| 
			
			
			
			   
			Jonh Steinbeck’in 
			Gazap Üzümleri romanı, ABD tarımındaki kapitalistleşmenin, genel 
			anlamda Batı Avrupa’daki kapitalistleşme deneyimlerini takip 
			ettiğini; bu deneyimin genel anlamda geleneksel üretim ilişkilerin 
			ve toplumsal yapıların yıkılmasına dayandığı söylenebilir. Oysaki 
			Türkiye –özellikle Çukurova- tarım ve sanayisindeki kapitalistleşme 
			ABD ve Batı Avrupa deneyimlerinden farklı özellikler gösterir. Bu 
			farklılığın izlerinin en iyi takip edilebileceği yerlerden biri de 
			Orhan Kemal’in Çukurova üzerine yazdığı eserleridir. Orhan Kemal’in 
			Çukurova üzerine olan eserlerinde, Türkiye kapitalistleşmesinin 
			belli bir sürecinde beliren, bölgesel olmasına rağmen, Türkiye’nin 
			hemen hemen her yerinden insanları çalışmak için, yatırım yapmak 
			için sermayeyi çeken bu bölgedeki kapitalistleşmenin Türkiye’nin her 
			yerindeki toplumsal ve ekonomik yapıları az veya çok dönüştürdüğü, 
			bu bölgenin aynı zamanda, Türkiye’nin bir aynası haline geldiği 
			görülür. Kemal’in Çukurova üzerine olan romanlarında çeşitli Balkan 
			bölgelerinden gelen göçmen de vardır; Ermeni, Doğulu Kürt, İzmirli 
			veya Sivaslı işçi ya da Adana’nın kent dokusunun bir parçası olan 
			Araplar da vardır. Bu bölgesel kapitalistleşme, bir yönüyle 
			Türkiye’nin aynasıyken öte yandan, kendine özgü dinamikler de 
			barındırmaktadır. Bu kapitalistleşmede yer bulan hem ulusal hem de 
			yerel dinamiklerin birbirleri arasındaki çelişkileri, çatışmaları ve 
			ilişkilerinin yarattığı cümbüş, Kemal’in romanlarında kendini 
			hissettirir. Yani Türkiye tarım ve sanayisindeki kapitalistleşme, bu 
			kapitalistleşmenin bir laboratuarı haline gelen Çukurova deneyiminin 
			içsel ve dışsal özelliklerin en iyi anlaşılacağı kaynak, belki de 
			Orhan Kemal romanlarıdır. Ve bu nedenle yalnızca okuyucuyu ya da 
			edebiyat eleştirmenlerini değil, sosyologları ve iktisatçıları da 
			ilgilendirmektedir. Dolayısıyla, Orhan Kemal’in romanlarını okumadan 
			Türkiye’deki kapitalistleşmeyi ve bu kapitalistleşmenin toplumsal 
			hayatta yarattığı dönüşümü anlamak zordur, hatta mümkün değildir. 
			Sosyolog M. Nuri 
			Gültekin’in yazdığı, ilk baskısı Ürün Yayınevi; ikinci baskısı 
			Everest Yayınları tarafından yapılan Orhan Kemal’in Romanlarında 
			Modernleşme, Birey ve Gündelik Hayat isimli kitap, Orhan 
			Kemal’in kitaplarına yansıyan Çukurova gerçekliğinin sosyolojik bir 
			analizine yönelmiştir ve kanımızca bu nedenle önemli bir işe 
			girişmiştir. Çünkü Kemal’in eserlerini sosyolojik bir analize tabi 
			tutan ilk derli toplu çalışmadır. Maalesef bu eserlerle ilgili 
			iktisatçıların yaptıkları doğru düzgün bir çalışma bulunmamaktadır. 
			Kemal’in eserlerinden ve 
			Gültekin’in kitabından da anlaşıldığı gibi Çukurova’daki 
			kapitalistleşme, geleneksel sınıfsal ilişkilerin tümden yok olması 
			üzerinden var olmamış; bilakis, geleneksel sınıfsal ilişkiler, 
			egemenlik mekanizması ve cemaat yapılarının (burada dinsel 
			cemaatleri değil, Durkheim’in ifadesiyle modern öncesi cemaat toplum 
			türünü kastediyorum) aktörlerinden bazıları konumlarını kaybederken 
			bazı cemaat yapıları ve onun aktörleri dönüşerek kapitalist sisteme 
			entegre olmaktadır.  
			Bu işçileşememenin bazı 
			sebepleri vardır. Bunlardan ilki, bu işçiler çok kötü koşullarda 
			çalışmalarına rağmen ‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri 
			vardır’. Çünkü çevre bölgelerden ve Türkiye’nin değişik yerlerinden 
			buraya çalışmaya gelen işçiler, genellikle geçici olarak çalışmaya 
			gelmekteydiler ve bu nedenle geleneksel yaşam alanlarından 
			kopmamaktaydılar. Yani Batı Avrupa ve ABD’de görüldüğü gibi 
			geleneksel sınıf ilişkileri ve yaşam alanlarının tümden alt üst 
			edilmesi üzerinden oluşan bir işçileşme söz konusu değildir. Örneğin 
			Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde isimli romanının 
			kahramanları olan üç işçi, Sivas’ın bir köyünden ailelerini geride 
			bırakıp çalışmak için Çukurova’ya gelmişlerdir ve amaçları da para 
			biriktirip geri dönmektir. Kendim şahsen, Antakya ve çevresinden 
			binlerce insanın 10-15 yıl öncesine kadar Çukurova’daki pamuk 
			tarlalarına çalışmak için gittiklerini, pamuk sezonu geçince bu 
			insanların geri dönüp geleneksel iş güçleriyle uğraştıklarını 
			biliyorum. 
			Bu nedenle, fabrikanın 
			bulunduğu mekâna ailesiyle birlikte bağlı olmayan, bütün hayatını 
			fabrikadan aldığı ücretle idame ettirmeyen ve ‘zincirlerinden başka 
			kaybedeceği şeyler olan’ bu insanların işçi sınıfı bilincine sahip 
			olamayacakları kesindir. Zaten hem Kemal’in romanlarından hem 
			Gültekin’in analizlerinden bu insanların işçi sınıfı bilincine sahip 
			olmadıkları görülür. 
			İşçi sınıfı bilincinin 
			oluşmasının önündeki bir diğer engel, geleneksel hemşerilik 
			bağlarıdır. Bereketli Topraklar Üzerinde’de Sivas’tan göçen 
			üç işçi, Sivaslı bir fabrika sahibinin yanında iş bulur ve özellikle 
			Yusuf adındaki karakter, Sivaslı patron hemşerisine manevi bir bağla 
			bağlıdır. 
			İşçi sınıfı bilincine 
			sahip olanlar, sayıları az ve genel işçi kitlesi üzerindeki etkileri 
			sınırlı olsa da teknik bilgiye sahip olan uzman işçilerdir. “Yazarın 
			pek çok romanında gördüğümüz, bilinç sahibi, genelde teknik işlerden 
			anlayan işçi tiplerine burada da (Hanımın Çiftliği) 
			rastlarız. Bunlar her açıdan çevrelerindeki işleyişten ayrılan 
			bireylerdir. Dünyadan haberdar, kitap okuyan, ağırbaşlı olgun 
			kimseler olarak betimlenirler. ‘Aydın’ diyebileceğimiz, yol 
			gösteren, gerçek çıkarının bilincinde bireylerdir”(Gültekin, 137). 
			Çukurova’daki kapitalist 
			üretim ilişkilerinin yarattığı tüm katmanlar, bu katmanlardaki 
			aktörlerin geldikleri kökenler ve aktörler arasındaki ilişikler tüm 
			canlılığıyla Kemal’in romanlarına yansır. Sosyalist bir dünya 
			görüşüne sahip olan Kemal, romanlarında zorla sınıf bilincine sahip 
			olan bir işçi sınıfı ya da saf karakterize olmuş bir burjuva sınıfı 
			ya da bu iki sınıf arasındaki çatışma oluşturma çabası içine girmez. 
			Olanı olduğu gibi verir ve bu yönüyle toplumsal hayatın içindeki 
			cümbüş, doğrudan onun eserlerine taşınır. 
			Örneğin Eskici ve 
			Oğulları’nın ihtiyar karakteri, kapitalistleşmeye entegre 
			olamamış eski bir toprak ağasının çocuğudur ve aile en nihayetinde 
			işçileşir. Romanda ayrıca, bu konum kaybetme ve işçileşmenin aile 
			fertleri, özellikle ana karakter olan eskici üzerindeki travmatik 
			etkileri de irdelenir. Ancak eskici, burada kendi çöküşünün gerçek 
			müsebbibi olan kapitalist sistemi sorumlu tutacak bir bilince sahip 
			değildir. Ona göre ayakkabı tamirciliği yaptığı işlerini 
			kaybetmesinin nedeni, Balkan göçmenleri ve hemen karşısında onunla 
			aynı işi yapmak için dükkân açan Balkan göçmenidir (Gültekin, 
			65-88). 
			Ancak geçmişin egemen 
			sınıfı olan toprak ağaları, kapitalistleşmeyle konumlarını 
			kaybetmemişlerdir. Çoğu ya yeni süreçte toprak ağalığından 
			kapitalistliğe evrilmiş, ya da fabrika ve tarlada işçi ile patron 
			arasında ara bir konum olan ‘elci’ olmuştur. Bu elci – Antakya’da 
			bunlara çavuş derler- kavramı Çukurova –belki de Türkiye- 
			kapitalistleşmesinin kilit kavramlarından biridir. Bu kavram, bir 
			yandan geçmiş egemenlerin yeni kapitalist sisteme entegrasyonuna, 
			öte yandan bir işletmede çalışan işçilerin toplu hareket edip bir 
			sınıf bilincine ulaşamamalarının önündeki önemli bir engele tekabül 
			eder. Kemal’in romanlarında ‘elci’ tiplere sık sık rastlanır. 
			“Makineleşmenin hız kazanmadığı dönemlerde, büyük toprak sahipleri, 
			aracılarla ‘elcilerle’ ırgat toplamaktaydılar. Romanda (Hanımın 
