Orhan Kemal benim çocukluğumdur. Cümle budur, aslında gerçek de 
			budur. Tam Orhan Kemal’i okumaya başlamışken o gidiverdi. Çocuklukla 
			ilkgençlik arası hayli kitabını okumuştum yine de, onu sevecek ve 
			hayran olacak kadar zaman tanımıştı bana. O zaman da büyük yazardı 
			şimdi de büyük yazar. Tanıdıkça daha büyük yazar, ben büyüdükçe o da 
			büyüdü gözümde. Çok şey söyledim, hepsini tek tek açmak hayli sürer, 
			ama sözkonusu olan Orhan Kemal’se, adını tekrarlamak bile yeter 
			bence. Herkes onun iyiliğinde ve yapıtlarının iyiliğinde 
			birleşiverir hemen. Asl’olan da bana göre budur, iyi bir insan ve 
			iyi bir yazar ya da iyi bir şair olmak. Metni önemseyen ve önceleyen 
			bir okurum, şiirde de, romanda da, öyküde de. Ama bu hakikat 
			duygusunun iyilikle tezahür etmesini engelleyen bir şey değil, 
			olmamalı. İyi bir yazar, iyi bir şair, iyi bir insan olmalı, iyi 
			yürekli olmalı. Ya da benim sevdiklerim, okuduklarım öyle oldu ve 
			öyle olmalı. Çünkü onların sayesinde dünyaya ve insanlara iyilikle 
			bakmayı, iyi bakmayı öğrendim, iyiliğin her şeyden iyi olduğunu 
			öğrendim, öyleyse iyiliğin yerini hiçbir yazın kuramı, şiir kuramı 
			da tutamaz ve değiştiremez deyip öyle sevdim ben de o iyi insanları, 
			Yaşar Kemal’in söyleyişiyle ‘o 
			güzel insanlar’ı.
			
			 
			
			 
			
			Neden iyilikle başladım, çünkü her zamankinden daha fazla 
			ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum iyiliğe ve iyi örneklere, iyi 
			anılara, iyi zamanlara. Orhan Kemal’in yazdıklarının iyiliği kadar, 
			onların edebiyatta, şiirde yol açtıkları iyilikler de var, ve 
			kişisel olarak da bu iyiliklerin arkasında böyle iyi bir düşünce ve 
			onun da arkasında böyle iyi bir insan var. Bu çok etkileyici bir 
			şey,  herkes bundan etkilensin isterim.
			
			
			
			 
			
			Orhan Kemal Müzesi’ne giderseniz Cihangir’de, önünde de İkbal 
			Kahvesi var, meşhur, orada okuduğu kitapları, masasını, daktilosunu, 
			kırçıllı paltosunu, yıpranmış takım elbisesini, fötr şapkasını 
			görürsünüz, onların içini bir gülüşle doldurun, yoksulların onuru 
			olan iyiliğin bir adam suretinde belirdiğini göreceksiniz. Ben ne 
			zaman Orhan Kemal’i düşünsem, kendiliğinden bir gülümseme yayılıyor 
			yüzüme, ben de hissediyorum bunu, kimse sormadı şimdiye kadar ama, 
			ben söyleyeyim, o Orhan Kemal’i okumuş olmanın iyiliğidir. Orhan 
			Kemal’i çocukluğunda okumuş olmanın iyiliğidir, bir kez yüzünüze 
			onun gülümseme hali, içinize de iyilik hali olarak düşerse, artık 
			ömürboyu sizin bir çocukluk arkadaşınız olarak sizde yaşayacaktır. 
			Bende yaşayan Orhan Kemal benim çocukluk arkadaşımdır, o Adana’dan, 
			İstanbul’dan ben Eskişehir’den, bir de Romanya’dan bir çocukluk 
			arkadaşım var, Panait Istrati. Ben onların da kalem arkadaşı 
			olduğuna inanıyorum, duygu arkadaşı, yazı yoldaşı, iyilik kardeşi. 
			Onlarla çocuk oldum, onlarla büyüdüm ve onlarla çocukluğumu 
			hatırlamak ne kelime, hiç unutmuyorum. Orhan Kemal’in büyük iyiliği 
			budur, hatırlatmak bir yana, unutturmaz. Bana çocukluğumu 
			unutturmadı, yapıtları da Türkiye’deki sınıf gerçeğini, yoksulluğu, 
			işçi mücadelesini, ‘küçük’ 
			diye anılan emekçi yığınların büyük insanlığını hiç unutturmadı.
			
