu azgelirli ve çoğunlukla taşralı 
			kesim sık sık işsiz kalıyor, kıt kanaat bir yaşam sürüyor ve kent 
			toplumuyla bütünleşememenin sıkıntısını üzerlerinde taşıyorlardı. 
			Gerek ekonomik gerekse barınma açısından “gerçek marjinaller”di 
			(Bingül, 2007).  
			16. yüzyılda, dünyanın en büyük ve en kalabalık şehri olan İstanbul 
			“bekar taifesi”nin çekim merkezi idi. 18. yüzyılda da Anadolu’dan 
			gelen bekar erkekler kenti yığın yığın dolduruyordu. 19. yüzyılda da 
			uzaklardan İstanbul’a çalışmaya gelenler -1869 tarihli İngiliz 
			konsolosluğu raporlarına da giren- 150, 350 kişilik “bekar 
			hanları”nın odalarını mesken tutuyorlardı. Bu işçiler, belli bir 
			parayı kazandıktan sonra dönmek umuduyla ailelerini geride bırakmış 
			insanlardı. 1872 tarihli raporda bu meskenlerin genellikle berbat 
			olduğu yazılır. “Ancak zenginler taş ve tuğla (kargir) binalarda 
			oturabilirler. Geri kalan halk tahtadan, çamur ve kireçle sıvanmış 
			entipüften (ahşap) evlerde yaşar. Evlerin kötü bir planda kötü 
			malzemeyle yapılmış olmaları, kanalizasyon diye bir şeyin 
			bilinmemesine rağmen İstanbul’daki en düşük tabakalar bazı Avrupa 
			başkentlerindeki benzer tabakalardan bir ölçüde iyi yerlerde 
			oturmaktadırlar” (Türkcan, 1984; 35-36, 39). Eyüp, Kasımpaşa ve 
			Üsküdar ‘gecekondu’laşmanın ilk işaretlerini bağrında taşıyordu. 
			Ancak ülkenin ekonomik yapısında köklü değişimler gerçekleşmemiş; 
			İstanbul, Bizans ve Osmanlı döneminin bir süreği olarak önemli bir 
			yapısal değişim geçirmemişti. 19. yüzyılda kimi cılız endüstrileşme 
			hareketlerine tanık olsak bile, yalnızca dış dünya ile yaptığı 
			ticarette bir değişim görülüyordu. 19. yüzyılın son çeyreğine 
			gelindiğinde, deniz ve demir yolu ulaşımına bağlı olarak istasyon ve 
			liman tesisleri, gezginlerin, casusların ve tüccarların 
			konaklayacağı Hotel Angleterre, Pera Palas gibi oteller, zengin 
			bankerlerin sarayları, büyük mağaza ve bankalar kurulur, canlı bir 
			iş merkezi Karaköy’de dünyanın ilk metrolarından biri “Tünel” 
			1869’da faaliyete geçer; belediye kagir bina yapımını teşvik eder, 
			kentin ilk parkı ve tiyatroları hep aynı bölgede yoğunlaşır: 
			Beyoğlu; eski İstanbul’un ahşap yapılarına ve harap semtlerine 
			tepeden bakar. Öte yandan özellikle sur diplerinde biten 
			mahallelerde ayak esnaflığı, hamallık gibi işlerle günlük 
			nafakasının peşinde koşan alt gelir gruplarına mensup ailelerin 
			yerleştikleri Karagümrük, Haseki gibi sefalet mahalleleri doğar. 
			Atölye, tersane gibi yarı endüstriyel tesislerin, mezbahaların 
			çevresinde Balat, Fener, Hasköy ve Haliç kıyılarında bugünden geriye 
			baktığımızda ‘gecekondu’ diyebileceğimiz yerleşimler görülür. Alt 
			gelir gruplarının yaşadığı Eyüp, Kasımpaşa, Hasköy, Haliç çevresi, 
			Okmeydanı ve Üsküdar’da, Pera’daki yaşama tamamen ters bir yaşam 
			biçimlenir. Fiziki olarak ‘gecekondu’laşmanın işaretleri görülse de, 
			içerik olarak bin yıldır süregelen bir yapı söz konusudur en genel 
			olarak. 
			1930’lu yıllarda Türkiye’de ilk gecekondular Ankara’da yapılıyordu. 
			Ama henüz toplumda gecekondu ismi ortaya çıkmamış, “barakalar” 
			denilip geçiliyordu. “İstanbul’da 1930’lardan ve II. Dünya Dünya 
			Savaşı’ndan sonra hızlanacak gecekondulaşma olgusu başlamış ve bu 
			olgunun oturduğu az gelişmiş metropoliten yapı, 19. yüzyılda ortaya 
			çıkarak gittikçe büyüyen bir sorun haline geldi” (Ortaylı, 2008a; 
			204). İşte bu dönemde değişen Türkiye’nin ve İstanbul’un yükünü 
			taşıyanlara omuz verir, yazı verir üstad Orhan Kemal . 
			19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Haliç kıyıları sanayiye 
			açılmış, Eyüp de artık bir ziyaretgâh, seyir ve mesire yeri değil, 
			imalathaneler, sanayi çalışanlarının yerleştiği işçi mahalleri, orta 
			sınıf konutları ve mezarlıklardan oluşan bir kenar semttir. 
			Sirkeci’ye demiryolunun getirilmesi, Silahtarağa’da ülkenin ilk 
			enerji santralinin kurulması, Haliç’te Feshane, İplikhane, Defderdar 
			Yünlü Fabrikası ve diğer sanayi ve depolama yapılarının yoğunlaşması 
			Kasımpaşa, Hasköy ve Eyüp’te sanayi çalışanlarının yerleşme dokusunu 
			ortaya çıkarmıştır. Cumhuriyetin ilk dönemindeki kentlerin 
			planlanması çalışmalarında İstanbul için farklı ülkelerden Batılı 
			uzmanlar plan ve öneriler geliştirmiş, ancak hepsi de Haliç’i bir 
			sanayi alanı olarak görmüşlerdir. Bunlardan geniş ölçüde uygulanan 
			Prost Planı (1936) ile Haliç kıyılarında ve 1950’li yıllarda 
			Topkapı’da sanayi bölgelerinin tesisi, bunun yanısıra 1940’lı 
			yıllarda Rami yöresinde ızgara sistemle oluşturulmuş yeni yerleşme 
			alanına Balkan göçmenlerinin yerleştirilmesiyle sanayi ile içiçe 
			girerek, Haliç kıyısı boyunca kuzeybatıya doğru büyümüştür.  
			1950’li yıllardan başlayarak 1980’lerin sonuna kadar İstanbul’un 
			gelişiminde sanayi alanları temel belirleyici işlev olmuştur; konut 
			alanları sanayi alanlarının yer seçim kararlarına bağımlı olarak 
			gelişmiştir. 1950 yıllarında Kartal, Bomonti ve Kağıthane 
			bölgelerinde sanayi kuruluşları yer seçmiştir. Aynı şekilde 
			Gaziosmanpaşa, Bakırköy, Zeytinburnu, İstinye, Paşabahçe ve 
			Beykoz’da da çok sayıda sanayi kolu üretime başlamıştır. 1950’lerin 
			ortasında İstanbul, banliyo demiryolu hattının da etkisiyle, Marmara 
			Denizi kıyılarına koşut olarak batıda Yeşilköy, doğuda Bostancı’ya 
			uzanan bir alana yayılmış, kuzeyde Levent’e ilerlemiştir. Bu 
			yayılmada iki farklı konut üretimi öne çıkmaktadır. Birincisi 
			gecekondulaşmadır. 1940’lı yıllarda yeni yeni ekonomik politikalar 
			sonucunda başlayan göç olgusu 1950’lerden itibaren İstanbul’un 
			gelişiminde temel olgu haline gelmiştir. Sanayileşmeye bağlı bu ilk 
			göç dalgası ile gelenler, Haliç ve surdışındaki sanayi kuruluşları 
			çevresinde yerleşmişler, Zeytinburnu, Kağıthane, Taşlıtarla ve 
			Maltepe bölgeleri ilk gecekondu alanları olmuştur. İkinci konut 
			üretim biçimi ise apartmanlaşmadır. 1954 yılında tapu yasasında 
			yapılan bir değişiklikle kat mülkiyetine olanak sağlanması bu süreci 
			hızlandırmıştır. 
			13 Temmuz 1947 tarihli İstanbul gazetelerinin birinci sayfasında iki 
			haber yer alır: Marshall Planı kapsamında Türkiye’ye Amerikan 
			yardımı getirecek antlaşmanın imzalanması, öbürü de Anadolu’dan 
			kente gelen ailelerin boş alanlarda bir gecede inşa ettikleri 
			İstanbul gecekondularından biri. Bu tarih, Türkiye’de köyden kente 
			göçün başlangıç tarihi olarak alınabilir. Amerika’dan gelen dış 
			yardım, göç zincirinin iki yönlü tetikleyicisi olur. Çıkış 
			noktasında, makineleşme yoluyla tarımın modernleşmesine yardım eder. 
			Varış noktasında ise sanayi ve kent şantiyelerini arttırır (Bazin, 
			2006; 85-86). Marshall Planı ile Türkiye’ye 240 bin traktör girdi. 
			“Çeşit çeşit, boy boy renk renk tarım araçları. 950’den sonra 
			Türkiye’ye Amerika’dan akın akın gelmişlerdi ki, bunların sayesinde 
			Türkiye’de dinamik ziraat başlayacaktı” (Orhan Kemal, 2006a; 119). 
			Makineli tarım kısa zamanda organik enerjiye dayalı (öküz, saban 
			vb.) ekip biçme sürecini ortadan kaldırdı. Bunun sonucunda 
			1950’lerde iç göç ve 1960’larda Almanya başta olmak üzere dış göçler 
			başladı.  
			II. Dünya Savaşı yol açtığı tahribat Batı Avrupa’da 7.8, Doğu 
			Avrupa’da 5.6, Sovyetler Birliği’nde 17 milyondan daha çok insan 
			kaybına yol açmıştı (Gitmez, 1983; 49). Marshall Yardımı, yıkılmış 
			Avrupa’nın yeniden güçlenmesi yanında, büyüyen ekonomilerin 
			dışarıdan büyük sayılara varan işgücü sağlama zorunluluğunu da 
			getirmişti. Uluslararası sermayenin de Batı Avrupa’da yoğunlaşması, 
			özellikle 1950’lerde kitlesel yabancı işgücü kullanımını kaçınılmaz 
			kıldı. Savaşın yıkımını izleyen ilk on yıldan sonra alınan ekonomik 
			ve siyasal kararlar belirlendi: Yerliler ve göçmenler hızlı gelişen 
			ekonomilerin temelini atacaktır. 
			Federal Almanya’da savaş öncesi Doğu Almanya’dan gelen göçmenler 
			Demir Perde ve 1961’de inşa edilen Berlin duvarı engeline takıldı ve 
			gereken işgücü “gelişmekte olan” ülkelerden temin edildi. Aynı 
			dönemde işsizlik ve dış ticaret açığıyla karşı karşıya olan Türkiye 
			işçi göçünü teşvik etti. İlk işçi kafilesinin yola çıktığı 1961’den 
			dıçgöçün durdurulduğu 1973’yılına kadar Batı Avrupa’da 800.000 
			dolayıyında Türk işçisi çalışıyordu (Gitmez, 1983; 14). 1961 ile 
			1975 arasında resmen göç eden 950.000 Türk vatandaşından yüzde 80’i 
			Federal Almanya’ya gitti (Massicard, 2007; 314). Orhan Kemal’in hiç 
			değinmediği yabancı ülkelere bu işçi göçü Türkiye’de işçi-oluş 
			tarihi açısından üzerinde durulması gereken önemli bir olgudur. 
			II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, dünya sistemindeki yeni hakim 
			rolleri içinde Amerikan sermayesi ve ABD hükümeti Avrupa için bir 
			Kalkınma Programı geliştirmişti ve Türkiye de 1947 yılında bu 
			program kapsamına alınmıştı. Buna göre, “hür dünya”nın bir parçası 
			olan Türkiye’ye, askeri bağımlılık ve iktisadi liberalleşme 
			karşılığında hibe ve yardım yapılabilirdi. Amerikalı uzmanların 
			tavsiye ettiği yeni ekonomik model uyarınca Türkiye dünya pazarı 
			içinde uzmanlaşmalıydı; yatırımlar verimsiz fabrikalara değil, 
			tarıma ve tarıma dayalı sanayie yapılacaktı. Verimsiz sanayi 
			yatırımları yerine hükümetin kamu kaynaklarını karayollarına ve 
			diğer altyapı projelerine tahsis edilmesi öneriliyordu. Amerikan 
			yardımı yol yapım makineleri ve 15.000 traktörde somutlaşınca, 
			traktörle hem yeni tarım alanları açıldı, hem de ulaşım ağlarıyla 
			insanlar ve mallar piyasaya ulaşmaya başladı. 
			Marshall Planı kapsamında ilk gönderilen mallar traktörlerdi. 
			Türkiye’de hız kazanan traktör ithalatı tarım alanında başlayan bir 
			devrimi haber verir. Traktör ve tarımda makineleşmeyle birlikte 
			sulamanın yanı sıra, mahsul yetiştirmeye elverişsiz diye bilinen pek 
			çok arazinin açılması, yeni toprakların kazanılması sonucunu 
			doğuracaktır. Makine kullanmakla birlikte çiftçi, piyasaya bir 
			müstahsil olarak giriyor demektir ki, bu yeni bir karakterdir. 
			Traktörle birlikte yeni aylak(lar/)lık, artık emek önemli bir sorun 
			olarak karşımıza çıkacaktır. 
			Amerikalıların raporlarında vurgulandığı üzre, Türkiye modernleşme 
			hamlesini tarımdan başlatmak zorundaydı. 1948-1952 yıllarında 
			traktör sayısı 1750’den 30.000’e fırladı. 14.5 milyon hektar olan 
			ekilip biçilir alan 1956’da 22.5 milyon hektara çıktı. Demokrat 
			Parti yönetiminin ilk üç yılında tarım ürünleri bollaştı, çiftçinin 
			geliri gözle görülür ölçüde arttı. Kârlar, ücretlerden daha hızlı 
			artsa da kentlerde de gelirler yükselmişti. Hükümet, Türk 
			burjuvazisinin 1940’larda biriktirmiş olduğu kârları yatırıma 
			dönüştürmeye başlayacağını umuyordu. Öyle olmadı; Demokratların arzu 
			ettiği ölçüde yatırım yapmakta tereddüt ettiler. Sonuçta liberalizme 
			düzülen övgüye rağmen, yatırımların yüzde 40-50’sini devlet yapmak 
			zorunda kaldı (Zürcher, 2007; 326-327). 
			M. S. 1. yüzyılda Augustus tarafından yapılan sayıma göre 
			Anadolu’nunun nüfusu 13 milyon dolayındaydı. Türkiye’nin 1927’deki 
			ilk nüfus sayımında Anadolu’nun nüfusu yine 13 milyon dolayındadır. 
			Yüzyıllar boyunca yönetenler, diller, inançlar değişmesine, 11.-17. 
			yüzyıllarda önemli göçlere, büyük veba salgınına (14. yy.) karşın 
			Anadolu’nun gıda üretim biçimi, bir başka deyişle 13-15 milyon 
			insanı besleyen saban ve öküze dayalı tarım değişmemişti (Kıray, 
			2006; 155, 185). Amerikalı iktisatçı Max Weston Thornburg 1949 
			Türkiye’sinde kaleme aldığı “Turkey: An Economic Appraisal” adlı 
			araştırmasında şu gözlemini aktarır: “Türklerin beşte dördü köylerde 
			yaşar ve ziraatle meşgul olur. 40.000 köy bin seneden beri hemen 
			hemen hiç değişmemiştir. Bu köylerde insan M. Ö. 3000 senesinde 
			Sümerlilerin resimlerini yapmış oldukları parmaklıksız tekerlekli 
			kağnıyı, kadim sabanı görür” (Tütengil, 1983; 67). 1948 sonrasında 
			Anadolu tarımında görülen teknolojik değişme, Anadolu tarımının 
			geçirdiği ilk teknolojik değişme değildi. 1830’lardan sonra 
			yarı-koloniyel hale gelerek dış pazara açılan Anadolu’ya 1900’lerden 
			beri karasabanın yerine pulluk girmeye başlamıştı. bu değişme, 
			geçimlik bir tarımsal üretim ünitesinden, Pazar için küçük üretime 
			geçebilmeye olanak sağlar. Böyle bir üretim ise köy içinde mülkiyet 
			farklılaşması ve işbölümü farklılaşmasına olanak sağlayan bir 
			dönüşümün başlaması demektir. Ama bu dönemde Anadolu’da ulaştırma 
			sisteminin yeterince gelişmemiş olması yüzünden üretim ancak küçük 
			yerel Pazar içinde pazarlanabilmekte, dolayısıyla büyük kapitalist 
			işletmelere geçebilmek için gerekli mekanizmalar oluşamamaktadır. 