			Çiftliği), bu büyük toprak sahiplerini Muzaffer Bey ile yansıtır. 
			Kır kent ayrımından söz etmek yerine daha karmaşık bir ilişkiden söz 
			edebiliriz. Her zaman köylerindeki yetersiz topraklarda 
			çalışamayanlar, özellikle kentteki fabrikalarda iş bulamayan 
			insanlar, işsizler, mevsimine göre tarım alanlarına taşınırlar. Bu 
			durum Cemşir, Berber Reşit, Hamza ya da Muzaffer Bey’in yeğeni 
			Ramazan gibi sömürücü karakterler de yaratmaktadır. Neredeyse 
			kölelik koşullarında çalışan insanların emeği, piramidin en üst 
			tabakasından alta doğru uzanan bir silsileyle sömürülür. Yazar, 
			bunun tarım ve sanayinin çok güçlü bir olgusu olduğunu yansıtır” 
			(Gültekin, 140). Elciler, en genel itibariyle geçmiş zamanların 
			egemen sınıflarının konumunu kaybeden ama yerel halk üzerindeki 
			simgesel nüfuzunu devam ettiren bireylerden oluşur ve geçmişten 
			getirilen bu bireysel nüfuz, kapitalist işletmelere işçi toplamak 
			için kullanılır. Bu sistemde işçi patrona değil, elciye bağlıdır ve 
			işçilerin ücretleri doğrudan işçilere değil, bu elcilere verilir. 
			Elciler, bu ücretlerden kendilerine pay ayırdıktan sonra işçilere 
			dağıtılır. Burada işçiler, patronun yanında elci tarafından da 
			sömürülür ve patron ile işçi arasında ‘geleneksel’ bir dolaşım 
			oluşturur. Yani modern işletmede olduğu gibi işçi kendi emeğini 
			özgürce satmaz, işçi –veya işçi örgütü olan sendika- ile patron 
			arasında doğrudan bir ilişki ve pazarlık yoktur. İşçiler patrona 
			değil elciye bağlı oldukları için işletmede çalışan işçiler arasında 
			bir birlik kurulması zordur; aynı zamanda elci, getirmiş olduğu 
			işçiler üzerinde geçmişten getirdiği simgesel nüfuza dayalı etkisini 
			kullanarak işletmede işçiler arasında birlik oluşmasını daha da 
			zorlaştırır. Elcilere dayalı bu işletme mantığı hâlâ Antakya 
			civarında bulunan uluslararası arenada iş gören yaş meyve-sebze 
			ambarlarında devam etmektedir. 
			Eski geleneksel yapı 
			egemenlerinden bazıları, yeni yapıya entegre olup kapitalist işletme 
			sahibi olmuşlardır. Kemal’in Cemile isimli romanındaki Numan 
			Şerif Bey karakteri, öyle bir tiptir. Aristokrat aile kökeninden 
			gelen Numan Şerif Bey, fabrikada Kadir Ağa’nın ortağıdır (Gültekin, 
			43). Yine Hanımın Çiftliği’ndeki Muzaffer Bey de öyledir (142). 
			Ancak bu sınıf üyelerinin kapitalist davranış kalıplarını 
			içselleştirmesi zordur. Ve fabrika sahibi olmalarına rağmen parasal 
			işlere mesafelidirler. “Muzaffer Bey, o kadar geniş arazi ve gelire 
			rağmen, yatırım yapmayı ve sanayiye doğru genişlemeyi düşünmez; onun 
			düşündüğü, topraktan onun adına kazanılan paranın Avrupa’da 
			harcanmasıdır. Onun serveti kazanılmış değil, verilmiştir. Bütün 
			ahlaki ve dini değerleriyle, içinde yaşadığı toplumdan 
			farklılaşmıştır. Bunlar, toprak mülkiyetinden gelen gücün 
			kullanımıdır” (Gültekin, 145).  
			Kemal’in romanlarının 
			diğer bir güzelliği, romanda yer verdiği karakterlerin konuşmalarını 
			geldikleri bölgenin şivesiyle vermesidir. Yani o zamanın 
			Çukurovasında var olan etnik ve kültürel çeşitliliğin dilsel 
			görünümleri romanlarına olduğu gibi yansır. Balkan, Çukurova, Arap, 
			orta, doğu ve güneydoğu Anadolu şiveleriyle geçen diyaloglar, 
			romanlara ayrı bir renk katar. Bu şivelerden bazılarına göre 
			fabrika, palikadır; otomobil de tomofildir. 
			
			Gültekin’in eseri, Kemal’in romanları ile ilgili burada değindiğimiz 
			veya değinemediğimiz birçok konuya sosyolojik bir perspektifle 
			yaklaşmaktadır. Ve bu romanların işlediği konuların Türkiye’nin 
			toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatında ne kadar önemli bir yer 
			tuttuğunu bize anlatmaktadır. 
			 
  
			
			Mehmet Nuri Gültekin, Orhan Kemal’in Romanlarında Modernleşme, Birey 
			ve Gündelik Hayat, Everest Yayınları, 2011, 274 Sayfa 
			   |