			 
			
			 
			
			Hemen tüm yapıtlarını okudum, Adana’da çırçır fabrikasında, 
			bereketli topraklarda, Çukurova’da yaşananları da, İstanbul’da 
			geçenleri de, yoksul göçmen kızların çalıştıkları fabrikalarda, 
			atölyelerde, mağazalarda başlarından geçenleri de, ırgatların, 
			marabaların, amelelerin, işsizlerin, küçük memurların çilesini de, 
			 onlardan bazılarının düzenle uyuşacağım derken yalnızca kendi 
			sınıfına karşı değil kendi ailesine bile rezil olma hallerini, 
			vitrinlere bakıp piliç dönere ağzı sulanan yoksul çocukların 
			gözlerindeki yakıcı özlemi de okudum, onların içerde yemek yiyen 
			adamı seyretmelerini, adamın rahatsız olup çocukları  o pilicin 
			hayalinden bile kovdurduğunu böyük bir gerçeklik duygusuyla, ama 
			büyük bir acıyla okudum, hepsini tek tek. O zamanlar düşünememiştim 
			ama şimdi bu yazıyı yazarken düşündüm, galiba ben bir Orhan Kemal 
			tefrikası okumuşum. Yani Nazım Hikmet, Orhan Kemal Bursa Cezaevine 
			komünist neşriyat ve Nazım Hikmet okumaktan düştüğünde, elinde 
			şiirleriyle geldiğinde, ona ‘boşver 
			bunları, sen roman yaz’ dediğinde 
			bir kez daha anladım ki ne isabetli bir yorumda bulunmuş! Tıpkı 
			Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı dev yapıtı 
			gibi, aslında Orhan Kemal’in de “Memleketimden 
			İnsan Hikayeleri” diye anabileceğimiz dev bir insan destanı 
			yazmasına vesile olmuş bu sözleri. Ölüm tarihleri de, güzel 
			Haziran’ın 2’si ve 3’ünde ard arda olan bu iki büyük yürekli iyi 
			insanı, iki ustayı birlikte anmak ve saygı duruşunda bulunmak için 
			büyük bir neden daha işte. Ve iyilerin iyilerle birlikte anılmasının 
			iyiliği var bir de. Panait Istrati’yle, Nazım Hikmet’le.
			
			 
			
			
			
			Şimdilerde ihmal edilen bir hususiyet değil iyilik yalnızca, 
			yazarlık için de kötü bir hususiyet sayılıyor! Ahmet Güntan’ın bir 
			yazısı vesilesiyle ben de ‘iyi 
			yürek’ başlıklı bir yazımda değinmiştim, sanılıyor ki iyi 
			bir insan olursan, iyi yürekli bir yazar olursan, iyi bir yazar 
			olamazsın! İyilik,, iyi bir yazar olmaya engeldir türünden bir 
			kötülük kol geziyor ne zamandır dünyada ve edebiyatta. O gezedursun 
			ama dünyadan da, edebiyattan da uzak dursun! Fakat tam tersinin 
			düşünülmesi de gerekmez mi, belki de tüm bu yapıtlar, Orhan Kemal’in 
			büyüklüğü de, o iyilikten çıkmış olabilir, o iyimser, sevgi dolu 
			bakıştan ve yürekten çıkmış olabilir, daha da öncesi, Orhan Kemal’in 
			dünya görüşünden çıkmış olabilir. Sosyalizmden çıkmış olabilir, 
			sosyalizmin iyiliği Orhan Kemal’in yapıtlarında tıptı olması 
			gerektiği gibi insanlara bir iyilik olarak ulaşmış olabilir. Yani 
			sosyalizm Orhan Kemal’in romanlarında gerçekleşmiş olabilir. Bu 
			düşünülmeli. Hümanist temelli bir edimin sınıfsal bir niteliğe de 
			bürünerek, yani sosyalizmle de tanışarak, onun da iyilğiyle bir 
			sınıf iyiliğine dönüşmesinden niye söz edilmiyor? En saf haliyle, en 
			naif haliyle olsun, nasıl olursa olsun, sosyalizm de insanın en 
			yalın haline, kaybettiği ve şimdi aradığı ilk haline, tekrar 
			kavuşması değil midir? Hepimizin süslerimizden arınarak yalın 
			halimizle, gerçeğimizleş dünyanın bizim için olduğu bilgisiyle daha 
			iyi bir yaşam sürmemizin yolu değil midir? Kısacası, sosyalizm bir 
			iyilik yolu, iyilik biçimi değil midir? Bence Orhan Kemal’in bildiği 
			budur, ve yapıtları da bu iyiliğin sırrına varmış olmanın yetkin 
			örnekleri sayılır. 
			