			Ancak demiryollarının ulaştığı alanlar ile Ege ve Adana bölgesi gibi 
			dış pazarla ilişkileri yüksek yörelerde büyük kapitalist işletmeler 
			doğabilmiştir. Türkiye’nin bir Pazar olarak bütünleşmesi ancak II. 
			Dünya Savaşı sonrası karayolu programının uygulanması sonucunda 
			gerçekleşmiştir. Bu süreçte bir yandan tarımda insan ve hayvan 
			gücünden, makine gücüne, bir başka deyişle organik enerjiden organik 
			olmayan enerjiye geçilmiş; öte yandan ülke pazarı hızla bütünleşmiş 
			ve yerel Pazar için üretimden, ülke pazarı için üretime geçilmiştir 
			(Tekeli, 2008; 75-76). 
			Tarımın modernleşmesi, makineli, sulamalı, yeni tohum türleri ve 
			suni gübreli üretime geçiş II. Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştu. 
			Türkiye’nin bir tarım toplumu olma özelliğinin belirgin biçimde 
			sürdüğü, toplam işgücü içinde ücretli çalışanların payının çok 
			sınırlı olduğu bu dönemde ortakçı-yarıcı olarak çalışan köylüler, 
			makineleşme emeğin yerini aldığı için, yarıcı olmaktan çıkmışlar, 
			topraktan kopmuşlardı. Bunların bir kısmı el emeği gerektiren 
			işlerde düşük gelirli gündeliklerle emeğini satan tarım işçileri 
			haline geldi, bir kısmı da tarımdan tamamen koparak şehirlerde 
			emeklerini değerlendirmek üzere göç ettiler, sanayi ve hizmet 
			sektörü için kentsel işçi rezervlerine katıldılar ve gecekondu 
			bölgelerinde yaşamaya başladılar. Dışardan gelenlerle yerleşim 
			alanlarının nüfusunun artması, boş alanlarda yada eski tarım 
			alanlarında gecekondu ve apartman tipi konutların çoğalması İstanbul 
			başta olmak üzere şehirlerin şişmesine, büyümesine yol açtı. Eski 
			tarım alanları yerleşmeleri sanayi faaliyetlerinin öncülüğünde 
			şehirsel fonksiyonlar kazanarak şehre eklenmelerine karşın bu 
			gelişimi “süburbanizasyon” olarak nitelemek zordur. Bir çok yazar bu 
			olayı yalancı şehirsel yerleşme (pseudo-urban) yada yalancı 
			banliyöler (pseudo-suburban) olarak adlandırmayı yeğleyecektir. Bu 
			süreç, şehirlerin sanayileşme hızı tarımın modernleşmesinden çok 
			daha yavaş olduğu için, Mübeccel Kıray’ın “sahte şehirleşme” diye 
			niteleyeceği bir oluşuma yol açtı. “Nüfusun şehirlerde oturan 
			oranının artması ile asıl modernleşmeyi belirleyen, sanayide çalışan 
			nüfusun artma oranı arasında bir ilişki yoktu” (Kıray, 2006; 131). 
			“Şehre kırsal kesimden gelen göç şehirde yaratılan örgütlü işgücüne 
			kendisinin marjinal kesim yaratma kapasitesine bağlı olarak marjinal 
			kesim içinde iş vermektedir. Başka bir deyişle, kırsal kesimden 
			şehre göç, boş iş alanlarını doldurmak için gelmektedir” (Tekeli, 
			2008; 138). Peki ama, hal böyle iken neden geliyorlardı? Bilmiyorum. 
			İkincisi, 1960- 1973 yılları arasında Avrupa’ya bir milyonu bulan 
			fevkalade yüksek orandaki işçi göçü Türkiye’de işçi-oluşun önemli 
			bir bileşenini oluşturuyordu. Romancılığının olgunluk döneminde bu 
			işçi göçüne tanık olan Orhan Kemal, görebildiğim kadarıyla, 
			yapıtlarında bu konuya hiç değinmemişti. 
			1950 Tarım Sayımı sonuçlarına göre ailelerin yüzde 12,20’si tümüyle 
			topraksızdı; Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından gerçekleştirilen 
			Türkiye’de Zirai Makineleşme araştırması ise makineleşme sonucu 
			işsiz kalanların beşte birinin şehre veya kasabaya gittiğini, beşte 
			dördünden fazlasının ise köylerde kaldığını ortaya koyuyor. Bu 
			durumda, kazanç için giden (mevsimlik, geçici) işçilerin büyük 
			çoğunluğunun tarımsal faaliyet alanlarında çalıştığı çıkarsanabilir. 
			Bu, 1950’li yıllar itibariyle henüz kentlerin bu işgücünü çekecek 
			düzeyde gelişmemiş olmaları ve ulaşım olanaklarının henüz gelişmemiş 
			olması yanında, tarım kesiminin de şöyle yada böyle ücretli 
			işgücünün büyük bir bölümünü hâlâ istihdam edebildiğini 
			göstermektedir (Makal, 2002; 128-129). 
			İstanbul’un fethinden Celali İsyanları’na, emek göçü/göçer işçi yeni 
			bir olgu değildi (Kasaba, 2005), ancak, göçün içeriği niteliksel bir 
			değişim geçiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu boyunca göçlerle içiçe 
			yaşayan bu coğrafyada gurbetçilik, mevsimlik göç biçimi idi. 
			Asırlardır göç edenler yılın bir kısmı şehirde çalışır, esas 
			itibariyle köyde yerleşiktirler. Şimdi ise kentte sürekli kalmak, 
			gelişen sanayilerde iş aramak için göç ediliyor, köye mevsimlik 
			işler için dönülüyordu. 1950’lerden sonra göç edenler kentte sürekli 
			çalışabileceklerinden emin olduklarında oraya yerleşip ailelerini 
			yanlarına getiriyor ve böylece kendi gurbetçiliklerine son vermekte 
			tereddüt etmeyenlerin kitlesel göçleri asırlık gurbetçiliği kısmen 
			sona erdiriyordu. Göçün genel akış yönü doğu ve Karadeniz ağırlıklı 
			olmak üzere kuzeydeki dağlık, yoksul ve azgelişmiş kesimlerden 
			Marmara ve Orta-Batı Anadolu bölgelerineydi. 
			Kente gelen “yorganlılar”, “gurbet kuşları” çok düşük gelirlere 
			sahiptiler. O gelir seviyesinde, mimarlar ve mühendisler başta olmak 
			üzere modernitenin savunucuları meslek sahiplerinin meşru gördüğü 
			bir şekilde konut yapma olanakları yoktu. Belli ölçüde paraları olsa 
			dahi modernitenin gereklerine uygun bir arsa alıp, bir plan 
			yaptırıp, yapı ruhsatı aldıktan, binasını kurallara uygun olarak 
			inşa ettikten sonra, oturma ruhsatı alması ve daha sonra orada 
			yaşamaya başlaması, köyden koparak kente yeni gelenlerin 
			gerçekleştirebileceği birşey değildi. Dahası, II. Dünya Savaşından 
			çıkmış, çok partili bir siyasal yaşama girmeye çalışan Türkiye ve 
			onun karar vericileri hızlı bir kentleşme beklentisi içinde 
			değillerdi. 
			Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” adlı romanında yer verdiği 
			Türkiye’nin ilk gecekondu ilçesi Zeytinburnu ve 1950’de sadece 358 
			nüfusa sahip Eyüp’e bağlı bir köy olan Sağmalcılar’ın (Bayrampaşa) 
			bugünkü haline gelmesinde sanayi ile iç ve dış göçler başrolü oynar. 
			Kuruluşundan beri (1927) sütçülük ve tarımın başlıca ekonomik 
			faaliyet olduğu Sağmalcılar’da ilk kez 1952 yılında sanayi tesisleri 
			kurulmaya başlar. Bu gelişme ile fonksiyonel değişime uğrayan 
			yerleşimin nüfusu, işçilerin sanayi kuruluşlarında çalışmaya 
			gelmesiyle, büyük ölçüde artar. Hemen ardından, Orhan Kemal’in 
			İstanbul’dan Çizgiler’de anlatacağı Rami, Sağmalcılar’ın adeta 
			devamı Esenler, Güngören, Safraköy (Sefaköy), Kocasinan vd. çorap 
			söküğü gibi gelir. 1950 yılında yerleşime açılır açılmaz Birinci 
			Levent’te 1951 ve 1952 yıllarında imalata başlayan iki ilaç 
			fabrikasını 1957’de bir radyo fabrikası izler. Hızla çoğalarak 
			Gültepe ve Harmantepe olarak adlandırılan gecekondu yerleşme 
			alanları ortaya çıkar. Buralarda sanayi faaliyetlerinin başlaması 
			her şeyden önce işçi talebini artırmış, dolayısıyla gecekondu yada 
			apartman türü konutlarla iskan alanı gelişmiştir. Sanayi 
			kuruluşlarının faaliyete geçmesi, artan nüfusun ihtiyaçlarına cevap 
			verecek ticari ve sosyal kuruluşların da çoğalmasına ve 
			gecekondulaşmayı hızlandırmaya yol açar (Tümertekin, 2006; 83-84, 
			98-99). 
			1948 yılında gecekonduları önlemeyi amaçlayan ilk yasa 
			çıkarıldığında, büyük kentlerde 25-30 bin dolayında gecekondu 
			yapıldığı tahmin ediliyor. 1953 yılında izinsiz yapılara yönelik 
			ikinci yasa çıkarıldığında gecekondu sayısı 80 bini bulmuştu. 35 
			yıla yayılan dönem içinde çıkarılan yasalara karşın bu rakam, 1960 
			yılında 240 bin, 1983 yılında 1.250.000’ e çıkmıştı. Bu 
			gecekonduların yüzde 90’ı Ankara ve İstanbul’un yer aldığı İç 
			Anadolu ve Marmara bölgesi ile Akdeniz ve Ege bölgelerindeydi. 
			İstanbul ve Ankara başta olmak üzere bu gecekondular şehirlerin 
			sanayi kuruluşlarına kucak açan semtlerde, fabrikalar çevresinde 
			türemiş ve çoğalmış, bir yandan da sanayiden bağımsız olarak, 
			kentlerin belediye sınırlarına yakın, dolayısıyla kolluk güçlerinin 
			denetiminden uzak kesimlerdeki arsalar üzerine yapılmıştı (Keleş, 
			1983; 196-198). Türkiye’de kentsel yerleşimin toplam 21 milyonluk 
			nüfusa oranı 1950’de yüzde 18; 1960’da yüzde 26’dır; 1970’de yüzde 
			35, 40 milyonluk nüfusa ulaşan 1975’de ise yüzde 41’dir. (Tütengil, 
			1983; 15-16). Çalışma Bakanlığı’nın yayınladığı Çalışma adlı 
			derginin Mart 1946 tarihli sayısında, Türkiye’deki toplam işçi 
			sayısının verilerine bakalım: Orta ve büyük sanayide çalışan işçi 
			sayısı 275 000 iken, tarım, küçük sanat, ev sanatı, küçük sanayi ve 
			deniz işçileri 426 000’dir; toplamda 726 000 işçi. Aynı dönemde 
			çalışabilir nüfusun işgücüne katılma oranı yüzde 49’dur. Buna göre 
			ücretlilerin işgücü içerindeki oranı yüzde 8,85, toplam nüfus 
			içindeki oranı ise yüzde 4,34’dür. 1955’de toplam çalışan nüfus 
			içinde ücretlilerin oranı yüzde 13,31, 1960’da yüzde 18,76, 1965’de 
			22,41’dir (Makal, 2002; 118-120). Bu rakamlardan kırsal nüfusun 
			ağırlıkta olduğunu, ülke nüfusunun artışına bağlı olarak da bu 
			yapının hızla çözülme sürecine tabi olduğunu çıkarabiliriz. Bu 
			rakamlardan köylü-işçiyi anlatan Orhan Kemal’in neden “gerçek 
			işçi”yi anlatamadığının ip uçlarını da buluruz 
			Bu verileri ücretli çalışma ilişkileri bağlamında eşelediğimizde 
			şunu görüyoruz: 1965 genel nüfus sayımına göre çalışır nüfus toplamı 
			yuvarlak hesapla 13,5 milyon. Bunun yuvarlak olarak 3 milyonu 
			şehirde, yine yuvarlak 10,5 milyon kırda; şehirde ücretli çalışan 
			nüfus hep yuvarlak 2 milyon, kırda 1 milyon; yuvarlacık 3 milyonu 
			kendi hesabına çalışanlar ve 6 milyonu da aile işinde ücretsiz 
			çalışanlar olmak üzere kırda yuvarlananların sayısı ise yusyuvarlak 
			9 milyon (Tütengil, 1983; 47). Ezici bir çoğunluğu kırlarda yaşayan 
			çalışabilir nüfus, ücretli çalışmaya dahil değildir. Olur şey değil. 
			Bu yuvarlak rakamlar birilerinin yuvarlak ensesini, yusyuvarlak 
			göbeciğini ve iştahını kabartıyor olmalı. Kimin? Bir elde puro, bir 
			elde fiski bardağı -karikatür. Bu atıl emekten faydalanmalı değil 
			mi? Nasıl ve kimin çıkarına? İşte kendi yağıyla köylerde kavrulurken 
			İstanbul’a, şehirlere gelen yorganlılar, Orhan Kemal’in bir 
			mektubunda demesiyle: “hani şu, insana kulağıyla filan bakan, 
			İstanbul’un şerefli meydanlarında hergele sürüleri gibi 
			kovalananlar” (Otyam; 1974; 200), “Gurbet Kuşları”, şantiye alanına 
			dönen İstanbul’un inşaatlarında çalışmak üzere şehirlere akacak, 
			romanın başlarında, daha Haydarpaşa garında tirenden iner inmez de 
			aşağılanacaklardır. 
			“Hani şu yeni yollar açma, buldozer denilen, eski çağların iri 
			bedenli hayvanlarını hatırlatan yıkma makinelerinin İstanbul’u toza 
			dumana kattığı “bedelsiz istimlak” günlerinde İstanbul’a akın akın 
			gelen Gurbet Kuşları! 
			Bekleşiyorlardı. Kir pas içinde, isli, perişan bir kalabalık. Ne 
			halt edeceklerini şaşırmışçasına düşünceli. Gözler yerde, bakışlarda 
			keder, duruşlarda hüzün... 
			Yanlarında duruşumuzdan ürktüler. Yıllar yılı “Efendi”, “Bey”, “Bay” 
			takımından işitmedikleri kalmamış. Ürküyor, korkuyorlar. Nasıl 
			korkmasınlar ki, “İstanbul’u kirleten, pisleten” onlar. “Ne diye 
			tarlalarını, evlerini barklarını bırakıp” geliyorlar? Otobüslerde 
			kalabalık yaratan, otobüsün temiz havasını kirleten, yabancılara 
			karşı tek ayıbımız onlar!” (Orhan Kemal, 1960/2007c; 181-182). 
			1950’lerde sanayi kapasitesi, hızla artan ama vasıfsız olan işgücüne 
			iş sağlamakta yetersizdi. Bunun sonucunda da göç edenlerin bir 
			bölümü sanayide sürekli bir iş bulabiliyor, çoğu ise ya geçici işçi 
			yada seyyar satıcılık yapıyordu. Gecekondu bölgelerinde yerleşen 
			aile reislerinin büyük çoğunluğu küçük memurluk, şoförlük, 
			marangozluk, duvarcılık, terzilik, oto tamirciliği, becerisiz işler, 
			küçük ticaret, seyyar satıcılık, çeşitli eşya tamirciliği (musluk, 
			ayakkabı, bisiklet vb.) gibi işlerle uğraşmaktaydılar. Kırsal 
			kesimden kentsel kesimlere gelen kişiler, buradaki çalışma yaşamının 
			gereksindiği nitelik ve eğitime sahip değillerdi. 1961 yılı 
			itibariyle İstanbul sanayi bölgelerinde işçilerin yüzde 17’sinin 
			nitelikli, yüzde 55’inin yarı nitelikli, yüzde 25’inin de niteliksiz 
			olduğunu görüyoruz (Makal, 2002; 114-115). Kemal Karpat’ın 70’lerin 
			başında İstanbul’un bugünkü adıyla Hisarüstü ve Baltalimanı’nda 
			yaptığı alan çalışmasından öğrendiğimize göre, bu gecekondu 
			bölgesinde yaşayanların çalıştığı iş ve mesleklerin başlıcaları 
			şunlardır: İnşaat ustası, şoför, garson, hizmetçi, uşak, sütçü, 
			aşçı, taş ustası, benzinlik işçisi, hizmetli-kapıcı, hamal, çaycı, 
			tezgahtar, seyyar satıcı, bahçıvan, manav, bakkal, demirci vb. 
