| 
			 Haziran ayındaki vefat tarihleri 
			birbirinin peşi sıra olan iki değerli edebiyatçının dostluklarına 
			duyduğum saygı adına, üzerinde çalıştığım “Orhan Kemal – Eşe Dosta 
			Selam…” adını alacak olan mektup derlemesi kitabından alıntı yapmayı 
			düşündüm. Orhan Kemal’in Nâzım Hikmet’e yazdığı, şu ana kadar 
			bulabildiğim tek mektubu paylaşmak istedim. Mektup, Bursa 
			Cezaevi’nden 26 Eylül 1943 tarihinde çıktıktan üç gün sonra 
			yazılmış. Henüz özgürlüğü yeni yeni tadarken, kâğıdı kalemi alarak 
			dostuna hemen mektup yazması sevgilerinin ne kadar derin olduğunu 
			gösteriyor. 
			Orhan Kemal’in elli bir yıl sonra 
			bulduğum romanı “Yüz Karası”nda bir cümle dikkatimi çekti, “Hayat, 
			herkesin katıldığı başsız sonsuz bir koşudur…”. Hepimiz süresi 
			belirsiz olan hayat koşumuzda kısa veya uzun yol alıyoruz. Halkının 
			daha iyi yaşaması için mücadele vermiş, gereğinde bedel ödemiş, 
			toplumun yapıtları ve duruşları nedeniyle “yazar gibi yazar” unvanı 
			verdiği iki görkemli edebiyatçımız hem yol almış hem de kalıcı 
			olmayı başarmıştır. İki önemli edebiyatçımıza sahip olmamız bana 
			sevdiğim şu cümleyi anımsattı, “Büyük edebiyatçıların milliyeti 
			olmaz. İnsanlığın büyük edebiyatçılarıdır onlar.” Onlarla bir kez 
			daha gurur duydum. 
			Evrensel edebiyatçılarımızı ölüm 
			yıldönümlerinde sevgiyle anarak, Orhan Kemal’in mektubunu sanata 
			saygılı, iyi yürekli dostlara sunuyorum… 
			 
  
			
			Adana, 29/9/943 
			
			Üstadım, 
			 
  
			
			Bugün şimdi şu anda, şu satırları yazarken, evde, evin damındayım. 
			Önümde Adana’nın en işlek caddesi. Yollar dehşetli kalabalık. Hava 
			müthiş sıcak. Ama bildiğin gibi değil. Hani elli ikinci koğuşta en 
			sıcak ayların, tahtakurusu dolu, insanı boğan geceleri vardır; aynen 
			öyle. Gecelik entarimin altındaki çıplak bacaklarımı birbiri üstüne 
			attım. Aradan dakika geçmedi, ılık ve sinirlendirici bir ter yapış 
			yapış sıvandı... 
			
			Evet, memleketimde, bir zamanlar dehşetli sevdiğim arkadaşlarımın 
			kokladığı havayı koklar gibi, kelepçesiz bir hürriyetle kokluyor, 
			önümden akan insan seline bakıyorum. 
			
			Kimler ve neler geçiyor! Tesadüf, en sevdiğim, vaktiyle en çok 
			şakalaştığım ve sohbetlerinden en hoşlandığım birkaç sabık dost 
			geçiyor. Ufak bir işaret, hafif bir çağırış onları bana baktırmaya 
			kâfi. Fakat, fakat üstadım hayır.. Olmadı, olmayacak.. Onları 
			çağırmak, yani, “Ey eski dostlar! Ben geldim.. Bakın ben artık 
			hürüm! Bakın burada oturuyorum.. Beni ehemmiyetle, bilhassa 
			ehemmiyetle tebrik etsenize...” falan gibi tuhaf bir anlama 
			geleceğinden korkarak onları çağırmıyorum. Eskiye nazaran herhalde 
			müthiş bir farkla yükselmiş bir izzeti nefis, bir gurur, bir 
			“aranılmayan insanların” küskünlüğü içinde bütün bu hay huydan, 
			bütün bu bir alay eski dost grubundan kaçıyorum. Emin ol, senin 
			yokluğunu müthiş bir yara acısıyla içimde taşıyorum ve uzun seneler 
			de taşıyacağım. Sen yalnız imanlı bir sanatkâr değil, hepsinden daha 
			fazla insandın, dosttun.. Senin büyük dostluğunu senden ayrılmakla 
			bütün realitesiyle duyuyorum. Bazen sükut en beliğ ikrar veya ifade 
			tarzıymış. Susacağım üstadım, seni hapishane duvarları arasına 
			bırakmak azabının bütün ıstırabını işte çekiyorum. 
			
			Evimizin damı -ki benim şimdi oturmakta olduğum yer- dar bir sokağa 
			baktıktan sonra, hemen solda mütemadiyen insan akıtan ve keyfince 
			bütün ikinci sınıf vilayetlerde müşterek olan kıyafetleriyle akan 
			insanların caddesine nazır. Karşı kahvede bir polis oturuyor. Bu 
			adam, hayatımdaki bir hadiseyle ayrıntılı alakadar olmuş bir 
			insandır. Şu, hani bir tarihte intihar etmek maksadiyle kendimi 
			vurduğum gece önüme çıkıp, “Be birader, kendini öldürmek istiyorsan 
			elektrik tellerine tutun!..” diyen adam. Her polis gibi, yalnız 
			dakikalarla beraber akan hadiselerle alakadar olup, bilhassa maziyi 
			pek az düşünen bir polis şüphesiz. Benden haberdar bile değil. 
			Hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor bir arabacıya. 
			