			 
			
			 
			
				Ama ben onu Maksim Gorki’den çok Panait 
				Istrati’ye yakın bulurum, belki aynı zamanda okuduğumdan, belki 
				benim ruhuma daha iyi geldiğinden her ikisi de. Sonraları şiirle 
				tanışınca da onun tıpkı Orhan Veli ve arkadaşlarının “Garip” 
				akımı gibi, küçük insanın dertlerini şiir yoluyla anlatmak, 
				yalın, süssüz bir sanat yapmak ve içine biraz da diyalektik 
				olarak diyelim, mizah unsuru katmak. Ki zaten bu o insanları 
				anlatmaya başlayınca doğal olarak beliren bir duygudur, gülmece 
				duygusu. Orhan Kemal de romanımızın, hikayemizin “Garip”i 
				sayılmaz mı? Hem yaşamı hem de Cemile’sinden Filiz’ine, 
				Murtaza’sından El Kızı’na kahramanları, karakterleri de birer 
				‘Garip’ değil midir? Yalnızca ‘Garip’ değildir ama onlar, aynı 
				zamanda daha sonra İkinci Yeni’nin ‘papaz’ı 
				Ece Ayhan’ın bir başka ‘garip’ 
				şiirlerinde de karşımıza çıkarlar, Sirkeci’nin ara sokaklarından 
				adı kötüye çıkmış semtlerine kadar İstanbul’un her yeri onların 
				zayıf iyilikleriyle ezilmeleriyle dopdoludur. Orhan Kemal’in 
				sözcükleri onların elindern tutmuştur. Bir yazarın halk yazarı 
				olması biraz da budur, brinin elinden tutmak, birinin gözlerinin 
				daha çok dolmasını önlemek, birinin yüreğini yatıştırmak, 
				birinin gözlerinin sevinçle gülmesini sağlamak. Ve elbette bir 
				büyük iyilik olarak kendisini okuyan herkesin gönlünü 
				doldurmak... Ahmet Güntan Esrariler (YKY) kitabında bu iyiliği 
				şöyle anlatıyordu: “Denir 
				ki Orhan Kemal iyi yürekli olmasaydı belki de iyi bir yazar 
				olurdu, yani iyi yürek, iyi yazarlığa engel. Tuhaf değil mi? 
				Halbuki iyi yürek, iyi yazar için şarttır. İyilikten en uzak 
				günde bile yazar iyiliği dile getiremiyorsa kendi savaşını 
				kazanamamış demektir, zekasına yenik düşmek hiçbir büyük yazarın 
				gururu kırılmadan becerebileceği bir iş 
				değildir.
....
İstanbul'a Vefa'dan giren Siirtli kürt arap 
				çocuklar, Gaziosmanpaşa'daki Akmerkez Mass Plaza, otoban 
				kenarında bir arabaya altı kişi tıkışıp bira içenler, 
				Çarşamba'da İsmail Ağa Camii'nden dağılan öyle o cemaat, 
				Akmerkez'in üst katında bir çayla saatleri dolduran 
				Gaziosmanpaşalı gençler, hepsi bugün zekasını yenmiş, iyi kalpli 
				iyi bir yazarı bekliyor." 
 
			
			 
			
			
			
			Bunları okuyunca Behçet Necatigil’in şiiri geliyor akla doğal 
			olarak. “Orhan 
			Kemal”başlıklı bu şiirin son bölümü: “bir 
			nutuk çekti uzun,/
dünyadan habersiz serseri/cıvık gözlerinde 
			parıltılar:/
"ne işin var senin burda gece vakti?"/
ablan güzel mi? 
			yok para!al karamelanı,/
"çek git!" dedi.duydum hepsini/yazmaya 
			orhan kemal olacaktı.”
			
			 
			
			 
			
			
			‘Yazmaya Orhan Kemal olacaktı!’ Galiba 
			Ahmet Güntan’ın söylediği, benim de katıldığım ve tabii Necatigil’in 
			ta 1973’de dile getirdiği özlem de gerçek de bu. Böyle anılmak da 
			iyiliğe sayılır, tıpkı Aziz Nesin’in anılma biçimi gibi, ‘tam 
			Aziz Nesin’lik’dediğimiz şeyler gibi.
			