			(Karpat, 2003 ; 163-164). Bütün bu uğraşlar sanayileşmiş bir 
			toplumsal düzene ait değildir. Denklerini alıp İstanbul’a gelenlerin 
			göçünü anlattığı “Gurbet Kuşları” başta olmak üzere Orhan Kemal 
			edebiyatını dolduran da işte bu kesimlerdir. Berber, bakkal, iplik 
			fabrikasında ateşçi, küçük memurlar, katip, eskici, işsiz, hayta, 
			bekçi, trikoda, çorapta çalışan, tütüne giden gündelikçi kızlar... 
			“Beyaz başörtülü annesi, Balkan Harbi’nde şehit düşen ağabeyi, 
			kocaman bıyığıyla babası... Babası iri yumruklarıyla hamur 
			yoğuruyordu. Alnı bulgur bulgur terlemişti ama aldırış ettiği yoktu. 
			Alışkındı. Çocuklarının ekmeğini bu işten, börek işinden 
			kazanıyordu” (Orhan Kemal, 2003; 7), börekçiler bu edebiyatı 
			doldurur. 
			“İşçi sınıfı” bir kavram olarak, kapitalizmin ve sanayileşmenin 
			gelişmesiyle ortaya çıkan bir toplumsal kategoriyi dile 
			getirmektedir. Üretim araçlarına sahip olmayan işçi, emek 
			piyasasında emek gücünü satarak yeniden üretimini sağlamaktadır. Bu 
			anlamda işçinin işgücü piyasasında emeğini satmaktan başka bir gelir 
			edinme yolu bulunmamaktadır. Böyle bir tanım ‘saf’ anlamda bir işçi 
			sınıfı tanımı, bir ‘ideal tip’tir. Toplumsal gerçekliğin değişen 
			koşullarında ise böyle bir ideal tipe rastlanma olanağı sınırlıdır. 
			Dünya kapitalist sistemi içinde merkez ülkelere eşitsiz bir şekilde 
			bağımlılığı sonucu işçi ücretlerinin maliyetlerinin pahalı bir unsur 
			olması nedeniyle, metropol ülkelerde yaşandığı biçimiyle tam bir 
			işçileşme gözlenmemekte, yarı- proleterleşme, alt-proleterleşme yada 
			köylü-işçi gibi terimlerle nitelenen bir ‘eksik’ işçileşme süreçleri 
			gözlenmektedir. Türkiye gibi yarı-çevre ülkelerde enformel sektör 
			faaliyetlerin giderek yaygınlaşması, ‘ideal tip’ anlamında tam bir 
			işçileşmenin yaşanmaması anlamına geliyor. Enformel sektör, yasal 
			koruma ve güvencenin olmadığı her türden küçük girişimcilik ve 
			düzensiz işçiliği ifade etmektedir. Seyyar satıcılar, mevsimlik 
			işçiler, geçici sigortasız işçiler, kendi hesabına çalışanlar 
			enformel sektörün heterojen görünümünü yansıtır (Demir, 1995; 
			70-71).  
			Şehre ait olmaktan çok şehre bitişen bir kasaba izlenimi verir Orhan 
			Kemal külliyatı. Köyden kente göçe maruz kalan yeni bir tip insanın 
			sancıları, değişimi, hele hele ücretli çalışmanın mahsulü “işçi” 
			yeni yeni boy göstermektedirler. Orhan Kemal’in kahramanları 
			zanaatçılar, küçük memurlar, işçiler, köylüler ve ırgatlar, 
			serserilerin elebaşları, evsiz barksızlar, fahişelerdir vb.’dir. 
			Yazar, fabrikatörlere, müteahhitlere, toprak ağalarına da değinir, 
			ama onun asıl ilgilendiği şehre düşmüş günlük nafakasının peşinde, 
			alın teriyle geçimini sağlayan küçük insanların, emekçi halkın 
			yazgısıdır. Kırsal yaşam koşullarında hayat mücadelesi veren 
			köylüleri değil, gurbete düşmüş ve büyük kentteki yaşama dahil olan 
			köylüleri anlatır (Uturgauri, 1980; 183-184). Orhan Kemal’in 
			anlattığı işçiler Türkiye’nin sanayileşme sürecinin başlangıç 
			yıllarının işçileridir; henüz gerçek sanayi işçileri değildir; bir 
			ayağı köyde bir ayağı şehirde köylü-işçilerdir. “Bence, Orhan Kemal 
			işçileri, romanlarından çok, Grev gibi, Uyku gibi hikayelerinde 
			başarıyla anlatmıştır” (Fethi Naci, 1981; 333-344). Bu çok ilginç 
			bir edebi durum -eşelenmeli. 1935-1945’lere M. Ş. Esendal, 
			1945-1955’lere Sait Faik öyküleri damgasını vururken 1955-1965’lerin 
			Türk hikayeciliğine Orhan Kemal damgasını vuracaktır; 
			1965-1975’lerde Türk hikayesinin bayrağını Füruzan devralacaktır. 
			Henüz ne yazdığı hikayeler ortada yokken, dahası Türkiye’de işçi 
			sınıfı yok iken Nazım Hikmet’in Bursa cezaevinde, “inanıyorum ki 
			işçi sınıfının en büyük yazarı olacaksın” dediği Orhan Kemal 
			hakkında Kemal Tahir’e 1941 yılında yazdığı mektupta, “amele 
			muhitini vermekte rekor bence hala yazıları henüz intişar etmeyen 
			Reşit Kemali [Orhan Kemal –İB]’nindir” (Nazım Hikmet, 1975; 94), 
			demesi; Orhan Kemal’in isim babası Kemal Sülker’in 1943’te Yurt ve 
			Dünya’da “Orhan Kemal’de işçilerin hikayecisi olmak istidat ve 
			temayülü bulunduğunu bildirmeliyiz (...) O fabrika işçisinin bizzat 
			realitesinin aksi olan yaşayış tarzlarını çok ustaca anlatmakta ve 
			bizde yapılmamış olan fabrika işçileri hikayeciliğinde adeta ihtisas 
			sahibi olmaktadır” (Sülker, 1988; 27-28) demesi Orhan Kemal’in 
			belirli çevrelerce desteklenmesini, her sosyoloji tarihsel olmalıdır 
			diyerek, edebiyat sosyolojisine havale ediyorum. İşin bir de roman 
			tarihi ve sosyolojisi boyutu var: Batı’nın 16. yüzyılından 
			başlayarak günümüze kadar bir dizi medya kurumunun gelişimiyle 
			birlikte enformasyon ve sembolik biçimler görülmedik bir boyutta, 
			ama hep pazarda alınıp satılabilen metalara dönüştürülerek, zaman ve 
			mekanda yayılmış bireylere ulaştırılmayı güderek (yeniden) üretildi 
			(Thompson, 2008; 25). Tarihsel olarak “piyasa toplumu”nun icadı olan 
			roman, edebi mal olma karakterine sıkı sıkıya bağlı oluşuyla öbür 
			edebi sanatlardan ayrılır, Cioran’ın demesiyle “edebiyatın kaldırım 
			orospusudur”. İki, Orhan Kemal Türkiye’de ücretli çalışma 
			ilişkilerinin belirdiği yıllarda, çok kısa bir ücretli katiplik 
			dışında, hayatı boyunca ücretli çalışan/işçi olmamış, geçimini 
			yazdığı romanların sırtından sağlamıştır ve kanımca –Bereketli 
			Topraklar, Murtaza gibi dünya romanında seçkin bir yeri olan bir kaç 
			romanı dışında- vasatı zorlayan romanlar yazmasının bir nedenidir de 
			bu. Hikayelerini bu vasatın dışında, çok çok üstünde tutuyorum. 
			Türkiye’de kentlere göç edenlerin büyük bölümünün formel sektörde ve 
			süreklilik, iş güvencesi, daha yüksek ücret koşulları altında 
			istihdam edildiğini söylemek olanaksızdır. Çünkü, kentsel kesimin 
			gelişme hızı, kırsal kesimden göçenlere bu tür iş olanakları 
			sağlamayacak kadar düşük boyutlarda kalmaktadır. 1951 tarihli 
			Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası) raporuna 
			göre “nüfusun şehirlerde tekasüfü (urbanization) hadisesinin dikkati 
			çeken herhangi bir ölçüde vukua gelmemiş bulunduğu Türkiye’de, 
			devamlı bir endüstriyel işgücü göze batar derecede kifayetsizdir. 
			Bilhassa, mütehassıs olmayan işçi zümresi ziyadesiyle seyyaldir; 
			mevsim vaziyetine göre zirai faaliyetlerle endüstriyel faaliyetler 
			arasında hareket halindedir” (aktaran Buğra, 2008; 116). 1950’li ve 
			1960’lı yıllarda gecekondu bölgelerinde yapılan araştırmaların 
			sonuçları, bu bölgelerde nüfusun genellikle küçük çaplı ticaret, 
			esnaflık, becerisiz işçilik ve küçük memurluk ile marjinal işlerde 
			çalıştıklarını ortaya koymaktadır. İşportacılık, araba siliciliği 
			vb. İşlerden oluşan marjinal işler kategorisinin temel özellikleri 
			ise formel sektörden farklı olarak; devamlılık niteliği taşımaması, 
			düşük verimlilik, işe giriş-çıkış engellerinin olmaması, düşük 
			sermaye gerektirmesi, yüksek bir iş değiştirme oranına sahip 
			olmasının yanı sıra Türkiye’de yaşanan toplumsal dönüşüm sürecinin 
			ekonomik ve toplumsal sancılarını azaltıcı yönde rol oynaması, bazı 
			sorunları emen bir tampon mekanizma oluşturmasıdır (Makal, 2002; 
			140). 
			Gurbet Kuşları’nda köyden denkleriyle gelen İflahsız’ın Yusuf 
			inşaatlarda duvarcılığı öğrenir, bir kabzımal-müteahhidin yanında 
			katiplik yapar: “çalışmalıydı ki, para biriksin, günün birinde de 
			bir yerlerde bir arsa satın alıp, Hatça Ablasıgil gibi, iki oda bir 
			sofalı küçük ama kullanışlı bir gecekondu kursunlar” (Orhan Kemal, 
			2007; 165). Köyden babasını da getirtir; İstanbul’un ilk gecekondu 
			bölgesi diyebileceğimiz Zeytinburnu’nda kendi gecekondusunu yapma 
			uğraşı verirken roman biter. Erguvanlar şehri caanım İstanbul’un 
			estetiğine hiç yakışmayan, Feriköy, Darülaceze, Zeytinburnu, 
			Taşlıtarla dolaylarını çepeçevre saran, gecekondu bile denemeyecek 
			alt alta üst üste evler; “evden çok, hatta gecekondudan çok tavuk 
			kümeslerine benzeyen tahta barakalar”ı, ne A. Hamdi Tanpınar, ne Y. 
			Kemal Beyatlı, ne de göbekbağısız O. Pamuk’un İstanbul kitaplarında 
			bulamadıklarımızı ölümünden sonra yayınlanan “İstanbul’dan Çizgiler” 
			adlı kitabında ve öbür romanlarında, Türk hikayesini yükselten 
			hikayelerinde anlatacaktır Orhan Kemal (2006; 145-147). 
			 
			Sanayi kuruluşlarının şehir dışı, hatta şehir içi dağılışları ile 
			gecekondu alanları arasında mekansal ilişkiler gözlemlenmektedir. 
			İstanbul çevresindeki sanayi kuruluşları ile gecekondular adeta yan 
			yana ve birlikte kurulmaktadırlar. Orhan Kemal edebiyatında 
			işçi-oluş bağlamında iki olguyu yan yana koymak istiyorum. Biri, 
			Orhan Kemal İstanbul’a otuz beş yaşında, 1951 yılında geldi. İkinci 
			olgu da şu: 1950’de 400.000 olan ücretlilerin sayısı 1965’te 2 
			milyona yaklaşmıştı (Karpat, 2007; 97). Sadece 1964 yılına ait 
			bilgilerin ışığında Türkiye’deki büyük sanayi kuruluşlarının yüzde 
			42,9’u, işçilerin de yüzde 35’i İstanbul’dadır. Fakat birçok sanayi 
			kolunda İstanbul’un payı çok daha fazladır. Örneğin giyim eşyası, 
			kimya, madeni eşya, elektrik aletleri sanayi kollarında, İstanbul 
			Türkiye’deki kuruluşların yüzde 50’sinden fazlasına sahiptir. 
			İstanbul’da 20 ve daha fazla işçi çalıştıran 700 kuruluşta 116.605 
			işçi vardır (Tümertekin, 2006; 62); 20’nin altında işçi çalıştıran 
			birçok sanayi kuruluşunu da buna eklersek işçi sayısı çok daha 
			fazladır. Bu 700 kuruluş içinde dokuma sanayi 32.052’lik işçi sayısı 
			ile başı çeker; onu 19.979 işçi ile madeni eşya ve makine, 9316 ile 
			sağlık malzemesi ve ilaç izlemektedir. Bu sayısal olgulara bir ek 
			daha: İstanbul’daki sanayi kuruluşlarının sadece 13’ü devlet 
			sektörüne aittir. Bu sayı 700 kuruluş arasında pek önemsiz gibi 
			görünmesine karşın devlete ait kuruluşların hemen hepsinin çok büyük 
			oluşları nedeniyle çalışan işçi sayısı, ödenen ücretler ve yaratılan 
			değer bakımından devlet sektörü bazı sanayi kollarında ağırlığını 
			hissettirir, ki bu da bir başka parantez açmamızı gerektirir. 
			Bu veriler ışığında diyebiliriz ki, İstanbul bir işçi şehridir –yıl 
			1964. 1964 aynı zamanda, senaryosunu yazdığı “Gurbet Kuşları” adlı 
			filmin çekildiği yıldır. Üstad Orhan Kemal’i üzmek istemiyorum ama, 
			bayağı bir senaryodur. Orhan Kemal 1947-1960 yıllarının 
			köylü-işçisini, adlandırmakta zorlandırdığım bir duyarlılık içinde 
			yansıtmış; İstanbul’daki işçi-oluş duyarlılığına nüfuz edememiştir. 
			Günlük nafakasını çıkarma anlamında para için yazdığı romanlarda ve 
			senaryolarda ne yazık ki, melodrama kaymıştır diyip görece 
			hafifleştirerek bu konuyu daha fazla deşmiyorum. 1958 ve 1959 
			tarihli mektuplarında “’Boktan yayınlar serisi’ tutturmak üzereyim. 
			Esat Mahmut, Kerime Nadir vesairenin tarzı şeyler. Başka çıkar yol 
			bulamadım”; “Kötü senaryo yapmaktan gına geldi, nerdeyse öğüreceğim” 
			yazar. 11. 9. 1961 tarihli mektubunda “neme lazımdı benim senaryo 
			menaryo. Boktan bir sürü bezirganın elinde oyuncak oldum. Hooş, gene 
			de eksik olmasınlar. On yıl hemen hemen sırtlarından geçindik. Çocuk 
			okutup büyüttük” (Otyam 1975; 146, 150, 225-226). Susuyorum. 
