| 
			  
  
			Babam, “Ama ben babamı 
			asıl ‘fırka’ mücadelelerinde tanıdım” diye yazdığı “Baba Evi” 
			kitabını okuduğumda, bu soru aklıma takıldı. Ben babamı ne zaman 
			tanıdım? 
  
			
			  
			Hiçbir kardeşime nasip 
			olmayan bir kayıta sahiptim. O da 1 Kasım 1957, Cuma günü saat 22.00 
			de tuttuğu günlüğüydü: 
			Kemali koşa koşa 
			geldi, müjdeyi verdi. 
			Oğlan olmuş. 4 kilo 
			200 gr. 
			Demek doğum tarihi şu 
			saati saatine: 
			1 Kasım 1957 Cuma 
			gecesi saat 10 (yarım saat önce doğmuş). Adını Işık koyduk. 
			Kemali, “Ağzına 
			s……..n! dedi. Niye kız olmadı! 
			Bence oğlan kız fark 
			etmez. 
			Kemali boyuna, “Kız 
			olsaydı, kız olsaydı” deyip duruyor. İlk azarı yedi: 
			“Kemali bitsin artık 
			bu dırıltı! Aaa!! 
			1957 Türkiye’sinin 
			“Pahalılığı” ile alay eder gibi dördüncü çocuk babası olarak yeni 
			güne giriyorum. Hayırlısı. 
			Doğumumdan üç ay sonra 
			evdekileri bağırtılarımla öyle bıktırmışım ki, babamın kadim dostu 
			Fikret Otyam’a yazdığı mektup da şunları yazıyordu: 
			Analığın ne zor şey 
			olduğunu ben bu son sıpadan sonra büsbütün anladım. Gecenin saat on 
			birinde başlıyor zır zıra. Keyfine kalmış artık ondan sonrası. On 
			iki, bir, iki. Bugün sabaha kadar uyumadı p……k. Sanki büyüyünce 
			başımıza tüy dikecek (Bu tüy dikmek sözü de bir tuhaf. Çok mu lazım 
			sanki? 11.2.1958. 
			Unkapanı’nda doğduğum 
			evdeki odasında çalışmasını anımsıyorum. Bir masa, yatak, kitapların 
			dolu olduğu kütüphane ve dolap. Ve sesini bugün dahi unutmadığım, 
			bizim karnımızın doymasında babama aracılık eden o muhteşem makine. 
			Daktilo makinesi… 
			Yazarken parmaklarının 
			rüzgârlaştığı, bir başka insan olduğu, heyecandan dünyanın 
			silindiği, yarattığı dünya ve kendisinin baş başa kaldığı yazı 
			makinesi. Yıllar sonra o daktiloya baktıkça gözümün önünden geçen 
			babamın silueti. Küçüklüğümde sorarlardı, “Oğlum baban ne iş 
			yapıyor?” Onun ne yazdığından haberim olmadan, sadece seslerin 
			ritmine bakarak söylerdim, “Babam dıgı dık, dıgı dık yapıyor!”. Bu 
			seslerle uyudum, uyandım. Büyüdüm. Yıllar sonra daktiloda yazarken o 
			sesleri ben de çıkardım. Güldüm. Anılara dalıp gittim. 
			Hele bayram sabahları. 
			İhtiyaç varsa alınmış yeni bir çorapla uyunan, sabah kalkıldığında 
			çorabı giyecek olmanın verdiği mutluluk. Bayramlaşma sırasında 
			babanız tarafından verilen küçücük bir para ve onunla almayı 
			düşündüğünüz çikolata. Genelde annemin dağıttığı çikolatayla 
			yetinirdim. Bayramda misafir gelecektir, onlara da kalsın 
			düşüncesiyle fazla vermediği, içinizin çektiği fakat korkunuzdan 
			daha fazlasını isteyemediğiniz çikolataya hasret bir bayram günü. 
			Ama ben bir yolunu bulmak için babama sığınırdım. Annemi ona şikâyet 
			ederdim. Beni dinler, kıramazdı. Sanıyorum çocukları çok sevdiğinden 
			hiçbirinin üzülmesini istemezdi. Beni peşine takar, annemin 
			sakladığı çikolataları bulur, verirdi. Kızarmış, kavga edermiş 
			umurunda olmazdı. 
			Vazgeçilmez çikolata 
			arzum, yıllar sonra okuduğum “Çikolata” öyküsünde karşıma çıkmıştı. 
