1940’ların karanlık, yoksul ve acımasız günlerinde geçen bir 
			hapishane filmi, 72. Koğuş usta yazar Orhan Kemal’in romanından 
			sinemaya uyarlandı. Romanın aksine kadına daha çok yer veren 
			senaryosuyla dikkat çeken yapım şimdiden tecavüz ve idam 
			sahneleriyle konuşuluyor. Filmin başrol oyuncuları Songül Öden ve 
			Yavuz Bingöl’le Türkiye’deki cezaevi koşullarından idam hakkındaki 
			düşüncelerine kadar konuştuk. Filmin Bingöl için bir anlamı daha 
			var, 72. Koğuş Kerem Alışık’la kurdukları yapım şirketi Sisan’ın ilk 
			meyvesi.
			
			
			Rollerinize nasıl hazırlandınız? 
			Songül Öden: Bir oyuncu olarak bir rol geldiğinde algınız o role 
			göre değişiyor. Üçüncü sayfa haberleri dikkatimi çekmeye başladı. 
			Mesleki bir durum bu. Dolayısıyla da “Evet” dediğiniz andan itibaren 
			düşünmeye ve onunla yaşamaya başlıyorsunuz. Bir sürü oyunculuk 
			biçimi var, her seferinde de aynısını kullanmıyoruz. Beni bir 
			fotoğraf çok etkiledi. Role annelikten yaklaşmaya çalıştım. “Eğer 
			anne olsaydım ve bu durum benim başıma gelseydi” dediğim andan 
			itibaren çok güçlü bir sorumluluk aldığımı fark ettim. Katatonik bir 
			durum var. Canlandırdığım karakter, Meryem şoka girmiş. Anne olur 
			olmaz bir bilinmeze gidecek ve çocuğunu da bir bilinmeze bırakacak. 
			Bir gazetede bir ilan gördüm. Yardıma muhtaç bir çocukla ilgili bir 
			fotoğraftı, kız çocuğuydu ama saçları kazınmıştı. O kadar zayıftı 
			ki. Masum bir serçe gibiydi. O fotoğrafı kesip senaryoma 
			yapıştırdım.
			
			
			Meryem’in çocuğunun akıbeti de bu olabilir… 
			S.Ö: Evet, o fotoğrafla cismi vardı hikâyemin. Ben gittikten sonra 
			ne olacak çocuğum? Belki bitlenecek, belki dilendirilecek, belki 
			hastalıktan ölecek. 
			Hem doğum hem ölüm sahnelerinin yarattığı gerginliği nasıl 
			kurguladınız? 
			S.Ö: Aslında seçimleri sert bir karakterdi, atipikti. Anne olma 
			duygusu bence dünya üzerindeki her kadının genetik kodlamasında var. 
			Hayal edince bu acıyı kasıklarımızda hissedeceğimizi biliyoruz. Anne 
			olmadığım için uzak, kadın olduğum için yakın bir duyguydu. İdam 
			sahnesine gelince, o çok zordu. Vahşi bir hayvan gibiydim. Yönetmen, 
			“Ne dediğinin önemi yok benim için” dedi. “Hayvani sesler çıkaran 
			bir acın var” diye tarif etti. Benim de ele alış biçimim öyleydi. 
			Uyumlu çalıştık çok. Her şey yolunda gitti. 
			Yavuz Bingöl: Ben daha şanslıydım Songül’e göre. Çünkü 78 kuşağı hem 
			çok yakın çevrem, hem de politik müzik yaparken, cezaevi 
			koşullarının nasıl olduğunu biliyordum. Bir de 72. Koğuş’un 
			tiyatrosunu yaptığımız için o karaktere girmem daha kolay oldu. Çok 
			ön hazırlık yapmadım. Daha çok oyuncu arkadaşlarla çalıştık, Hülya 
			Avşar, Ayça Damgacı, Nursel Köse, Songül Oden, Volga Sorgu, Bülent 
			Şakrak, Ahmet Mekin…
			
			
			‘72. Koğuş’ koğuş hayatının yaşandığı ve koşulların çok ağır olduğu 
			bir dönem… 
			Y.B.: F tipi cezaevleri eleştiriliyor ve buna ben de katılıyorum ama 
			daha insani koşullar var şimdi. İnsanlar o dönemde daha kolektifler 
			ama filmde de gördüğünüz gibi koğuşta başka dramlar yaşanabiliyor. 
			Şimdi de tek başlarına, tekli hücrelerde kalıyor insanlar. On yıl 
			öncesine göre daha ağır bir yaşam var. Sonuçta cezaevi iyi bir şey 
			değil.
			
			
			Son dönemde edebiyat uyarlamaları çoğaldı, şansınız olsa hangi 
			karakteri canlandırmak isterdiniz? 
			Y.B.: Ben Kuyucaklı Yusuf’u oynamak isterdim. Tomris 
			Giritlioğlu galiba şu anda onu dizileştiriyor. Bir de İnce Memed 
			tabii. 
			S.Ö.: Erkek karakterler edebiyatta daha baskın. Kadınlar geride. 
			Toplumdaki kapanmışlık edebiyata da yansıyor. Şanslı değiliz. Kadın 
			üzerine senaryo yok, film yok. Oysaki kadının dramı çok büyük. Anne, 
			ezilen, tecavüze uğrayan, hem en zayıf halka hem de en güçlü gibi 
			davranılan... Nâzım Hikmet’in dediği gibi, “yeri soframızda 
			öküzümüzden sonra gelen.” 
			Filmde kadın hikâyesi ön plana çıkıyor ama… 
			S.Ö: Burada yapımcıları tebrik etmek lazım. Cesaretli davrandılar. 
			İyi bir uyarlama oldu. Erkek koğuşu romanda daha baskın. Romanda 
			Fatma daha küçük bir rolle vardı. Kadın karakterler eklendi ve 
			zenginleşti. Böyle olmasa biz hiçbirimiz bu filmde oynayamazdık. 
			Y.B.: Kitaba sadık kalsaydık, filmde kadın olmazdı.
			