			1950-1970’daki gecekondulaşmaya, işçikondulaşmaya bir de 
			romankondulaşma eşlik edecektir. Türkiye edebiyatında 
			romankondulaşmaya burada değinmeyeceğim (Bingül, 2008). Buna karşın 
			şu kadarını söylemeden geçmeyeyim: “Roman” dışsal olarak, ortaya 
			çıkışı, biçimi itibariyle yeniydi: tarihin ve toplumsal koşulların 
			ürünüydü; zihinsel kurulum olarak ise Eski Yunan’a köklenebilecek, 
			özellikle de Rönesans resminde merkezi perspektifle pekiştirilen 
			mimesis’e dayanmasıyla yeni değildi. Bir başka türlü dersek, Avrupa 
			“roman”ı, gerçeği taklit etme temelinde yükseliyordu; öyle ki, Batı 
			kültüründe bu taklit adeta gerçeğin yerine geçiyordu. Orhan Kemal’in 
			önünde bir, köylü çokluktan işçi çokluğa geçen Türkiye’de uç vermeye 
			başlayan yeni bir gerçek vardı, bir de kökü Türkiye’de olmayan ve 
			“piyasa toplumu” oturgasına sıkı sıkıya bağlı edebi bir tür olarak 
			“roman”. Dolayısıyla bir yandan “yeni” gerçeği taklit etmeliydi, bir 
			yandan da taklidi (romanı) taklit etmesi gerekiyordu. Romanlarından 
			çok çok daha başarılı olduğu, bir edebi formu taklit etmeye 
			yönelmediği öykülerinde yer alan kişiler; cenaze töreninde veya 
			ayinlerde ölen kişinin yerine geçen heykeller, mezar taşları, artık 
			varolmayan kişilerin yerini alan ve onların dünyevi varlıklarını 
			sürdüren ikizleri: temsilleri/ hece taşları değil; canlı olanların 
			yerini tutan bir(er) ikamedir. Şaşırtıcı ve de yeni olan: henüz 
			capcanlı olanın, ama muhakkak ölecek olanın temsilleridir. Bu 
			yanıyla Orhan Kemal’in -hikayeleri dışında- yazdıkları romandır, 
			novel’dir. Bu çalışmada Türkiye’de işçi-oluş’un toplumsal, tarihsel 
			arka planı üzerinde yoğunlaştım; edebiyatın, romanın arka planına 
			ağırlık vermedim. 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			* Pamuk 
			 
			 
			“Güzün başlangıcı sayılan ağustosun ikinci yarısıyla birlikte 
			Çukurova’nın duru mavi göklerinde atılmış pamuk yığınlarını 
			hatırlatan bulutlar belirir. Günler geçer. Atılmış pamuk yığınlarını 
			hatırlatan sütbeyaz bulutlar esmerleşmeye hatta morarmaya başlar. 
			Şimşekler ve gök gürültüleri yaklaştıkça, kütlü toplama mevsimi de 
			yaklaşıyor demektir. Yaklaşan kütlü toplama mevsimiyle birlikte 
			yağmur yüklü bulutların morartısı artar, sonra da yağmur! Kaç 
			vakittir yağmura hasret insanlar yağmur altında kalıverirler. Sonra 
			bulutlar dağılır, yerden sıcak bir buğu yükselir, güneş yüzünü 
			gösterir. Gösterir ama, mevsim dönmüştür artık, ağustos sonları 
			gelmiştir. Bir yandan çuvallar dolusu zahire yüklü kamyonlar, harman 
			makineleri homurtularla şehre gelirken, şehrin kıyı semtlerinde 
			izbelerin kara donlu, erkek yüzlü kadınlarıyla erkekleri, bütün yazı 
			mahallenin güneşte kavrulmuş toprağında bir parça ekmek, sarı bir 
			hıyar, pek pek şuncacık peynirle geçirmiş çoluk çocuğunu, tencere 
			kazanları, çulları çuvalları, kesileri köpekleriyle sırtlayan 
			kamyonlar pamuk tarlalarının yolunu tutarlar.  
			Toplama ameleleridir bunlar!” (Orhan Kemal, 2008; 166-167). 
			 
			Orhan Kemal, arkadaşı Fikret Otyam’a yazdığı mektuplarda Kanlı 
			Topraklar adlı yeni roman tasarısından sözeder: “Taa Sultan Hamid 
			devrindeki Çukurova’dan alıp, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, 
			ardından Harbi Umumi, Milli Mücadele ve nihayet bugünlere geleceğim. 
			Bütün bu enine boyuna platform üzerinde, Çukurova’da gelişip 
			bugünlere varan ticaret, ziraat ve sanayiimizin dünkü sahipleriyle, 
			bugünkü sahiplerine el değiştirilişlerini ve bugünkü sahiplerinin 
			perde ardından milleti nasıl sömürüp, memleketi gericiliğin 
			karanlıklarına nasıl sürüklediklerini, çıkarlarının ne olduğunu 
			“Tipik” bir şekilde vermeğe, daha doğrusu “Erbabı İz’an”a sermeğe 
			çalışacağım” (...) “Çukurova’da endüstrinin kuruluşu ve şimdiki 
			sayın fabrikatörlerimizin babalarını, dedelerini, çalışan Türk 
			emekçilerini, memleketimizin tarihi realiteleri içinde” 
			gösterecektir (Otyam, 1974; 229-230, 236). 
			Osmanlı İmparatorluğu’nun en eski ve en ünlü ürünü olan tütün, 
			ekiminden sigara üretimine kadar büyük bir emek ve özen istemesi 
			dolayısıyla yüzbinlerce insanın “geçim kapısı” olması, üstelik 
			devletin mali kaynakları içinde önemli bir yer tutmasına karşın, 
			Orhan Kemal edebiyatında Adana ve Adana’nın hemen hemen her 
			bucağından da pamuk karşımıza çıkar:  
			“Bembeyaz pamuk tarlaları göz alabildiğine uzanıyor, köyleri şehre 
			bağlayan tozlu yollarda kütlü denilen, tohumlu pamuk hararları yüklü 
			Doçlar, Şevroleler, Fordlar, yağsız tekerleklerinin gıcırtısı 
			aydınlık geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl çift 
			atlıları, yüklü deve dizileri şehre akıyor”, Orhan Kemal Cemile’nin 
			ücretli hayat hikayesine böyle başlıyordu. Pamuk tarlalarının 
			arasından geçerek şehre girilir, asfalt yola çıkmadan önce pamuk 
			balyaları taşıyan kamyonların tozu dumanı arasından geçip Çarşı’ya 
			vardığımızda da bizi toptancılar, perakendeciler, fabrikadan top top 
			çıkan bezleri, pamukluları, bekar çamaşırı, don gömlek tezgahlarıyla 
			iç içe dükkanlar karşılar. Gerek Türk gerekse dünya edebiyatı içinde 
			önemli bir yeri olduğunu sandığım Bereketli Topraklar Üzerinde adlı 
			romanını “Orta Anadolu’nun seksen evlik köylerinden Ç. Köyünün 
			erkekleri o yıl da çalışmak için çeşitli iş bölgelerine dağıldılar: 
			Sekizi onu Kayseri Dokuma fabrikasına gitti, dördü beşi Sivas 
			Çimento fabrikası, Cer atölyesine. İçlerinden üçü de Çukurovanın 
			yolunu tuttu” cümlesiyle açar, ilerleyen sayfalarda da pamuk 
			toplamaya giden mevsimlik tarım işçilerinin yaşam ve çalışma 
			koşullarını anlatır: “Pek pek birkaç hafta sonra ‘Urumdan Şamdan 
			çekilip çekilip gelen ırgat kafilelerinin akını başlar. Binlerce 
			kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, yaşlı, paramparça üstbaşlarıyla pis 
			pis kokarak, Ötegeçe’deki mezarlığa yığılırlar. Kıçı çıplak çocuklar 
			mezar taşlarına inip biner, tevekkül içindeki kadınlar, Taşköprü’nün 
			bu geçesindeki ırgat pazarından iş ve ekmeğin sevinciyle gelecek 
			erkeklerini beklerler. Kul acımaz bunlara, Allah acımaz. Allahın 
			unuttuğu insanlardır bunlar! Peygamberler kitaplar dolusu sabır, 
			tevekkül, kanaat getirmişlerdir bunlara. Hiçbir işe yaramayacak olan 
			sabır, tevekkül, kanaat!” 
			Tarım işçileri, yer yer muhacir fabrika işçileri, köyden kente göç 
			Orhan Kemal edebiyatının toplumsal arka planını oluşturur. Burada 
			iki şehir öne çıkar, biri pamuk ekimine açılan Adana, öbürü de 
			İstanbul. Türk edebiyatında işçileşme, mevsimlik tarım işçileri ne 
			Bursa’da ne de İzmir’de yeşermemiş, yeşermişse bile tutunamamış, 
			Adana Çukurova’da ve Orhan Kemal’in kaleminde dile getirilen bu 
			işçileşme olgusu Türkiye’de pamuğun hikayesi ile doğrudan ilgilidir. 
			Bursa hem başkentlik yapmış bir tarihe, hem de ticari canlılığın 
			bulunduğu coğrafi stratejik bir konuma sahipti. Dahası Osmanlı 
			payitahtına olan yakınlığı dolayısı ile büyük mali çevrelerin de 
			merkezindeydi. Osmanlı devletine ve İstanbul bankerlerine ticaret 
			kredileri veren servet sahiplerinden, vergi gelirlerini toplayan 
			mültezimlere kadar geniş bir girişimci sınıf bulunmaktaydı. Önemli 
			ticaret ve ulaşım yollarının kesiştiği noktada konumlanan Bursa, 
			kuzeyinde İran’a uzanan yol ile batı ve kuzeyde yer alan transit 
			yolunun ortasında bulunuyordu. Bu özellikler, 15. yüzyıl ortalarında 
			o zamanki İstanbul’un hem rakibi hem de tamamlayıcısı olan Bursa’nın 
			Osmanlı yapısı içindeki yeri ve önemini yeterince açıklamaktadır 
			(Reyhan, 2008; 10). 15. yüzyıldan başlayarak, ipek dokumacılığı 
			Osmanlı İmparatorluğu’nun her döneminde oldukça gelişmiş bir düzey 
			tutturabilmiş, tacirlerin Avrupa’ya lüks mallar ihraç ettiği ve 19. 
			yüzyılda ipek böcekçiliği ve ipek eğirmede yeni teknolojik ve 
			bilimsel gelişmeleri kendi üretimlerine uyarlamanın eşiğine gelip 
			1861-62 yıllarında Suphi Bey yönetiminde Erkan-ı Harbiye’den bir 
			grup mesahacı (ölçümcü) tarafından hazırlanan haritalarda Bursa’nın 
			en çarpıcı özelliğinin tıpkı kamu yapılarına yada dini yapılara 
			gösterilen dikkate eşdeğer bir özenle şehrin belli kısımlarını 
			kapsayan fabrikaları belirtme ihtiyacı duymasına, fabrika 
			(imalathane) üretiminin Bursa’yı öbür Anadolu şehirlerinin yanında 
			bir fenomen haline getirmesine (Bisharar, 2008; 173-186) karşın 
			işçileşme olgusu bağlamında Bursa edebiyata dahil olmamıştır; 18. 
			yüzyıl sonu ila 19. yüzyılda gökten zembille düşer gibi hızla 
			yükselişe geçen İzmir de.  
			19. yüzyılda Türkiye’nin dış ticareti beş önemli liman şehri 
			aracılığıyla yürüyordu. İstanbul en büyük ithalat limanıydı. 
			Trabzon, Rusya ve İran’a olan transit ticaretiyle uğraşıyor, Beyrut 
			ise daha çok ihracata dönük bir görünüm arzediyordu. Selanik ve 
			İzmir hem ithalat hem de ihracat ile uğraşan gelişmiş, dış ticaret 
			merkezleriydi. Uygun bir limana sahip olması ve çok zengin bir 
			hinterlandın tek çıkış özelliğini taşıması dolayısıyla İzmir, 
			Türkiye’nin dış ticaretinde en önemli yeri almıştı. Uzun yıllar 
			Türklerin sayısı şehir nüfusunun üçte birini geçmediği için 
			imparatorluk halkı tarafından “Gavur İzmir” adıyla anılan bu güzel 
			şehrimizde Rum, Ermeni ve Yahudiler ekonomik bakımdan son derece 
			güçlüydüler. Küçük ticaret ve sanayi, bankacılık ve kıyı ticareti 
			hemen hemen tümüyle onların elindeydi. Özetleyin canalıcı birçok 
			ekonomik faaliyete gayrimüslimler hakimdi (Kurmuş, 1982; 18-27). 
			1930’lu yıllarda Ege Bölgesi, uluslararası pazar için ihtisaslaşmış 
			tarımsal üretim yapma aşamasına ulaşmış, az sayıdaki yörelerden 
			biridir. Ülkenin tarımsal İzmir Limanı ise bu üretimin ihraç 
			edildiği yerdir. İzmir’de ihracat Kurtuluş Savaşı’na kadar, hemen 
			hemen tamamıyla yabancı şirketlerin, levantenlerin yada gayrimüslim 
			Osmanlı tüccarlarının elindedir. İttihat ve Terakki döneminde milli 
			tüccar yaratmak için izlenen politikalar dahi bu ihracatın 
			denetiminin Türk tüccarın eline geçmesi için yeterli olamamıştır. 
			Kurtuluş Savaşı sonrasındaki büyük nüfus değişimleri bile bu konuda 
			yeterli olmamıştır. Türk tüccarların Avrupa pazarına doğrudan 
			girecek bir güce ulaşamadığı, Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’den 
			ayrılan azınlık tüccarların pek çoğunun Trieste gibi serbest 
			limanlara yerleştikleri, buradaki serbest liman olanaklarından 
			yararlanarak Türkiye’nin Avrupa’ya ihracatını denetlediklerini 
			görüyoruz (Tekeli-İlkin, 2004; 240-242). Bu durumun sakıncaları 
			ekonomik buhran döneminde daha açık seçik hale gelir; siyasal 
			gündemde çok önemli bir yet tutar, devlet yeni düzen arayışı 
			içindedir.  
			Bu peşrevi bitiriyorum: Orhan Kemal bir rastlantı sonucu ortaya 
			çıkmıştı, doğru; eğer Orhan Kemal İzmir’de doğup yetişseydi Türk 
			edebiyatında bir Orhan Kemal çıkmayacaktı. Aynı dönemde İzmir-Aydın 
			bölgesinde Orhan Kemal’in inatla muhalif durduğu DP’nin başkanı 
			Türkiye’de iktidar doğanlar: Erguvaniler mensubu Adnan Menderes 
			çıktı. 
			* 
			Gelişmiş bir ipekçiliğe sahip Bursa pamuğa hiç yanaşmaz. III. Selim 
			1812’de 600 dokuma tezgahı çalıştıran büyük bir basma pamuk 
			fabrikası kurmuş, fakat 1841’de yalnızca 41 dokuma tezgahı 
			kalmıştır. İngiliz Büyükelçiliği’nde papaz olan R. Walsh’ın 
			anlattıklarına göre Üsküdar’daki pamuk fabrikasında Manchester’deki 
			fabrikada çalışanlardan daha usta görünen birkaç yüz işçi istihdam 
			edilmiştir. 1827’den sonra Eyüp semtindeki Taşlıkburun’da bir pamuk 
			iplik fabrikası (iplikhane) kurulmuştur. Çalıştırmak için 
			katırlardan yararlanılmıştır (Karpat, 484-485). Ne var ki 
			İstanbul’da pamuğun ömrü çok uzun sürmemiştir. Batı Anadolu 
			tarımında kapitalist ilişkilerin, eşdeyişiyle pazar için üretimin 
			gelişmesi ve tarımda ücretli işçilerin ortaya çıkması süreçlerini 
			inceleyen Orhan Kurmuş İngiltere’nin kendi hammadde gereksinimlerini 
			karşılamak için teşvik ettiği ürünlere en güzel örnek olarak pamuğu 
			gösterir. Yeni pamuk üretim alanları bulmak için faaliyete geçen 
			İngiliz kapitalistleri 1857’de Manchester Pamuk Alım Birliği’nin 
			kurulmasıyla pamuklu endüstrinin hem Amerikan pamuğuna bağımlılığı 
			kıracak hem de hissedilen pamuk kıtlığının üstesinden gelmek için 
			Hindistan’da ve Türkiye’de pamuk yetiştirilmesini teşvik ettiler. 
			18. yüzyılda Türkiye, İngiliz pamuklu sanayiinin güvenilir bir 
			hammadde kaynağı olmuş, uzun yıllar İngiltere’ye düzenli olarak 
			pamuk ihraç etmişti. 19. yüzyıl başlarında İzmir’den pamuk ihracı, 
			Amerikan pamuğunun hem kaliteli hem de daha ucuz olması nedeniyle 
			azalır. Aydın Demiryolu’nun yapılması ile demiryoluna yakın bölgeler 
			pamuk üretiminin en çok yaygınlaştığı bölgeler olur. Öyle ki, geniş 
			bir alana yayılan pamuk üretimi, tahıl ihtiyacını olumsuz yönde 
			etkileyeceği kaygılarını doğurur. 1870’de hepsi de demiryolu 
			üzerinde bulunan kentlerde 700’ün üzerinde çırçır makinesinin 
			kullanıldığı buhar gücüyle çalışan 34 fabrika kurulur. Küçük ölçekte 
			de olsa bir sanayiin gelişmesine yol açan pamuk üretimi, aynı 
			zamanda, kapitalizmin gelişmesini kolaylaştıran ve hızlandıran 
			bankacılık ve sigortacılık gibi kapitalist kurumların ortaya 
			çıkmasını sağlar. Pamuk üretimini yaygınlaştırma çabaları yalnız 
			Batı Anadolu’da değil, Selanik, Adana, Mersin, Suriye kıyıları ve 
			Doğu Anadolu’da da görülüyordu. Fakat bu bölgelerin hiçbirinde İzmir 
			bölgesinde elde edilen başarı sağlanamadı. Pamuk yetiştirmek için en 
			elverişli topraklara sahip Çukurova’da 1880’lere kadar pek büyük 
			gelişmeler olmadı (Kurmuş, 1982; 59-72). 19. yüzyıl sonlarında 
			düşüşe geçen Batı Anadolu’ya göre Çukurova’da, geç başlayan 
			kapitalist tarım çok daha hızlı gelişti. Neden? 