			 
			
			 
			
			İnternette Orhan Kemal’le ilgili bilgilere bakınırken şöyle bir 
			cümle gözüme çarptı: ’40 
			yıldır roman yoksulların semtine uğramıyor!’ Yani, 
			Orhan Kemal gittikten sonra kimse yoksulları yazmadı! Evet, ağır ama 
			doğru bir yargı. En son Latife Tekin’le uğramıştı roman yoksulların 
			semtlerine de, düşlerine de,  evlerine de diye hatırlıyorum. İyi 
			romancıların arasında başka bir isim de gelmiyor aklıma doğrusu. Hem 
			onların semtine uğrayacak, daha doğrusu onlardan biri olduğunu hiç 
			unutmayacak ve onları hiç terk etmeyecek kadar iyi bir yazardı, 
			iyilğin yazarıydı Orhan Kemal, hem de hikayeye de romana da, 
			postmodern bir tavırla yalnızca bir ‘metin’ olarak bakılmaya 
			başlandığı uzun yıllardan beri de unutula, ihmal edilen bir şeyi 
			hakkını vererek yazardı. Karakterlerini konuyştururdu, bol bol 
			diyaloga yer verirdi, hem onları öyle bir konuştururdu ki, galiba bu 
			konuda Türkçe romanın iki büyük ustasından biridir, diğeri Kemal 
			Tahir. O nasıl Çorum ağzyla uzun uzun konuşturduysa kahramanlarını, 
			Orhan Kemal de hem yöresel ağızlarla birbirinden farklı hem de pek 
			çok kahramanını konuşturdu, böylece onların içlerini dökmesine de 
			vesile oldu, hem de bunu bir halk yazarı olduğu için öyle doğallıkla 
			yaptı ki, bir an okur olarak bizler de kendimizi romanın içinde 
			buluverdik. Şimdilerde ‘interaktif’ 
			dedikleri şeyi de 50 yıl önce gerçekleştirmiş oldu Orhan Kemal. O 
			capacanlı diyaloglarını okurken bazen taraf tutup, bazen kızıp, 
			bazen üzülüp, müdahale etmek gerektiğini hissettik, yüksek sesle 
			düşüncemizi söyleyivrdik, daha şaşırtıcı olanı da romandan ya da 
			hikayeden de ses gelmesi, bize cevap vermesiydi o kahramanın. 
			Abarttım ama neredeyse böyle bir şeydi, böyle bir duyguydu, böyle 
			bin heyecandı Orhan Kemal okumak. 
			
			 
			
			 
			
			İyilik bir vicdan işidir elbette. Ya da ikisi de aynı anlamın iki 
			kardeş sözcüğüdür, biri içimizdir biri dışımızdır diyelim, Orhan 
			Kemal içi dışı bir büyük bir iyiliğin yazarı olarak hep vicdanıyla 
			yaşadığı için içi vicdan, dışı iyilik olarak yapıtlar verdi ve onlar 
			vicdan sahibi olan herkesin gönlüne girdi, o yüzden de unutulmaz 
			Orhan Kemal. Şimdi solda, hayatta, Türkiye’de Orhan Kemal gibi büyük 
			yazarların eksikliği çekiliyor, ihtiyaç duyuluyor ona. Gözümün 
			önünde şöyle bir hayal canlanıyor. Şimdi seçimler var, bir an 
			Aybar’ın TİP başkanı olduğu 1965 seçimleri geliyor aklıma, Mehmet 
			Ali Aybar yine başkan olmuş, güleryüzüyle, güleryüzlü sosyalizmiyle, 
			Orhan Kemal de Aybar’ın yanında yoksul bir semtte mitingde konuşsa, 
			yanında da tüm roman ve hikaye kahramanları, aklınıza kim geliyorsa, 
			Adana’dan, Çukurova’dan, çırçır fabrikalarından, pamuk, çeltik, 
			pirinç tarlalarından, İstanbul’dan, Balat’tan, Cibali’den, Tekel 
			fabrikasından, Sirkeci’den, yoksulluktan, taşradan, oradan, buradan 
			hepsi… Adı da yine TİP olsa o partinin, ama Türkiye İşçi Partisi 
			yerine ufak bir değişikle, Türkiye İyilik Partisi. Böyle bir partiye 
			de, böyle iyi yürekli bir yazara da ihtiyacımız her zamankinden 
			çok.