			
			Çekimler nasıl geçti? 
			Y.B: Güzel bir plato yaptık ve oraya bıraktık. Bizim platoda üç film 
			daha çekildi. Bir kazanım oldu. Hülya setin son günlerinde “Keşke 
			bitmeseydi” diyordu. Yönetmenimiz çok kibardı. Huzurlu bir setti. 
			Oyuncu olarak da yapımcı olarak da çok mutluydum. 
			Bu film sizin ilk yapımcılık deneyiminiz. Türkiye’de insanlar 
			işlerini gösterecem yer bulamadıkları için yapım şirketi kurma 
			yoluna gidiyorlar. Sizinki de böyle bir ihtiyaçtan mı ortaya çıktı? 
			Y.B: Evet, insanların kendi firmasını kurması özellikle yapımcıların 
			yorumcu ya da müzisyenlere adil olmamalarından kaynaklı. Mağduriyet 
			yaşamamak için kendi işlerini yapıyorlar. Bu sektörde de çok kırgın, 
			hakkını alamamış çok arkadaş var. Genç arkadaşlara kapımız açık, 
			proje ortaklığı yapabiliriz. Bu ilk yapımcılık deneyimimiz. Kimsenin 
			kalbini kırmadan, kimsenin hakkını yemeden çalışmak istedik. Keyifli 
			yanları çok ama zor da bir iş. Film bittikten sonra asıl iş 
			başlıyormuş. Onu da öğrendik. Kerem’le ikimiz de politik olmamız 
			gereken yerlerde politik olmuyoruz, o yüzden bu işi yapacaksak, bu 
			işteki her insanla iyi ilişki kurma yoluna gidiyoruz.
			
			
			Türkiye’de 1990’lardan bu yana idam cezası uygulanmıyor ama 
			1940’larda geçen filmde bir infaz var. Nasıl bir histi idam edilen 
			birini canlandırmak? 
			S.Ö.: Korkunçtu. Bence hiçbir suç bir insan hayatıyla eşdeğer 
			olamaz. Mutlaka insanları ıslah edici ceza sistemi olmalı. Böyle bir 
			ceza sistemine inanmıyorum. Benim oynadığım karakterde olduğu gibi 
			tamamen suçsuz bir kadın idama gidiyor ve geri dönüşü de, özrü de 
			yok, meçhule gidiyor. 
			Türkiye’de idamların bir de politik önemi var… 
			S.Ö.: Türkiye’de aklımıza kazınmış idamlar var, Yusuf, Deniz, 
			Hüseyin’in idamı mesela. Onlar da Meryem gibi suçsuz, 20’li yaşlarda 
			bir şeyler söylemek için öne çıkmanın bedelini çok ağır ödemiş 
			insanlar. Bizim ülkemizde idam çok kötü anılarla dolu. Benim rolümde 
			de Meryem 20’li 25’li yaşlarında bir insandı. Türkiye’de 
			politikacılar da idam edildi. Hiçbir suçun karşılığı idam olamaz.
			
			
			Hadım olabilir mi peki? 
			S.Ö: Bu konuda biraz acımasızım. Çünkü ben idama bu kadar karşı olan 
			biri olarak, ben de insanım. Fark ediyorum ki bir çocuk tecavüzünün 
			karşısında, kayıtsız kalamıyorum ve kendimi “Çocuk tecavüzcülerini 
			idam etmek lazım” derken yakalıyorum. Öyle bir şeye hiç inanmazken. 
			Birinin eğer hastalığı varsa gerçekten, sürekli insanları arzusunun 
			nesnesi haline getiriyorsa, kendini bundan alıkoyamıyorsa, bu bir 
			hastalık. Tedavi olması lazım. Bir insanın uzvunu kesmekten 
			bahsetmiyorum ama ilaçla ehlileştirilmeli bence. Bir insana tecavüz 
			edip, gömüp sonra da cenazesinde dua ediyorsa yapılmalı. İlahiyatçı, 
			eğitimci insanlar bu süreçte kalkıp, “O da açık giyinmesin” dediler. 
			Bu güzel ekmek yapan bir fırından birinin koku yüzünden ekmek 
			çalması gibi bir şey. Bizim filmimizde de en can alıcı nokta bence, 
			bir kadını başka kadınların tecavüze götürmesi. 
			Y.B: Türkiye’de en son asılan kişi İzmir Gültepe’de bizim 
			ağabeyimiz, deyim yerindeyse sorumlumuzdu, Hıdır Aslan. Ondan sonra 
			idam cezası uygulanmadı. Zamanında idama karşı çok eyleme katıldım. 
			Hiçbir cezanın karşılığı idam olmamalı.