			Olanağı olduğunda getirdiği gofretleri yediğim gibi, babamın beni 
			izlediğinden habersiz ziyan olmaması için büyük bir hazla çikolata 
			bulaşmış parlak kâğıdını da yalardım. O öyküsünde kendimi bir an 
			için gördüm. Yoğurtçunun kızı da kâğıdı aynı şekilde yalıyordu. 
			Zaman zaman kapı çalışını 
			anımsıyorum. Şayet işleri iyi gitmiş, umduğu yerlerden parasını 
			almışsa, evin sokak kapısı şenlikli çalınırdı. İçeri girdiğinde ise 
			herkese takılır evde kahkaha eksik olmazdı. Tersi olursa, kapı 
			şiddetli çalınır, içeri girdiğinde bir öfke bulutu eve dolar, 
			dokunulsa hemen patlamaya hazır barut fıçısı gibi dolaşırdı. 
			Saklanırdım. Görünmez olurdum. Annemle kavga etmemelerini isterdim. 
			Ama bu kızgınlık uzun sürmez. Bir süre sonra hava yumuşar, babam 
			eski haline dönerdi. 
			Bazen iki bisküvi arasına 
			lokum koyardık. Ne keyifli olurdu yemesi. Şam fıstık fincanla 
			kardeşlere dağıtılırdı. Kardeş payı yapardık. Kimseye bir hak 
			geçmezdi. Parası olduğunda, annemden çiğköfte yapmasını isterdi. 
			Genelde pazar günleri çiğköfte törenle hazırlanır. Ailenin bütün 
			fertleri zevkle yerlerdi. Ben sevmezdim. Yine babama nazlanırdım. 
			Kırmazdı. Köfteci Mustafa Amca’nın dükkânına gönderir, köfte yememi 
			sağlardı. Hâlâ köfte yemekten mutluluk duyarım. 
			Ve hapislik… Yıl 1966…Bir 
			gece yarısı eve birileri gelmişti. Her yeri didik didik aradılar. 
			Bir şeyler aldılar ve babamı da alıp götürdüler. Annem üzüntülü, 
			kardeşlerim perişan, ben ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. İlkokul 
			ikinci sınıfa gidiyordum. Annemin bir sözü aklıma geldi, “Babanın ne 
			iş yaptığını sorarlarsa, serbest meslek dersin!” Bu meslek nasıl bir 
			meslekti? Ne yapardı? Ne iş tutardı? Hiçbir zaman anneme soramadım. 
			Sadece dediğini yaptım. Babam kaç gündür evde yoktu. Birkaç gün 
			sonra babamı Sultanahmet Cezaevi’nde ziyaret ettiğimizde onu tel 
			örgülerin arkasında gördüm. Çok gürültü vardı, konuşulanları 
			anlamıyordum. Eve döndüğümüzde ise yiyecek yemek yoktu. Bazı günler 
			sadece kıvırcık salata, ekmek yiyerek o günleri atlatmaya çalıştık. 
			Bir gün babamdan bir mektup aldık. Beni ilgilendiren satırları 
			yıllar sonra daha iyi okuyunca babamı tanımaya başladım: 
			Karıcığım ve sevgili 
			çocuklarım, bugünkü gazeteler sizi dehşete düşürecek haberlerle dolu 
			ise de kulak asmayın. Hepsi mübalağalı. O kadar ki, dün 9.sulh ceza 
			hakimi bizi tevkife sebep görmemişti. Savcı usulen 3.asliye ceza 
			mahkemesine itirazda bulundu ve tevkif edildik. Bugün otuz avukat 
			vekâletimizi üzerine aldı. Ağır ceza mahkemesi nezdinde tahliyemiz 
			için yeniden müracaat edecekler. 
			Şunu kesin olarak 
			bilin ki, isnat edilen suç tamamiyle tertiptir. Her şey yakında 
			aydınlığa çıkacaktır. 
			Beyoğlu’ndaki 
			taksitçiye durumu anlatın. Merak etmesin. Paranız olursa şubattan 
			kalan 230 lira ile mart ayının borcunu ödeyin. 
			….. 
			Başkaca hepinizin ve 
			bütün dostlarımın gözlerinden öperim. Işıkçığım üzülmesin. Çıkınca 
			bisikletini mutlaka alacağım. 
			Evet, mutlaka alacağım 
			dediği bisikleti tam üç yıl sonra 1969 da almıştı. Çok sevinmiştim. 