			1800’lerin başında 5.000 civarında olan Adana’nın nüfusu, 1831 
			yılında 15.464’e (3.926’sı gayrimüslim), 6.000 civarında olan 
			Tarsus’un nüfusu 15.710’a (902’si gayrimüslim) yükselmiştir. Aynı 
			yıl yakın vilayetler ile önemli merkezlerden olan Aydın’ın 112.723, 
			Kastamonu’nun 121.483, Kayseri’nin 54.866, Konya’nın 57.724, 
			Niğde’nin 59. 138, Trabzon’un 136.552, Selanik’in 94.701 nüfusuna 
			göre bölgedeki her iki merkezin de nüfus açısından oldukça zayıf 
			kaldığı görülmektedir. Bölgeye yakın merkezler daha gelişmiş yerler 
			olarak Halep ve İzmir ile ticaret yapmayı tercih etmektedir. Bu 
			nedenle, Adana ve Tarsus önemli bir ticaret merkezine dönüşememekte, 
			Halep ve İzmir arasında sıkışmaktadır. Çukurova bölgesinin Halep, 
			Şam, Antep, Maraş gibi dokumacılığın geliştiği merkezlere yakınlığı 
			nedeniyle 19. yüzyılın sonuna kadar dokuma sektöründe sanayileşme 
			yönünde bir gereksinim duymadığı anlaşılmaktadır. Gereksinimler 
			açısından ne iç pazar ne de dış pazar baskısı ile karşılaşan 
			Çukurova bölgesi sanayileşme yönünde önemli bir çaba göstermediği, 
			bu nedenle de tezgâh sayısı ve üretim açısından köklü bir değişiklik 
			meydana gelmediği anlaşılmaktadır (Akkaya, 1998; 145-146). 
			20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, İstanbul ve çevresiyle birlikte 
			ülkenin başlıca sanayi bölgesini oluşturan Ege bölgesi Kurtuluş 
			Savaşı’nda en büyük yıkımı yaşamıştır. En çok etkilenen merkezler 
			İzmir, Aydın ve Bursa’dır. İzmir’de Halıcılık kapasitesi yarı yarıya 
			inmiş ve zeytinyağı ile sabun üretimi de çok düşmüştür. Bursa’da 
			ipek sanayii hızlı bir gerileme içine girmiştir: 1914’te 6 milyon 
			kilo olan koza üretimi, 1925’te 780.000 kiloya düşmüştür. Aynı süre 
			zarfında iplik imalathanelerinin sayısı da 41’den 12’ye inmiştir. 
			Bursa’da ipek sanayiinin gerilemesi aynı zamanda işgücünün 
			azalmasına da bağlıdır ve bu, sanayinin önündeki genel bir sorundur. 
			1912’den 1922’ye kadar nerdeyse kesintisiz süren savaşlardaki insan 
			kayıplarının yanı sıra, 1923 sonrası nüfus mübadelesini de unutmamak 
			gerekir: Bir milyondan fazla Rum Anadolu’yu terk etmiştir. Gidenler 
			zanaatkârlar, işçiler, küçük patronlardır. Makedonya yada Trakya’dan 
			gelen Türkler ne aynı teşebbüs ruhuna ne de aynı vasıflara sahiptir. 
			Bu nedenle nüfus mübadelesi bazı bölgelerin ekonomisini 
			değiştirmiştir. Bursa ovasında, ipek sanayii gerilerken, tütün ekimi 
			gelişir, çünkü bu bölgeye yerleştirilenler tütüncülükte uzmanlaşmış 
			Trakya Türkleridir. Bütününde nüfus mübadelesinin Türk nüfusunun 
			tarımsal niteliğini artırdığı ve bunun da tam sanayileşme kalkışması 
			dönemine denk geldiği söylenebilir (Georgeon, 2008; 191-192). 
			İngiltere endüstrileşmeye başlayan ilk ülkeydi; 1780’lerden 
			başlayarak dokuma endüstrisi sürekleyici sektör olmuştu. Max Weber’e 
			göre endüstrinin ritimleri, Batı’nın tüm maddi geçmişine egemen 
			olmuştu. Batı sırasıyla, bir keten çağına, bir yün çağına, sonra bir 
			pamuk çağına –daha doğrusu 18. yüzyılda bir pamuk çılgınlığına- 
			tanık olmuştur. İngiltere hem kendi, hem de Avrupa ve Avrupa dışı 
			piyasalar için, Hind’deki kendi ticari işletmelerinden pamuklu 
			kumaşlar (Hindliler) ithal etti. Bu kumaşların başarısı, İngiliz 
			manifaktürleri tarafından taklit edilmelerine yol açacaktır. Teknik 
			iyileştirmelerden teşvik gören pamuklu endüstrisi, ara vermeden 
			büyüyecektir. Kelimenin dar anlamında fabrikaları geliştirecek olan 
			pamuktur. Hindler, Afrika, Amerika ticaretine, buna bağlı olarak 
			zenci köle trafiğine bağlanan pamuk, büyük sömürgecilik limanlarına 
			veya bunların çevresine (Liverpool, Glaskow) yerleşir (Braudel, 
			2001; 420, 423). 
			1750’den sonra dünya ekonomisindeki büyük genişlemenin başlamasıyla 
			beraber, pamuğa ve daha sınırlı bir düzeyde buğdaya dönük talep 
			toparlandı. Sulama ve tesviyenin yanı sıra büyük ölçekli ekim için 
			geniş arazi gerektiren pamuğun karşı konulmaz ilerleyişi, alçak 
			arazilerin işlenmesinde bir tersine dönüşün ilk işaretlerini verdi. 
			Her iki koşula uygun alçak arazilerin kaderinde ihmalden hafif 
			ilgiye doğru bir tersine dönüş yaşandı. Alçak arazileri iskâna açma 
			sürecinin sağlamlığını ve kalıcılığını kesinleştiren şey, Küçük Buz 
			Çağı’nın başlamasıyla 1550’lerde devreye girmiş olan büyük döngünün 
			1870’lerde sona erişiyle birlikte tamamlanmasıydı. Alçak arazilerin 
			talihindeki dönüş, alçak ovaların ekonomik diriliğini geri getirmeye 
			hizmet eden ikinci teşvik unsuru Britanya’nın 1815’ten sonra 
			üstünlüğü ele geçirişiyle birlikte dünya ekonomisindeki işbölümünü 
			yeniden şekillendiren yeni hegomonya döngüsünün başlaması oldu. 
			Akdeniz bu gelişmenin dışında kalmadı. Daha alçak kesimlere dönerek 
			yerleşme süreci ıslah edilmiş araziler ile çorak topraklar üzerinde 
			mülkiyet hakları sağlayan ve böylece ovaları toprak sahibi olmak 
			isteyenlerin akınına açan 1858 tarihli Osmanlı Arazi Kanunnamesi’nin 
			çıkarılmasının ardından hız kazandı (Tabak, 2010; 32-33). 
			18. yüzyılda Avrupa’yı pamuklu tutkusu sarar. Hindistan’dan ithalat 
			yetmez olur. İplik eğirme ve dokuma makineleri icat eden İngiltere, 
			işe el atar: Gereksindiği hammaddeyi ona Amerika sağlayacaktır. 
			Hasat için kol gücüne ihtiyaç vardır. Sanayileşme ve kölelik el ele 
			ilerler. Manchester ve yöresi fabrikalarla dolarken Liverpool, bir 
			süreliğine, köle ticaretinin merkezi olur. Yüzyıl sonra, Amerika 
			Birleşik Devletleri bağımsızlığını kazanmasına karşın eski anavatana 
			pamuk sağlamayı sürdürür, ne var ki iç savaşın patlak vermesiyle 
			Britanya dokuma tezgahlarını kimin besleyeceği sorunu baş gösterir. 
			Londra, iki sömürgesine, Mısır ve Hindistan’a yönelir. 19. yüzyılın 
			sonundan itibaren gezegen pamuk tarlaları ve fabrikalarıyla 
			kaplanmıştır (Orsenna, 2008; 14-15). Kapitalizmin ve Sanayi 
			Devrimi’nin gelişiminde önemli yer tutan tekstil sanayiinde 
			İngiltere Amerikan pamuğuna bağımlıydı. İngiliz sanayiciler, daha 
			Amerikan İç Savaşı (1861-1865) başlamadan bu pazar bağımlılıklarına 
			alternatif aramaya başlamışlardı. 1857 yılında kurulan Manchester 
			Pamuk Alım Birliği (Manchester Cotton Supply Association) Hindistan 
			ve Türkiye’yi pamuk yetiştirilmesi için uygun ülkeler olarak görmeye 
			başlamıştı.  
			Osmanlı pamuk ipliği ve pamuklu kumaş üreticileri, yüzyıllarca 
			hammadde sıkıntısı çekmemiş, bol miktarda ham pamuk bulmuştu. Güney 
			Arabistan, Mezopotamya, Kuzey Filistin, Kuzey Suriye ve Adana 
			bölgesi, Ege kıyıları, Teselya Ovası, Makedonya’nın Zekhua ve Serez 
			bölgeleri Haçlı Seferleri’nden beri önemli pamuk üretim 
			merkezleriydi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı 
			dünyasında, uzakta yaşanan gelişmelerin sonucu olarak, pamuklu kumaş 
			dokumasına ve pamuk üretimine ağırlık verilmeye başlandı. Osmanlı 
			üst sınıfları arasında, ipekli ve tiftik yerine, pamuklu dokumalar 
			tercih edilir oldu. Kentli elit kesimlerde pamuklu kumaş tüketiminde 
			artış görülürken bütün cemaatler arasında “geleneksel” giysileri 
			giymek yaygın bir alışkanlık olarak varlığını sürdürüyordu.  
			Tanzimat reformlarından önce, kanunlar, çeşitli mesleki ve dini 
			cemaatlere mensup kişilerin ve Osmanlı askeri ve sivil 
			hiyerarşisinde yer alanların giydikleri ve taktıkları giysiler 
			Osmanlı tekstil imalatçılarına yabancı rakipleri karşısında kısmi 
			bir korunma sağlıyordu. Giyimde Batı modalarının benimsenmesi, ürün 
			tercihlerindeki bu değişimlerle aynı zamanda gerçekleşiyordu. 
			Osmanlı İmparatorluğu’nun pamuk ipliği ve pamuk dokuma ithalatı 25 
			ila 50 kat arttı. 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı pamuk ipliği 
			üreticileri ülke pazarına genel olarak hakimdiler; iç pazarda 
			ağırlıklı bir yere sahip olmak bir yana, ülke dışına da iplik 
			satıyorlardı. 19. yüzyıl başlarında, Hint ve Osmanlı ipliklerinin 
			yerini İngiliz iplikleri almaya başladı ve ithalat piyasasının 
			neredeyse tamamına hakim oldu (Quataert, 2008; 59-63). 
			Amerikan iç savaşı nedeniyle pamuk sıkıntısı çeken İngiliz 
			fabrikatörler, Türkiye’den pamuk getirtilmesini düşünmüşler; 
			Türkiye’de pamuk yetiştirmek ve pamuk cinsini ıslah etmek yolunda 
			Osmanlı Devleti’ni tedbirler almaya zorlamışlardı. Türkiye’de büyük 
			kapitalist çiftliklere rastlanmıyordu. Yabancılar, sömürge tipi 
			kapitalist çiftlikler kurmak yerine, ürünlerin ticaretiyle 
			yetinmişler; pamuk gibi bazı ihtiyaç duydukları ürünlerin 
			yetiştirilmesini teşvik etmişlerdi. Türk gazetelerinde yayınlar 
			yaptırmışlar, çiftçiye parasız tohum vererek, ucuz araç gereç 
			sağlayarak, ekim usullerini öğreterek pamuk tarımını geliştirmeye 
			çalışmışlardır. Almanlar da pamuk tarımına ilgisiz kalmamışlardı. 
			Kapitalist ülkeler kervanına sonradan katılan Almanlar dünyayı 
			paylaşma yarışına geç katılmaları sonucunda dünyada paylaşılacak pek 
			az yer kalmıştı. Almanya “Bağdat Demiryolu Hattı” projesi ile 
			Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman kolonisi haline getirmeyi 
			umacaktır.  
			İşte tam bu dönemde Avusturyalı Kotschy, 1862 tarihli Kıbrıs ve 
			Küçük Asya’ya Seyahat adındaki yolculuk günlüğünde “Kilikya” başlığı 
			altında Çukurova’ya geniş yer ayırır. Ovanın doğal yapısının, sulama 
			olanaklarıyla birlikte toprağın artan değerinin; nehir, kanal ve 
			limanlarının; Suriye ile küçük Asya arasında bulunmasının büyük bir 
			tarım olanağı ve zenginlik yarattığını; bu eşsiz özellikleriyle 
			çatışma ve yıkım alanı olmaya da aday bu bölgenin merkezi konumda 
			olup köprü görevi gördüğünü ve en önemlisi darı ve pamuk için ana 
			pazar rolünü (Gümüş, 2007; 74-75) üstlenebileceğini kaydeder. 
			Tanzimat reformları Çukurova’da 1860’larda etkisini göstermeye 
			başladı. 1862’de pamuk üretimine destek verilir; beş yıl süresince 
			Adana ve çevresi vergi muafiyeti ve bedava pamuk tohumu gibi 
			tedbirlerden yararlanır. Göç politikaları işgücü sorununa yönelik 
			olarak düzenlenir; ilk Müslüman muhacir grupları Kırım Savaşı’nın 
			ardından bölgeye sevk edilir. Çerkez ağırlıklı ikinci Müslüman 
			muhacir dalgası pamuk teşviki uyarınca 1862-1863’ten sonra bu 
			bölgeye yönlendirilir. 1864’te pamuk üreticileri için düşük faizli 
			kredi ve ödeme ertelemesi sağlanır. Dahası 1867’de Adana Halep’ten 
			ayrılıp yeni bir eyalet olarak kurulur. Mutasarrıf tarafından değil, 
			bir vali tarafından yönetilmeye başlanan Çukurova bölgesinin merkezi 
			Adana olur. Böylesi yapısal değişimler ve uzun süreçler sonunda, 
			ancak 1880’lerde pamuk üretiminin artması ve yayılmasıyla bölge 
			biçimlenmeye başladı. Bu yeni bölgesel yapılanma, nüfusunun 
			neredeyse tamamının Suriye, Beyrut, Kıbrıs, Ege adaları ve İç 
			Anadolu’dan göçmüş topluluklardan oluşan yeni bir liman şehri 
			Mersin’i de içeriyordu (Toksöz, 2009; 79-80). 
			Tahıl başta olmak üzere, üzüm, tütün ve ipeğin sahip olduğu ekonomik 
			öneme sahip olmasa da, pamuk Abdülhamid döneminde Osmanlı 
			İmparatorluğu’nun önde gelen figürleri arasına katıldı. Bir adım 
			öncesinde ise, imparatorluğun ekonomik liberalleşmesi ve dünya 
			ekonomisine eklemlenmesi sonucunda ortaya bir ticari-endüstriyel 
			Müslüman orta sınıf çıkmadığı için Babıali, bürokratların 
			biçimlendirmekte olduğu yeni devlete tamamen bağlı olacak yeni bir 
			sınıf yaratmak amacıyla toprak sahiplerine yöneldi. 1858’de 
			yürürlüğe giren Arazi Kanunnamesi ile toprağın özel mülkiyete geçişi 
			açısından önemli bir adım atılmıştı. Fakat 1870’lerin sonlarına 
			kadar Çukurova’da etkisini göstermedi; kadastrolaşmanın ve tapu 
			almanın topraklar ticari olarak değer kazanana ve ekilebilir duruma 
			gelene kadar hiçbir önemi yoktu. Bu toprak kanununun amaçlarından 
			biri de aşiretleri yerleşik düzene geçirmekti. Toprak ağalarından 
			çoğu, köylülerini ortakçı olarak çalıştırıyorlar, bu da, toprağı 
			işlemede yeniliklere olanak tanımıyordu. Yine de bu toprak 
			ağalarından bir kısmı kapitalist çiftçilere dönüşerek tütün ve pamuk 
			gibi para eden ürünler yetiştirmeye başladılar. Amerikan İç Savaşı 
			sırasında ve sonrasında Avrupa piyasasında ürettikleri pamuğa rağbet 
			artınca zenginleştiler. Bunlar, 20. yüzyılda, 1908 Meşrutiyet 
			Devrimi sonrasında ortaya çıkan yeni orta sınıfı oluşturdular 
			(Ahmad, 2007a; 39-40). 