			Karşıda, eczanenin köşesindeki hoparlör baso sesiyle bana 
			mütemadiyen Bursa hapishanesini hatırlatmakta. 
			
			Neyse Nâzım Hikmet... Bu sırada kardeşim geldi. Elinde bir şişe kırk 
			dokuzluk... Karım, kız kardeşlerim dama oturduğumuz yere masayı 
			hazırladılar ve biz iki kardeş sofrada oturan yakınlarımızın neşesi, 
			kahkaha ve konuşmaları arasında içtik. 
			Bu 
			satırları evimde yazıyorum. Evim bir tek odadan ibaret. Dayılarımın 
			büyük taş evlerinin bir göz odası. Mobilyamız hiç de fena değil: 
			Üstü iyi bir örtü ile kaplı bir sedir, yanında beyaz bir karyola, 
			üzerleri pötikare bez geçirilmiş minderleriyle iki tahta iskemle ve 
			bir halı -bu henüz yere yayılmadı- iki kilim, saat, bazı resimler, 
			senin yağlı boya yaptığın iki köşe yastığın v.s. 
			Şu 
			anda ben karyolada oturuyorum. Karım karşımda, sedirin ucuna 
			ilişmiş, Yıldız’ın bayramlık entarisini yetiştirmeğe çalışıyor. Onu 
			bilhassa süsledim, mütemadiyen seyrediyorum. Bana beş senelik 
			ayrılığa dair hikâyeler anlatıyor ve soruyor: 
			
			-Raşit, Nâzım ağabeyime ben mektup yazmıyayım. Sen yaz. Benim yazım 
			iyi değil. 
			
			Israr ediyorum. Razı oluyor. Tekrar soruyor: 
			
			-Peki ne diyeyim? Ağabey mi, amca mı? 
			
			-Ağabey! de. 
			Tam 
			bu sırada kızım, örme sepetten arabasını iterek karyolama yanaştı: 
			
			-Haydi baba araba geldi.. 
			
			-Mektup yazıyorum kızım.. Beklesin azıcık arabacı! 
			Ve 
			arabasını sürüp ayrılırken: 
			
			-Peki babacığım, diyor. Yarım saat sonra gelir araba! 
			
			Tabii anladın; arabacılık oynuyoruz kızımla. Onu çok seviyorum. Öyle 
			zeki ve öyle güzel ki... Bugün saat öğleden sonra ikiye kadar pek 
			resmiydik.. Az evvel ona hareketinde tam bir serbesti verdim. Şimdi 
			bülbül oldu. Mesela Yıldız sordu annesine:  
			
			-Anne elmanın içine kurt nereden gelir? 
			
			Annesine meydan vermeden izah ediyorum -bilhassa izah ediyorum- ve 
			ona bir büyük insan muamelesi yapıyorum: 
			
			-Dinle kızım! Elmanın bir tarafı çürür, çürüyen tarafında kurt 
			olur.. 
			Ona, 
			elmanın bünyesindeki yıpranmanın biyolojide, bilmem ne lojide 
			izahını yapamam elbette. Tabii bu “elmanın çürüyen yerinde kurt 
			olur” sözünü, iri kahverengi benekli gözlerini açarak ve büyük bir 
			dikkatle dinliyor. Fakat tatmin olmadığı belli. 
			-Ben 
			kurt nasıl girer diye sordum, babacığım? 
			
			Demek istediği ve benim de cevabımın kifayetsizliğini, cahilliğimi 
			yüzüme vuracağıydı. Fakat hâlâ bütün laubaliliğimize rağmen bir 
			hayli resmiyiz. 
			
			Velhasıl her an, her dakika onun zeki müdahalelerini, annesinin 
			lisanındaki düzeltmelerine ve yorumlarına şahit oluyor, gülüyordum. 
			
			Akşam indi Nâzım Hikmet. Mektubumu bu günlük kısa keseceğim. Yazacak 
			o kadar şey var ki sana her hafta neşeli mektuplar yazmağa 
			çalışacağım. Şimdi Yıldız’la annesine sana yazdığım mektubu okudum. 
			Neşe ve zevkle dinlediler. 
			
			Karım bir sürü roman okumuş. Hatta bunların isimlerini bir tarafa 
			yazmış. Hepsi de macera ve şu Esat Mahmut, Kerime Nadir v.s.’nin 
			romanları... Her ne olursa olsun... Bir defa roman okumaya heves 
			etsin, onlardan zevk almış ya... Mesela Kira Kiralina’yı da okumak 
			için başlamış fakat canı sıkılmış bırakmış... 
			İşte 
			böyle Nâzım usta... Müsaade et mektubumu bitireyim. Çünkü yarın 
			bayram, çarşıya gideceğiz. Biraz ufak tefek ve bu mektup işi var. 
			
			İplik meselesine -yani üç yüz elli lira meselesine- annem razı 
			olmakla kalmadı sana dua etti. Bu vaat beni bir hayli sağlam 
			vaziyete soktu. Yani: “hayatta dayanacağı olan” insanların gönül 
			rahatlığı ile başkalarından itibar görmek meselesi. 
			
			Diğer taraftan herhangi bir işe girmek mümkün olacak. 
			
			Arkadaşlara teker teker selamlar... Bilhassa Çorbacı’nın gözlerini 
			hasretle öper, yakın tahliyelerini beklerim. 
			
			Karım gene mektup yazmaktan vazgeçti. Kusura bakma. Sana ve Piraye 
			yengeye yazacak. Bu kadar az şey içinde öyle mesudum ki üstat... 
			Yalnız, evet yalnız seni orada, hapishanede düşünmek azabı! 
			Gözlerinden öperim büyük ve insan dostum. 
			 
  
			
			Raşit 
			   |