			Hatta babama bisiklete binmesi için ısrar etmiştim. Lacivert ceket, 
			gri pantolonuyla bisiklete bindi. Onun bisiklete binemeyeceğini 
			düşünmüş olacağım ki, “Oğlum,” dedi, “ben bu bisiklete çok küçük 
			yaşlarda bindim. Merak etme düşmem!”Çocuğunun istediği herhangi bir 
			şeyi alamayan babaların çektiği sıkıntıyı şimdi çok daha iyi 
			anlıyorum. 
			Bu ve benzeri olaylar 
			aslında babamı tanımama yardım etti. Orhan Kemal Müzesi ile hem ben 
			onu daha iyi tanımaya başladım, hem de genç kuşaklara onun 
			iyimserliğini ve umudunu anlatmaya çalışıyorum. Nasıl yazdığını 
			kendi kaleminden öğrendim : “Okurlar meraklıdır. Haksız da 
			sayılmazlar. Ben masa başından çok, fazlaca gezer dolaşırım. Yani iş 
			masa başına geçip yazmaya kaldığı zaman mesele çoktan bitmiştir.” 
			Yazıda iki önemli 
			özelliğe dikkat çeker: “Öz: Niçin yazıyorum bu konuyu? Ne demek 
			istiyorum? Biçim: Nasıl söylemeliyim?” 
			Onu özümserken yaşamın 
			içinde olmanın ne kadar önemli olduğunu kendi anlatımından anladım:
			“Hasta, anormal, deli tipleri işlemek kolaydır da, normal hiçbir 
			göze batacak özelliği olmayan insanları yazmak zordur. Küçük 
			insanların, günlük ufak meselelerini okuyucuya anlatmak, 
			anlatabilmek çok zordur. Bunun için ayrıntıları layıkıyla 
			verebilmek, o tiplerin gerçek dünyalarında yaşamış olmaya bağlıdır.”
			 
			Babamın yapıtlarında 
			yaşadığı, gördüğü yerler ve oralarda gözlemlediği insanlar 
			mevcuttur. Yani hayatı onlar gibi yaşamış, acılarını onlar gibi 
			çekmiştir. Onları çok iyi tanımaktadır. Bir edebiyatçı dostunun 
			dediği gibi Orhan Kemal bize üç şey getirmiştir: Kinsiz, herkese 
			açık, cömert yüreğinden insan sıcaklığı; hayat serüveninden sonra da 
			kafasının ışığından bilinç; insana olan sonsuz güveninden de umut. 
			Ben babamı artık çok iyi tanıyordum. 
			Yurtdışında da 
			tanındığını ve sevildiğini tanıştığım Tevfik Melikof’un anlattığı 
			bir anısından sonra daha iyi anladım: “Orhan Ağabey, 1969 yılında 
			Moskova’ya geldiğinde, ününü duyduğu Moskova metrosuna binmek 
			istedi. Aldım götürdüm. Metro istasyonunda bankta otururken, karşı 
			bankta oturan bir genç kızın kitap okuduğunu gördüm. Kızın okuduğu 
			kitap yeni çevirisi yapılan Orhan Ağabey’in “El Kızı” kitabıydı. 
			Bunu kendisine söyledim. Çok heyecanlandı. Kalktım kızın yanına 
			gittim. Kız kendisine kur yaptığımı sanarak önce çekindi. Konuşmaya 
			başladım, “Şu anda okuduğunuz kitabın yazarı karşıdaki bankta 
			oturuyor. Biliyor musunuz?” dedim. Kız kitaptan başını kaldırdı, 
			Orhan Ağabey’e bakar bakmaz bir sevinç çığlığı attı. Kalktı yanına 
			gitti. Sohbet ettiler ve kitabını imzaladı. Biliyor musun? O yıl “El 
			Kızı” kitabı yüz elli bin adet basılmıştı. Hepsi de satıldı. Orhan 
			Kemal Rusya’da çok iyi tanınmaktadır.” Son söz olarak bir yazarın şu 
			sözünü hatırlattı, “Bir ülkenin insanını tanımak istiyorsan, o 
			ülkenin gerçek edebiyat kitaplarını okuyacaksın.” 
			Orhan Kemal, çağımızın 
			insanı olmayı çoktan, hatta bizler uykudayken başarmıştır. 
			Hayatımıza çok şey katan, yaşamayı anlamlı kılan, önemli dersler 
			veren, bizi anlattığı kişi ve dönemlere zahmetsizce alıp götüren, 
			çok önemli hayat derslerini belli etmeden topluma ileten böyle bir 
			edebiyatçı babaya sahip olduğum için çok şanslıyım. Hayatını 
			insanlığa adayan tüm gerçek babalara selam olsun… 
			   |