			19. yüzyılın ikinci yarısında ulaşım maliyetlerini azaltan 
			demiryollarının yapılması, pamuk tarımını geliştirme ve 
			yaygınlaştırmayı amaçlayan yabancı sermayeli şirketlerin kurulması, 
			ihracatçıların, satın aldıkları pamuğun temiz ve balyaların standart 
			ölçülere göre sıkıştırılıp bağlanmasını şart koşmaları üzerine 
			çırçır fabrikaları ve hidrolik presleme tesislerinin açılmaya 
			başlaması gibi gelişmeler kapitalizme özgü hareket yasalarının 
			(maliyet tasarrufuyla değişim değerinin maksimizasyonu, uzmanlaşma 
			ve yenilikler yoluyla üretkenliğin arttırılması gibi) Osmanlı 
			tarımında da işlemeye başladığının (Kaygalak, 2008; 58) birer 
			göstergesi olarak görülebilir. Çukurova’ya pamuğu ve tarımda 
			modernleşme fikrini sokan Kavalalı İbrahim Paşa’ydı. Suriye, Mısır 
			ve Kıbrıs’tan pamuk ekiminde usta olan işçiler, işçi kıtlığı 
			nedeniyle “amele” olarak çalışacak fellahlar getirilir.  
			Orta Doğu, Avrupa Endüstrisi için hammadde sağlayan ve önemli bir el 
			yapımı mallar üreten bir ‘plantasyon (fidanlık/sömürge) ekonomisi’ 
			olarak Avrupa ticaret sistemine eklenecektir. Örneğin tüm Mısır 
			ekonomisi, Lancashire imalathaneleri için sulak topraklar üzerinde 
			yüksek kalitede yoğun pamuk ekimine adapte edildi. Bunun sonucu, 
			farklı sosyal grupların göreli gücü ve zenginliğinde meydana gelen 
			bir değişim oldu. Eski Müslüman tüccar sınıfı ve zanaatkârlar, 
			makine yapımı mallara karşı rekabet etmekle yüz yüze kalınca 
			çöktüler. Avrupa’ya yönelik ihracat-ithalat ticaretiyle geçimini 
			sağlayan yeni bir tüccar tipi doğdu; bu yeni tip tüccarlar, alt 
			düzeyde esasen doğulu Hıristiyan veya Yahudilerden, üst düzeyde ise 
			büyük oranda Avrupalılardan müteşekkildi (Hourani, 2006; 113). 
			Alan R. Richards, on dokuzuncu yüzyılda Mısır örneğinde ilkel 
			birikimi araştırmış ve şu sonuca varmıştır: Mısır’da ilkel birikim, 
			ülkenin kapitalist dünya sistemine eklemlenmesine bağlı kalmıştır. 
			Kapitalizm Mısır’a pamuk üretimi ile girmiştir. Mehmet Ali Paşa’nın 
			bu süreçte buğdayın aksine pamuğu seçmesinde, merkez ve yarı-çevre 
			sistemindeki gelişmelerin yanı sıra, Mısır’ı dünya kapitalist 
			sistemine dahil etmek amacı temel etkendir. Bunun sonucunda 
			köylülerin büyük bir kısmı mülklerini ve toprakları üzerindeki 
			haklarını kaybetmiş ve sonrasında topraklarını terk etmişlerdir. 
			Yaşanan gelişmeler “zora dayalı yada ücretli emek”in pazara 
			yönelmesi anlamını taşımakta, en azından kısmen de olsa önünü 
			açmaktadır. Orhan Kurmuş da, Türk pamuğunda görülen patlamanın 
			Osmanlı ekonomisinin kapitalist dünya ile bütünleşmesinin başlangıcı 
			ya da en azından bir evresi olduğuna ve bu konunun tartışılması 
			gerektiğine dair uyarıda bulunur. Makalesinde, İmparatorluğun pamuk 
			yetiştirilen bölgelerindeki artışta Amerikan İç Savaşı’nın dünya 
			pazarından pamuk talebini ve Manchester Pamuk Tedarik Ortaklığı’nın 
			etkilerini vurgular. Aydın-Denizli ağırlıklı Ege bölgesinde 1863’te 
			480.000 hektar olan pamuk alanı 1864’ de 1. 145.000 hektara; 
			Adana-Maraş-Halep bölgesinde aynı dönemde 31.000 hektardan 745.000 
			hektara çıkar. Susam ve pirinç üreticileri de bu ürünlerden vazgeçip 
			pamuk tarımına yönelirler (Reyhan, 2008; 75-76). 
			Balkanlardaki ticari çiftlikler, Mısır’daki büyük pamuk işletmeleri, 
			Batı Anadolu’daki küçük meta üretimi 19. yüzyıl başlarında 
			Osmanlı’nın tanık olduğu “periferi”leşme tarzlarıdır. Bu süreçte 
			emeğin organizasyonunda da değişimlere tanık olunur: kendi 
			toprağında çalışan aile birimlerinden ortakçılığa, kapitalist 
			çiftliklerdeki ücretli emeğe uzanan farklı biçimler gözlemlenir 
			(Keyder, 1983; 138-139). Ne var ki, daha 16. yüzyılda iç talep 
			sonucunda oluşan ticari üretim, köylü aile işletmelerini 
			çökertmediği gibi 19. yüzyılda dünya kapitalist sisteminin çevresine 
			eklemlenen Osmanlı İmparatorluğu’nda, özellikle Anadolu’da hâlâ 
			küçük köylü üretimi ağır basmaktadır. Avrupa’nın artan pamuk 
			talebini karşılamaya yönelik girişimler köylü üretim örgütlenişinden 
			ücretli çalışmanın başat olacağı bir çalışma ilişkilerine 
			evrilmemiştir. Osmanlı hükümeti buna direnmiştir.  
			Büyük çiftliklerin sayısı 16. yüzyıla göre belki daha fazlaydı, ama 
			bunlar milyonlarca küçük işletme arasında boğulmuşlardı. Daha da 
			önemlisi, toprakların çitlenerek az sayıda elde toplanmamış olması, 
			ücretli işçiliği veya boğaz tokluğuna çalışmayı kabul edecek 
			mülksüzleşmiş bir köylülüğün mevcut olmaması demekti. Dolayısıyla 
			kapitalist tarıma veya plantasyonlara elverişli şartlar yoktu. 
			Köylünün elinden toprağı alınamadığı veya yeni topraklar üzerinde 
			üretim yapılabildiği sürece hem ücretli işçi hem de ortakçı kıtlığı 
			olacak; Mora’da boş arazide üretim yapacak ortakçı köylülerin 
			getirilmesi örneğinde olduğu gibi, Batı Anadolu’da ihracata yönelik 
			kapitalist çiftlikler kurmayı deneyen müstakbel kolonyalistlerin 
			teşebbüsü buna bir örnek olarak verilebilir. Bu müteşebbisler 
			işleyecek toprağı kolayca bulabildiler; ama işçiler yüksek ücret 
			istiyorlar, kendilerini işe uzun süreyle bağlayamıyorlardı. 
			Genellikle güvenilir değillerdi (Keyder, 1990; 21). Görece toprak 
			bolluğu, daha da önemlisi emek kıtlığı nedeniyle ücretli emeğin 
			işçisi olmaya aday, kendi küçük üretim birimlerinden kopmayan kitle 
			kapitalist sömürü ve çalışma ilişkilerinin yerleşmesini 
			güçleştiriyordu. 
			 
			Türkiye’de pamuğun hikayesi Amerikan İç Savaşı sırasında, Avrupa’ya 
			ham pamuk arzının kesilip pamuk fiyatlarının o güne dek görülmemiş 
			oranda artmasıyla başlar. Avrupalı imalatçılar değişik tedarik 
			kaynakları bulmak için çılgınca bir arayışa girdiler. Gözlerini 
			Osmanlı İmparatorluğu’na, bugün yaygınlaşan yanlış bir adlandırmayla 
			Ortadoğu’ya diktiler, bu bölgede pamuğun geliştirilmesini etkin bir 
			biçimde desteklediler. Avrupalı güçler pamuk üretimini kolonilerde 
			gerçekleştirmeye çalıştılarsa da, pamuk tam anlamıyla tropik bir 
			ürün değildi ve Anadolu’nun belli bir bölümü geleceğin pamuk üretimi 
			alanı olarak öne çıkıyordu. Bu ürün Anadolu’da sadece İzmir bölgesi 
			ve Adana ovasında önemli miktarda ekiliyordu. Sultan Abdülaziz 
			hükümeti birçok yörede bedava pamuk tohumları dağıttı, pamuk işleme 
			makineleri için gümrük muafiyeti verdi, zirai makineler satın aldı 
			ve pamuk üretim potansiyelini arttırmak için yollar inşa etti. 
			Amerika’daki çarpışmaların yatışması Ortadoğu’da pamuk pazarını 
			darmadağın etti; pamuk fiyatları normale döndü ve Amerika tekrar ana 
			pamuk tedarikçisi olunca bu bölgede pamuğa ilgi azaldı. Abdülhamid 
			döneminde pamuk ekimini yükseltmeye yönelik girişimler azaldı 
			(Quataert, 2008a; 229-242). Bütünüyle yok olmadı.  
			1900’lerin başına gelindiğinde pamuğun hikayesi Adana ovasında, 
			Alman Levanten Pamuk Şirketi ve Osmanlı hükümetinin siyasi 
			atraksiyonlarınca belirlenecektir. Pamuk, ticari ve tarımsal bir 
			meta olmanın dışında bu bölgede siyasi bir içerik de kazanacaktır. 
			Ama nasıl?  
			20. yüzyıl başında Alman nüfusu 56 milyona ulaşmıştı; 1910’da 65 
			milyona, 1930’da 80 milyona çıkacağı hesaplanan bu nüfusun hiç 
			olmadık bir bölümüne yeni yerleşim bölgeleri bulmak gerekiyordu. Öte 
			yandan Siyonistler Abdülhamit ile uzlaşabilirlerse kolonizasyon 
			planı çerçevesinde “Büyük Osmanlı-Musevi Kumpanyası” kurmayı 
			umuyorlardı (Avcıoğlu, 1978; 147, 170). 19. yüzyıl sonlarında baskı 
			altındaki Yahudiler kitleler halinde Rusya’nın güneyinden ve Polonya 
			başta olmak üzere Doğu Avrupa’dan göç ediyordu. Filistin’deki Yahudi 
			nüfus 1880’de 24.000 iken 1903’te 49.000’e, I. Dünya Savaşı 
			sırasında ise 90.000’e ulaşmıştı. Siyonizmin kurucusu Herzl’in 
			“Filistin’de meşru bir güvence altına alınmış bir Yahudi yerleşimi” 
			önerisi Abdülhamid’i telaşlandırmasına, Yahudileri Kutsal 
			Topraklar’a sızdırmama konusundaki sert tutumuna karşın Alman 
			yetkililer arada sırada Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman-Yahudi 
			yardım derneklerine destek veriyordu. Osmanlılar, Herzl’e ve daha 
			sonra teşkilatta onun yerini alanlara hiç güvenmemekle birlikte 
			Fransız bankeri Baron Edmond de Rotschild’in Polonya ve Rusya’dan 
			göç eden Yahudilerin yerleşimlerini finanse etmesine göz yumdular. 
			Bu model yerleşimlerde yapılan çalışmalar, 1884’ten itibaren tarım 
			uzmanlarınca sürekli denetlendi. Bunların başarıları, Osmanlı 
			devletinin hâlâ yoksul ve gelişmemiş olan bu bölgesi için refah dolu 
			bir gelecek umudu yaratıyordu. Baron Edmond Yahudi Kolonizasyonu 
			Derneği’ni kurmak başta olmak üzere bağların planlanması, greyfurt 
			yetiştirilmesi gibi birçok gelişmeyi başlattı (Palmer, 2008; 
			235-236).  
			1900’lerin hemen başında görünen manzara şuydu: “Bir, siyonizmin 
			bayraktarlığını Almanya yapıyordu. İki, Jön türkler bir Yahudi 
			Partisi sayılıyordu.üç, Londra, siyonizme karşıydı ve Arapları, 
			kendi himayesine almak üzereydi” (Küçük, 2010; 215). İngiltere 
			büyükelçisi Lowther 1910 tarihli raporunda şöyle yazacaktır: 
			“İttihat ve Terakki Cemiyeti, iç örgüsü itibariyle Türk-Yahudi 
			ittifakı görüntüsü vermektedir. Türkler bu ittifaka mükemmel bir 
			askeri malzeme; Yahudiler ise yönetici beyin, teşebbüs imkanı, para 
			ve Avrupa basınında güçlü bir destek sağlamaktadır. Oysa Jön Türk 
			devriminden sonra, siyonist edebiyat ve yayın alanında da yansıdığı 
			gibi, Yahudi dünyası bugün gözlerini, kendi ırklarının yerleşip 
			bağımsız bir devlet kurmasına en elverişli topraklar saydığı, 
			Mezopotamya’ya dikmişe benzer” (zikreden Yerasimos, 1987; 454). 
			Abdülhamid, Herzl’in Filistini Yahudi yerleşimcilere açma talebini 
			reddedince sonun başlangıcı iyice hızlanacaktır. İkinci 
			Meşrutiyet’in ilanıyla iktidara geçen İttihat ve Terakki, Trablus ve 
			Balkan Savaşları, ardından “Harbıumumi” ile Osmanlı’nın kaderi 
			çizecek; İngiliz-Yahudi küresel emperyalizminin bu altın çağında 
			“sadık kavim” Ermeniler feci olayların içine çekilecektir. 
			Siyonizm, sanıldığının tersine Yahudi dininin ezeli ve ebedi 
			ideolojisi değildi, Avrupa ulusalcılığının bir ürünüydü ve Almanya, 
			siyonizmi kendi kültürel yayılmacılığının bir aracı olarak 
			görüyordu. Resmi Alman görüşünü temsil edenler, Siyonist kolonilerin 
			Alman kültürünü ve çıkarlarını Filistin’de en iyi koruyacak ve 
			yayacak öğeler olduğu inancındaydılar ve bunda yanılmadılar. Alman 
			Yahudileri Filistin’e yerleştikçe Alman kültürünün ve çıkarlarının 
			en sadık koruyucu ve yayıcıları oldular. Filistin’e başka ülkelerden 
			Yahudilerin de göç edip yerleşmesinde en büyük rolü Alman 
			İmparatorluğu oynamıştı (Ortaylı, 2006; 158-163). Öte yandan kendi 
			yerli pamuk ihtiyacını karşılamak ve Anadolu’daki nüfuzunu daha da 
			ileri götürmek arzusuyla harekete geçen Almanya, Anadolu pamuk 
			üretimini arttırmak isteyen yabancı güçlerin lideri oldu. 1903 
			Bağdat Demiryolu sözleşmesiyle kurulmuş olan Deutsche Levantinische 
			Baumvolle Gesellschaft (Alman Levanten Pamuk Şirketi) 1904 yılında 
			Adana bölgesinde faaliyete başladı. Üreticileri eğitmek, örnek 
			çiftlikler kurmak ve tarımsal üretimi modernize etmek amacıyla 
			kampanyalar başlattı. Alman sermayesinin meşhur özellikleri, kolları 
			her yere uzanan Deutsche Bank’ın yönlendirdiği Alman yatırım ağına 
			yansımıştı. Böylesine kapsamlı bir yatırım ağının varlığı, Alman 
			yatırımcıların, Fransız ve İngiliz ticaret şirketlerine aracılık 
			eden yerli tüccarı atlayarak üreticilerle doğrudan ilişkiye 
			geçmelerini sağlayacaktı. Bu şekilde Alman yatırımcıların ve 
			temsilcilerin Müslüman köylü nüfusla doğrudan ilişki kurması 
			muhtemeldi (Keyder, 1990; 51). Almanya’nın bölgeyle ilgisi farklı 
			nedenlere dayanıyordu. 
			Almanların bir kısmı kentlerde manifaktür veya ticaretle yaşıyor, 
			ama ülkenin geniş bölgelerinde küçük köylülük süregeliyordu. 19. 
			yüzyılın ilk yarısında Almanya’ya bir endüstri merkezi denemezdi. 
			Bismarck’ın genç İmparator II. Wilhelm’le çatışıp istifa etmesinden 
			sonra dönemin consert’çi (uyumcu) Metternichvari dış politika 
			sistemi terk edilmişti. Alman basını ve kamuoyu bu dönemde bir dünya 
			imparatorluğu kurmak ideali etrafında şekillendi. Gözler henüz 
			endüstrileşmeyen ve zengin kaynaklara sahip bölgelere çevrildi. 
			Almanya okyanusları aşan bir denizaşırı ülke olamamıştı, bu nedenle 
			Uzakdoğu’ya uzanamayacağı için el atacağı bölge olarak Ortadoğu’ya 
			yöneldi. “İmparatorluğu fiziki olarak parçalamak isteyen İngiltere, 
			Fransa ve Rusya karşısında, tarihinin son sayfaları yazılan Osmanlı 
			İmparatorluğu’nun paniğe kapılması ve Almanya’ya kapılarını açması 
			kaçınılmaz görünüyordu” (Ortaylı, 2006; 47). Almanya, Anadolu ve 
			Orta-Doğu’daki elverişli durumunu çoktan elinden kaçırdığının 
			farkındaydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askeri kanadı ise, 
			Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın bir gelecekte paylaşılmasının önüne 
			geçilmez olduğunu görüyordu. Dolayısıyla bu iki unsurun çıkarları 
			örtüşüyor ve Alman emperyalizmi ile Osmanlı ordusunun Enver Paşa 
			tarafından temsil edilen en mücadeleci kanadı birbirine 
			yakınlaşıyordu (Yerasimos, 1987; 469-470). 
			Bu dönemde Türkiye, Almanya’nın söz sahibi olduğu bir ülkeydi; Adana 
			da yakinen ilgilendiği bölgelerin başında geliyordu. İngiltere 
			büyükelçisi Lowther’in 1913 tarihli raporundan öğrendiğimize göre: 
			“Bazı mahalli Müslüman çevrelerde sürüp giden huzursuzluk ve 
			sızlanmaların tahliline gelince; Adana yöresinde ciddi karışıklıklar 
			çıksaydı, Almanya’nın hiç de hoşuna gitmiyor olacaktı (...) Bağdat 
			demiryolunun geçtiği bölgelerdeki Alman sömürgeleştirme tasarıları 
			unutulmamıştır ve pekçok Ermeni, Adana çevresinin ‘Türkiye’nin 
			Kiao-Çeu’su’ haline geleceğini sanmakta veya hayal etmektedir” 
			(zikreden Yerasimos, 1987; 460). 
			S. Soskin 1903’te, adının altında küçük harflerle parantez içinde 
			Sömürge İktisat Komitesi’nin yayın organı olduğunu belirten 
			Tropenpflanzer’de yayınladığı “Ön-Asya’da Pamuğun Geleceği” adlı 
			makalede, Alman tekstil endüstrisinin Amerikan ve Mısır pamuğuna 
			bağımlılığını kırmak isteyen Alman yatırımcıları Ege’den çok 
			Çukurova ve Suriye’nin kuzeyine yönlendiriyordu. “Kuzey Suriye”nin 
			ne anlama geldiğini 1904 yılında Berlin’de yayın hayatına başlayan, 
			tarımsal araştırmalarda uzmanlaşmış, Dünya Siyonist Organizasyonu’na 
			bağlı Siyonist Komisyonun Filistin’i araştırma organı “Altneuland” 
			adlı dergide O. Warburg’un üç sayıdır devam eden makalesinin 
			başlığından anlaşılabilir: “Kuzey Suriye’de Bağdat Demiryolu 
			Bölgesinde Pamuk-Kültürü Temelli Yahudi Kolonizasyonu”. O. 
			Warburg’un hesaplarına göre bu bölge Anadolu’daki 8 milyonluk 
			nüfusun üzerine 45 milyon kişiyi daha kaldırabilir. Çevredeki bütün 
			Müslüman nüfus buraya rahatlıkla sığar, dahası “Kuzey Suriye”ye 
			Romanya ve Rus Yahudilerinin iskanı Türkiye’nin iskan 
			beklentileriyle çelişmez. Yeter ki Türkiye bu alanda ekonomik 
			gelişme göstersin (Akder, 2008). Ne var ki maliyeti çok yüksek 
			dramatik olaylar ve Almanya’nın yenilmesi ile sonuçlanan savaş 
			sonrası gelişmeler Warburg’un Çukurova iskan tasarımı ile aynı yönde 
			gelişmez. 
			Tam bu dönemde Rus Yahudisi Ber Borochov tarafından “Proleter 
			Siyonizm” öğretisinin temelleri atılır (1881-1917). Borochov’a göre 
			her ulus piramit biçiminde bir toplumsal katmanlaşma sistemine 
			sahiptir: geniş bir işçiler ve köylüler tabanı üzerinde doktorlar, 
			avukatlar, aydınlar, patronlar gibi farklı katmanlar yükselir. 
			Yahudiler ise geniş bir serbest meslek sahipleri katmanına sahip 
			iken çok dar bir işçi ve köylü katmanına sahip olduğu için biçimi 
			tersine çevrilmiş bir piramit sözkonusudur. Yahudiler işçi sınıfına 
			sahip olmamalarının yanında bir de vatansızdırlar. Yahudiliğin 
			proleterleşmesi toprak sorununun çözümünü gerektirecektir. 
			Borochov’a göre, “Filistin’in yerlileri” olarak adlandırdıklarının 
			kendi öz kültürleri ve ulusal nitelikleri bulunmadığından, İsrail 
			sosyalizminin toprağa ilişkin bu boyutu bir sömürgecilik örneği 
			teşkil etmez (Turner; 1984;14). 1968’lere geldiğimizde de Avineri, 
			İsrail toplumunu ve siyonist sosyalizmi karakterize edebilmek için, 
			Ber Borochov’un “proleter siyonizmi”nin toprağa ilişkin çözüm 
			önerisi ile Hegel’in tarihin ilerleyişi görüşünü birleştirir: 
			Asya’daki herhangi bir toplum üzerinde Avrupa’nın denetimi ne kadar 
			dolaysızsa, o toplumun kendi yapısını sorgulaması ve nihai olarak 
			burjuva ve böylece de, daha sonra sosyalist topluma katılması 
			olanağı o kadar fazladır. İsrail’deki ve işgal edilen topraklardaki 
			Araplar azar azar olsa da geri kalmış bir köylülükten şehirli bir 
			işçi sınıfına dönüşecektir. İsrail, modern bir ekonomik altyapıyı, 
			demokratik bir siyasi aygıtı ve kentsel hizmetleri sağlayarak, Arap 
			Filistin’inde çok büyük bir toplumsal ve ekonomik devrimin “zoraki 
			ebesi” olarak hareket eder. İsrail’in yürüttüğü işgalin sonucunda ne 
			olur peki? Arap emeği istihdamı belirgin biçimde artış gösterir; 
			Araplar tarımda ve inşaat sektöründeki becerisiz işlerde yoğunlaşan 
			göçmen işgücüne dönüştürülür; Bedeviler, İsrail’in turunçgil 
			bahçelerinde ve pamuk plantasyonlarında mevsimlik ücretli işçilere 
			dönüşür. Avineri’nin savına göre, geri kalmış Arap köylülüğünün işçi 
			sınıfına dönüşümü, İsrail kapitalizminin evrenselci dürtülerle 
			gündeme gelen bir modernleşme örneği olabilir. Sonuçta Arap işgücü 
			İsrail’in endüstri yedek ordusunun bir parçasıdır ve İsrail 
			ekonomisi de yeni bir pazarın ve ucuz emeğin nimetlerinden 
			yararlanır (Turner, 1984; 49-54). 
			Türkiye’de bol bol toprak da vardı, ucuz işgücü de. Can alıcı soru, 
			bu topraklar kimin, ücretli çalışanlar kim olacaktı? 
			Yükselen ticaret burjuvazisini oluşturan Selanikli dönmeler ve 
			Museviler, çıkarları gereği Almanya ve Avusturya’ya yakındılar. 
			İngilizler ve Fransızlar , Türkiye ile olan ekonomik ilişkilerinde 
			genellikle Rum ve Ermenilere yaslanıyorlardı. Türkiye ile ekonomik 
			ilişkileri hızla gelişen Almanlar ise, daha çok Yahudi ve Müslüman 
			burjuvaziye dayanma eğilimi gösteriyordu. Selanik’te Paris ve 
			Roma’ya yakınlak duyan kimi Yahudiler bulunmakla birlikte 
			Yahudilerin çoğu Berlin’i tutuyordu. Gibbons, Alman emperyalizminin 
			Türkiye’yi ele geçirme çabalarına karşın Ermenilerin büyük bir engel 
			teşkil ettiğini düşünüyordu. Ermenilerin çoğu Fransız ve Amerikan 
			okullarında yetişmişler; Amerika ve özellikle İngiltere ile ticari 
			ilişki kurmuşlardı. Alman ticari ajanlarının faaliyetleri 
			dolayısıyla başarısız kalıyordu. Rumların durumu da aynıydı. Gibbons 
			bu nedenle, Almanların, Ermeni kırımını desteklediğini ileri sürer 
			(Avcıoğlu, 1978; 249-250). Yüzyıllardır birlikte yaşayan iki kavim, 
			İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasal, 
			ekonomik ve misyoner faaliyetleri yüzünden karşı karşıya gelmişti. 
			“Almanya ortaya çıkan olayları şiddetle bastırmak için akıl hocalığı 
			yaptı. Büyük Savaş’a girildiğinde durumun tamamen bu yönde geliştiği 
			açıktır. Dramatik hale dönüşen tehcir gibi bir olayı, bu dönemde, 
			evvelemirde Alman Genelkurmayı’nın tavsiye ettiği ve yönettiği, 
			savaş sırasında ve sonrasında açıklanmıştır” (Ortaylı, 2006; 
			153-154). 
			İngiltere’nin yeni pamuk ekim alanları aradığı 1860’larda Adana, hem 
			pamukla hem de Osmanlı’nın Tanzimat Paşaları ve İngiliz tüccarlarla 
			tanışır. 1869 yılında bir İngiliz konsolosluk yazışmasında ”Earl of 
			Clarendon’un sorduğu husus yani İngiliz girişim ve becerisinin 
			buradaki [İstanbul –İB] olanaklardan ne kadar yararlanabileceği 
			meselesine gelince, müsaadenizle belirtmek isterim ki, bazı İngiliz 
			dokumalarının burada üretilmesi İngiltere’den üretilmesinden daha 
			uygun” (Türkcan, 1984; 37) olduğunu öğreniyoruz. Fransızlar da geri 
			durmaz 1864’te ilk çırçır fabrikalarını açarlar, daha sonra da 
			Almanya’nın iştahı kabaracaktır. Bataklıklar, taşkınlar ve sıtma 
			yüzünden ovanın belli kısımlarında tarım yapılabiliyordu. Tarım 
			metodları ilkeldi. Pamuk ekimini geliştirmek için çifte kazanlar 
			(buharlı nadas makineleri) 1881’de, harman makinesi (batoz) 1890’da, 
			daha ilerki bir tarihte de dört ve altı öküzle çekilen nadas 
			pullukları ile “Bergüzar” adı verilen hafif orak makinesi Adana’ya 
			ilk kez geldi. İhracata yönelik bu pamuk üretim hamlesi Adana’da 
			işçi ihtiyacını ortaya çıkarmış, civar illerden, köylerden işçi 
			akını başlamıştı. Böylece o güne dek ortakçılıkla işletilen 
			çiftliklerde kapitalizm yolunda ilk adımlar atıldı. 
			Adana bölgesinde, daha 1878’de ilk iplik eğirme fabrikasını kuran 
			Mavrumati ailesi fabrikası 1890’ların ilk yarısında yaklaşık 300 
			işçi çalıştırıyordu. 1900’e gelindiğinde Tripani kardeşler, buhar 
			gücüyle çalışan ikinci bir fabrikayı Adana’da kurdular. 1907’de, 
			yine Adana’da, Cosma Simyonoğlu üçüncü iplik fabrikasını açtı. Üç 
			fabrikada toplam çıkrık sayısı 16.000’di. Mısırlı bir Müslüman olan 
			Rasim Dokur 1911’de Tarsus’ta yeni bir iplik fabrikası kurdu; çıkrık 
			sayısı üç yıl içinde 10.800’e ulaştı (Quataert, 2008; 80-81). Bu 
			fabrikalarda çalışanların çoğu, Makedonya ve Selanik’teki 
			fabrikalarda olduğu gibi, kadın ve çocuktu. Adana’da kombine bir 
			iplik eğirme ve dokuma tesisinde, 1907 civarında, iplik eğirme 
			bölümünde 550 kişi çalışıyordu. Bütün bölgeye dağılmış olan çırçır 
			atölyelerinde kadın ve çocuk emeği de yaygın olarak kullanılıyordu. 
			Bu güneydoğu bölgesinde işgücü sıkıntısı bilhassa fazlaydı ve 
			kombine tesis sahipleri Hacın, Zeytun ve Antep’ten Ermeni işçileri 
			çekmek için evler inşa ediyorlardı. Kombine tesis sahibinin nihai 
			hedefi 1500 kişi istihdam etmekti (Quataert, 2008; 87-88). 
			Osmanlı İmparatorluğu’nda pamuk ipliği üreten fabrikalar çok azdı ve 
			birbirinden uzaktı. Devlet ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuş 
			olanlar dışında, iplik fabrikaları 19. yüzyılın sonlarında kuruldu. 
			İlk grup fabrikalar Büyük Depresyon sırasında 1870-1880’li yıllarda; 
			ikinci grup fabrikalar ise 1896’dan sonra bambaşka koşullarda 
			açıldı. Bu dönemde -başta İzmir, Adana, Selanik ve İstanbul olmak 
			üzere- kurulan Osmanlı iplik fabrikaları, makineli üretimin dünya 
			çapında yaygınlaşması sürecinin bir parçasıydı. Adana bölgesi, büyük 
			bir işgücüne sahip olmamasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nda 
			fabrika ipliği üretiminde ikinci sıraya yükselmişti. Pamuk hasadı 
			için gereken işgücü, büyük ölçüde, dağlarda yaşayan göçer 
			aşiretlerden sağlanıyordu. 1906-1914 yılları arasında Çukurova’da 
			pamuk üretimi 50.000 balyadan 250.000 balyaya, 2,5 kat artmıştı. Her 
			hafta, işverenler Tarsus ve Adana ırgat pazarına gidip adam buluyor, 
			ırgat başıyla ücret pazarlığı yapıyordu (Quataert, 2008; 76-80). 
			Bütün ürünlerin pamuğa kurban edildiği Çukurova’da, ticaret kârının 
			aslan payını İstanbul’daki aracılar ve buradaki yerli aracılar 
			almaktadır. Adana ve Tarsus’taki pamuk atölyeleri Rumların elindedir 
			ve Avrupa’dan yardım için gönderilen fonlarla Ermeniler pamuk 
			dokumacılığında ilerleme kaydedip Avrupa pazarına girer. Avrupa 
			sermayesinin Çukurova’ya girişi, gayrimüslimlerin de bu ekonomik 
			ilişkide rol oynaması sonucunu doğurur. Kurulan ilk fabrikalar 
			Avrupalılar ile gayrimüslimlere aittir (Emiroğlu, 2007; 272). “Kanlı 
			Topraklar” adlı romanında bu tarihsel durumu şöyle dile getirir: 
			“Tüccarlık gavurların elinde. Bütün fabrikalar Rumların, 
			Ermenilerin, Almanların (...) Milli Mücadele’den sonra Allah Allah! 
			Millet bir saldırdı Ermeni, Rumlardan kalan mallara, deme gitsin. 
			Bir ticaret, bir tüccarlıktır gitti. Eskiden Osmanlı pek bir 
			tüccarlık yapmadığı gibi, tellaklık, berberlik gibi mesleklere de 
			girmezdi, ayıp sayılırdı” (Orhan Kemal, 2007; 92-94). 
			Romancı Orhan Kemal edebiyatın sınırları içinde daha ötesine 
			gidemezken, romancı olmayan Çağlar Keyder tarihsel-toplumsal 
			arkaplan çizer: 20. yüzyılın başında 10’dan fazla işçi çalıştıran 
			işyerlerinin sayısı belki de 100 civarındanydı ve bunların çok büyük 
			bir kısmı Selanik, İzmir ve İstanbul’da toplanmıştı. Belki de yüzde 
			90’ından fazlasının sahibi yabancı veya gayrimüslimdi. Burjuvazinin 
			çok küçük bir bölümü imalat alanındaydı; bu küçük imalat sektörü de, 
			sanayi işçileri de gayrimüslimlerden oluşuyordu. Müslümanlar ise 
			küçük köylülüğü oluşturuyordu. Öte yandan imalat kesiminin 
			imparatorluğun iktisadi yapısı içindeki rölü önemsizdi, bu nedenle 
			de burjuva sınıfının karakterini tüccarlar belirledi. Hıristiyan 
			burjuvazi siyasi arayışlar içine girdiğinde (özellikle 1909 
			sonrasında), Avrupa devletler-arası sistemi Osmanlı İmparatorluğu’nu 
			parçalanmaya mahkum etmişti. Hıristiyan burjuvazinin yürüttüğü 
			politika, imparatorluğun parçalanacağı öngörüsü üzerine 
			temellendirildi (Keyder, 1990; 43-44). Kurtuluş Savaşı sırasında da, 
			“çoğunlukla İstanbul ve İzmir’de üslenmiş bulunan kozmopolit ticaret 
			burjuvazisi, genel olarak ulusal hareketi tutmamıştı” (Tunçay, 2006; 
			29). Anadolu eşrafı başlangıçta Kurtuluş Savaşı’nı destekler 
			görünmüyordu, ama sonuçta savaş, eşrafa ve eşrafın bezgin köylü 
			kitlesi üzerindeki nüfuzuna dayanarak yürütülmüş ve eşraf-ordu 
			işbirliğiyle kazanılmıştı. Kurtuluş Savaşı’nın bu özelliği 
			Cumhuriyetten sonra izlenecek yolun yönünü önemli ölçüde 
			belirleyecekti. Önemli bir rol oynadığı kurtuluşun ardından eşraf 
			eski toprak düzeninin tasfiyesini değil, zaferin meyvelerini yemek 
			istiyordu. İttihat ve Terakki’nin milli iktisat politikasıyla iştahı 
			kabaranlar da sabırsızlanıyordu (Avcıoğlu, 1978; 314-315). Kurtuluş 
			Savaşı kazanılır kazanılmaz İstanbul tüccarları, dışında kaldığı 
			savaşın nimetlerinden yararlanmanın yolunu arar, “Milli Türk Ticaret 
			Birliği” kurulur. Anında “milli” ve “milliyetçi” olan tüccarlar 
			birliğinin amacı Levantenler ile Ermeni ve Rumların ellerindeki 
			ticari mevkileri ele geçirmek ve yabancı sermaye ile ortaklık 
			kurmaktır. Liberalizm ve serbest rekabet şartları içinde 
			tutunamayacağına kani olan tüccarlar liberalizm karşıtı kesilir, 
			devletçi olur. Devlet gücünü arkasına alarak sağlayacağı imtiyazlar 
			ile Rum ve Ermenilerin bıraktığı boşluğa yerleşmek ister; milli 
			sanayiden değil, ithalat, ihracat ve ticaretten söz eder. 
			Kurtuluş Savaşı sonrası Adana’nın nüfusu etnik olarak değiştiği gibi 
			Adana müteşebbisleri de kimlik değiştirmiştir. Rum ve Ermeniler 
			Fransızlarla birlikte Adana’yı terk eder. Adana’daki işadamları 
			artık Yahudiler ve Hıristiyan Araplardır, bir de Kayserililer. Sözü 
			Orhan Kemal’e bırakalım: “Bunlar Kayseri köylülerinden her yıl 
			Çukurova’ya yüzlerce inenlerden. Dutlu Han, Boklu Han, Saathane’nin 
			oradaki hanlar... Bunların mekanları oralar. Ekmek peynir, ekmek 
			turşu, ekmek helva. Ama çok tutumlu insanlardır ha, cin gibi! Neyse 
			bu Nedim de onlardan işte. O zaman malum ya, Ermeniler, Rumlar 
			ticareti ellerine almış, Osmanlı’yı veryansın soyuyorlar. Derken 
			Sultan Hamit’i indiriyorlar. Meşrutiyet. İttihat ve Terakki. Milli 
			zengin yetiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri. Bu Nedim’in 
			patronu çorbacı da Ermeni ya, kaçacak Türkiye’den” (Orhan Kemal, 
			2007; 97-98). Batı Anadolu ve Karadeniz kıyısından sonra üçüncü 
			önemli ticari tarım bölgesi olan Çukurova’da savaştan önce Ermeni 
			çiftçiler önemli bir role sahipti, 1915’e kadar servetleri artmıştı. 
			Savaş sırasında Suriye’ye kaçmış olan Ermeniler 1920’de Fransızların 
			koruması altında geri döndüklerinde yerel milislerin güçlü 
			direnişiyle karşılaştılar. Zamanla Ermenilerin iktisadi varlıkları 
			da Türk toprak sahiplerine, tüccarlara ve ihracatçılara devredildi 
			(Keyder, 1990; 78). Bu el değiştirmeler yaşanmasına karşın, 
			Adana’nın ekonomide dikkat çekici biçimde sanayi bölgesi haline 
			gelmesinde ve uluslararası pazara yönelik sanayi ham maddesi olarak 
			ekilen pamuk ve pamuğun yan ürünlerinin (yağ, sabun, iplik, elyaf, 
			tekstil) Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutmasında herhangi 
			sapma görülmez. Ama anlamlandırmakta zorlandığım bir olgu önüme 
			dikiliyor Orhan Kemal’in aynı romanında: 
			“Zenginlik buydu. İnsan topraktan şaşmayacak, toprağa, uçsuz 
			bucaksız toprağa sahip olacaktı. Evet, fabrika da topraktan geri 
			kalmazdı ama, hayır toprak başkaydı. Fabrikalar, vaktiyle Ermeniler, 
			Rumlardan kalmıştı. O devirlere yetişenler, “Nedim Ağa gibi” açıkgöz 
			davranıp oturmuşlardı üzerine. O yağmadan hissesine düşeni 
			alamamıştı. Ne yapacaktı? Pamuk tüccarlığı, evet ama, hayır, asıl 
			topraktı, toprak! Koskoca Nedim Ağa gibi öteki fabrikatörler de 
			neden toprağa heves ediyorlardı?” (Orhan Kemal, 2007; 215-216). 
			Evet, neden? 
			Çukurova “zengin Ermenilerin ticari tarım amacıyla toprak satın 
			almalarıyla birlikte 20. yüzyıl başlarında yeniden önem kazandı” 
			(Keyder, 1990; 113). Doğan Avcıoğlu’na göre, 1913 yılında çıkan 
			kanunla Türk toprak hukununun geleneksel esaslarına son ölüm darbesi 
			indirilmiştir. Yeni arazi düzeninin getirdiği daha büyük bir tehlike 
			Ömer Lütfi Barkan’ın deyimiyle, “memlekette garp kapitalizminin 
			mümessili sıfatiyle zenginleşen ve parayı elinde tutan Rum ve Ermeni 
			sarraflardan gelmekteydi. Toprak alış-verişinin kayıtsız şartsız 
			serbest olduğu bir düzende, Rum ve Ermeni sermayedarlar, köylünün 
			güçsüzlüğünden yararlanarak çok kısa sürede geniş araziler ele 
			geçirebilirlerdi. Bu yolda bir gelişmenin başladığına da şüphe yok. 
			XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve Kurtuluş Savaşımıza kadar 
			süren kanlı boğazlaşmalarda, yeni toprak düzeninin paralı Rum ve 
			Ermenilere sağladığı olanakların yarattığı tepkinin azçok payı 
			bulunsa gerektir. Prof. Barkan’a göre “küçük çiftçi kitlesini 
			proletaryalaştıracak” biçimde, “bu kuvvetlerin işlerini 
			tamamlamalarını siyasi birtakım hercümerçler” engellemiştir 
			(Avcıoğlu, 1978; 171-172). Bu gelişmeler köylünün mülksüzleşmesini, 
			proleterleşmesini dizginliyor. 
			Benim anlayamadığım, 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Batılı 
			anlamda olmasa da, gayrimüslimlerden oluşan bir “burjuva” kesim var 
			idi, ki bu kesimin karakteristiği “burjuva” değil, gayritürk ve 
			gayrimüslim olması idi –not ediyorum (-bugün itibariyle gayrimüslim 
			değil, gayri-Müslüman olmaları karakteristiği). Biz Cumhuriyete o 
			“burjuva”larla neden girmedik? Tasfiye ettik? Biz mi ettik? (Hem 
			“biz” kimiz?) Neden? (Hüsamettin Tambay Albayım, sanırım bu sorunun 
			cevabını büyük Türk düşünürü Süleyman Demirel biliyor.) Muhtemelen 
			yeterince “burjuva” değillerdi. Tamam ama, sonrakiler yeterince 
			“burjuva” mı idiler ki? Hayır.  
			Doğan Avcıoğlu, “Türkiye’nin kapitalist gelişmeyi 
			gerçekleştiremeyişi, milli devletin yokluğu ile açıklanamaz” 
			dedikten sonra şöyle diyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nda, azınlıklar 
			meselesinin bir özelliği vardır. Rumlar ve Ermeniler, Türkiye’de 
			Avrupa’nın siyasi ve iktisadi alanlardaki tahakküm politikalarının 
			araçları olarak kullanılmışlardır. Azınlıkların varlığı, bu anlamda, 
			dolayı yoldan, Türkiye’nin kapitalist gelişmesini engellemiştir” 
			(Avcıoğlu, 1978; 104). “Osmanlı’da Burjuvazinin Oluşumu” adlı 
			çalışmamızda Ermeni katliamı ve Rum mübadelesinin kapitalist Avrupa 
			tarihinin bir parçası olarak modernitenin ve demokrasinin gereğince 
			gerçekleştiğine daha önce değinmiştik (Bingül, 2007a). Özetleyin: 
			Batı kapitalizmi kendinin rakibi gördüğü ‘Osmanlı Burjuvazisini’ 
			tasfiye etmeyi uygun gördü. 
			Bir ülkenin dış dünya ile kurduğu iktisadi, siyasi, tarihi vb. tüm 
			ilişkilerinin o ülke üzerinde doğrudan etkide bulunduğunu görüyoruz. 
			Çukurova bölgesinde vuku bulan çalışma ilişkileri ve buna bağlı 
			olarak gelişen hayat dışsal dinamiklerin, siyasi, tarihi ve iktisadi 
			ilişkilerin ördüğü bir bütün içinde tamamlamamız gereğinin güzel bir 
			örneğini sunuyor. 
			Bu tarihte bi bit yeniği var amma... Kürsü akrobatı tarihçiler, 
			kalemleri bağlı bu nezaket virtüözleri bunu bilmiyorlar mı? Bence 
			eşşecim gibi biliyola, biliyola da söylemiyola. Kiraz 
			festifallerinde halka tarih açıklanı mı be? Ben tarihçi olmadığım 
			için, bilmiyorum. Tamam. Amma velakin, ben de yazdıkça, her şeyin 
			yazılamayacağını, yazılsa da gazete, dergi, kitapevi müdürleri 
			tarafından basıl(a)mayacağını öğreniyor, işinin erbabı bir dansöz 
			gibi kalem erbabı olmak gerektiğini her geçen gün kavramam, kıvırmam 
			gerektiğini öğretiliyorum... Ahhh, ah. Git başımdan tarih, ben sana 
			göre değilim yazı. 
			1950’lerde yaşanan hareketlilik girişimciler için tamamen yeni bir 
			boyut taşıyordu. Bugünkü Türkiye’nin en nüfuzlu sanayicilerinin 
			çoğunun iş hayatına atıldıkları ya da asıl birikimlerini 
			sağladıkları dönem 1950’lerdir. Önde gelen sanayi kuruluşları içinde 
			pek azının tarihi 1950 öncesi döneme uzanır. Bugünkü sanayi 
			burjuvazisi içinde yer alanların bazıları tarımdaki dönüşüm 
			sayesinde birikim yapabilmişlerdi. Bu yolun örnekleri en çok 
			Çukurova bölgesinde görülebilir. Tarıma traktör girdiğinde pamuk 
			yetiştirilen topraklarda ortakçı kiracılık yaygın durumdaydı. El 
			koydukları topraklara Cumhuriyet’in ilk yıllarında resmen sahip olan 
			büyük toprak sahipleri ile ekonomi dışı baskı yoluyla ortakçıları 
			yerlerinden edip topraklarını çitleyenler için makineleşme eşi 
			bulunmaz bir fırsattı. Çitleme diğer bölgelerde yaygın bir biçimde 
			görülen bir olay değildi. Pamuk tarımında sadece mevsimlik işçiye 
			ihtiyaç duyulduğundan çitleme hemen bol kazançlar sağladı ve 
			1950’lerde bir tek hasatla servetler kazanıldı. Bölgenin merkezi 
			olan Adana’nın nüfusu 1950’lerde iki kat arttı. Bu dönemde 
			Adanalılar hızla zenginleşen şehirlere özgü davranış biçimleri 
			gösteriyordu. Cadillac sayısının Amerikan şehirlerinden daha yüksek 
			olduğu belki de doğruydu. Büyük toprak sahipleri arasında daha 
			başarılı olanları pamukçuluktan çırçır fabrikalarına, iplik 
			sanayiine, tekstil işine atladılar. Çukurova örneği benzersiz bir 
			örnekti. Türkiye’nin başka hiçbir bölgesinde, tarımsal artık bu 
			boyutta ilkel birikim sağlayacak ve ticarete böyle fırsatlar verecek 
			ölçüde yoğunlaşmamıştı (Keyder, 1990; 113-114). Orhan Kemal’in neden 
			Bursa yada İzmir’den değil de Adana’dan çıktığı sorusunun yanıtı 
			kısmen buydu. 
			1950’ye kadar Adana’da sanayie egemen iki şirketten biri Sümerbank, 
			öbürü, Orhan Kemal’in bir süre katiplik yaptığı Milli Mensucat 
			Şirketi’dir. Daha sonra ortaklıktan ayrılacak olan 
			Ramazanoğulları’ndan Kemal Bey dışında tümü Adana’ya yerleşmiş 
			Kayserililer tarafından kurulan bu Milli Mensucat Şirketi Adana ve 
			Türkiye sanayi tarihinde özel sektör olmasıyla önemlidir. Yanısıra, 
			bu şirketin ve bu Kayserililerin 1948 yılında kurduğu Adana’daki 
			Kayserililer Bankası, nam-ı diğer Akbank kurulur. Sabancı ve Has 
			ailelerinin bugün kurdukları üniversiteler, müzeler, sanatsal 
			aktiviteler, bilimum hayır ve kültürel faaliyetleri, sponsorlukları 
			ile tanıyoruz.  
			B. Traven Meksika/Amerika’daki “Pamuk İşçileri”ni (Traven, 1968) 
			yazdı. Çukurova Türkiye’sinde bunlar olurken Orhan Kemal pamuk kadar 
			ak olmayan kan kırmızısı “Kanlı Topraklar”, “Bereketli Topraklar 
			Üzerinde” adlı romanlarını yazdı. Gorki fırın işçilerini, Robert 
			Tressell “Baldırı Çıplak Hayırseverler” (Tressell, 2006) adlı 
			romanında İngiliz inşaat işçilerini yazdı. E. P. Thompson artık 
			klasikleşmiş “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu”nu (2004) yazdı. E. 
			Thompson’un bu dev eserinde tasvir ettiklerine baktığımızda, coğrafi 
			bağları bir hayli gevşek olan son derece yerel bir dizi olay 
			anlatısından ibaret olduğunu görüyoruz. “Oldham, Northampton ve 
			South Shields’ta (hatta Colmar, Lille, Minneapolis, Mobile ve 
			Lowell’de) sınıf yapısı, bilinci ve siyasetinin çok farklı 
			şekillerde inşa edildiği aşikardır. Bu da, ulus-devlet içerisinde 
			coğrafi farklılıkların, birçok araştırmacının itiraf etmek 
			istemeyeceği kadar önemli olduğunu gösterir” (Harvey, 2008; 78). 
			Orhan Kemal Türkiye’sinde pamuğun hikayesinin, özetleyin, hem 
			yerelin siyasi tarihi hem de serpilen dünya siyasi tarihiyle iç içe 
			dokunduğunu unutmadan, Traven, Tressell, Gorki, Orhan Kemal vd.nin 
			edebiyatında bir çokluk’un vücut bulduğunu belirterek geçici bir 
			nokta koyalım. 
			GÖNDEREN İLYAZ BİNGÜL ZAMAN: 08:31  
			ETIKETLER: ORHAN KEMAL, TÜRK EDEBITATINDA İŞÇI   |