Orhan 
				Kemal’in babası Abdülkadir Kemali Bey, günümüzden yüz yıl önce 
				yaşanmaya başlanmış toplumsal, siyasal olaylar içinde yetişmiş 
				bir kişidir. Onu, Orhan Kemal’in 
				Baba Evi, 
				Avare Yıllar, 
				Cemile, 
				Dünya Evi, 
				Bir Filiz Vardı adlı 
				romanlarında uzaktan tanırdık, pek de sevmezdik. Ya da hiç 
				sevmezdik. 
				
				
				Romanlardaki 
				baba, “kalın kaşlı, koca bıyıklı, iri gövdeli korku”dur (Dünya 
				Evi, s.7). Baba 
				Evi’ndeki baba: “Babam annemi saçlarından yakaladı, 
				sofada sürüdü, sürüdü, sürüdü… Sonra çizmeleriyle tekmeledi, 
				tekmeledi, ezdi ve avucunda kalan bir tutam saçı nefretle 
				silkeledi. (§) Biz iki kardeş, uzun gecelik entarilerimiz içinde 
				tiril tiril titreyerek birbirimize 
				sokulmuş, ağlamaya olsun cesaret edemeyerek donmuş kalmıştık. 
				(…) Dehşetli bir isyan hissiyle babama baktım… Fakat onun çatık, 
				simsiyah kaşları… Babam bir dev kadar kocaman ve kuvvetliydi!” 
				(s.26).   
				
				
				Orhan 
				Kemal’in romanlarında betimlediği o baba ile Abdülkadir Kemali 
				Bey arasında dış görünüm bakımından özdeşlik olduğunu, torun 
				Işık Öğütçü imzasıyla yayımlanan 
				Orhan Kemal’in Babası 
				Abdülkadir Kemali Bey’in Anıları [Kısaca 
				Anılar] adlı kitaba 
				eklenen çeşitli fotoğraflarda açıkça görüyoruz. 
				
				
				
				Abdülkadir 
				Kemali Bey’in iri yarı bir insan olarak kalmayıp karşılaştığı 
				kabalıklara ve haksızlıklara karşı aşırı güç kullandığını da 
				kendisinden öğreniyoruz: “Fakat ben üzerinde yemekler olan 
				masanın mermer taşını yerinden kaldırarak kanunsuzluk heykelinin 
				[Trabzonlu bir bahriye inzibatı, EE] göğsüne yapıştırdım. 
				Yerimden fırlayarak Laz uşağını lokantanın içerisine yatırdım. 
				Lokantanın iki kapsında beklemekte olan zaptiye ve jandarmalar 
				kapılardan içeriye girip üzerime saldırdılar. (…) karakolda masa 
				üzerinde duran su dolu sürahiyi kaparak, küstah zaptiyenin 
				kafasına çarpmak, bana doğal sonuç olarak göründü. Zaptiye 
				başını eğdiği için sürahi duvara isabet etmiş parça
				parça olmuştu” (Anılar, 
				ss. 87, 88). 
				
				
				Abdülkadir 
				Kemali Bey yaradılışının bir özelliği olması gereken güce 
				başvurma eğilimini, gerçekte babasından almış gibidir. 
				Babasından söz ederken “Merhum çok döverdi. Çünkü aşırı 
				sinirliydi” der (Anılar, 
				s.5). Ama kendisi bunu siyasal tutumuna, siyasal partisine 
				bağlamaktadır: “(…) benim gibi fırkacı olan sinirli bir adamdan 
				(…)” (Anılar, s. 
				87). Burada fırkacılıktan anlaşılması gereken, İttihat ve 
				Terakki örgütü üyesi olmaktır. 
				
				
				 
				
				
				
				İTTİHATÇILIK
				
				
				Dönemin 
				yurtsever aydınlarının pek çoğunun büyük umutlar bağladığı 
				İttihat ve Terakki örgütü, İttihad-i
				Osmani Cemiyeti adıyla 1889 yılında 
				İstanbul’da beş askeri tıp öğrencisince kurulmuştur. 1889, 
				Abdülkadir Kemali Beyin Osmaniye’ye bağlı Yarpuz’da doğduğu 
				yıldır. Abdülkadir Kemali Bey İstanbul’a yükseköğrenim için 
				geldiğinde, yıl 1904’tür ve başkentin siyasal yaşamı oldukça 
				canlı ve çalkantılıdır. Abdülkadir Kemali Bey kendini işte böyle 
				çalkantılı bir ortamda bulur.
				
				
				
				İttihatçıların ortak kimi özelliklerini Abdülkadir Kemali Beyin 
				kişiliğinde görmek olanaklıdır. Anımsatmak gerekirse, 
				İttihatçıların çoğu Batı Avrupa’daki eğitim-öğretim anlayışını 
				ve uygulamalarını örnek alan bir yükseköğrenimden geçmiş, genç 
				kimselerdir. Ortak eğilimlerinden biri de Türkçülük yanlarının 
				ağır basmasıdır. Örnek aldıkları toplumsal-tutumsal yapı da Batı 
				Avrupa’nınkidir. Bu yapı, kenter sınıfı güçlendirip 
				yaygınlaştırmak isteyen, özel girişime öncelik ve ağırlık veren 
				bir tutumbilimi benimseyen bir toplumsal-siyasal düzenin 
				kendisidir. Kısacası, anamalcı düzendir. 
				
				
				
				İttihatçılığa çok bel bağlamış olan Abdülkadir Kemali Bey de bu 
				anlayıştadır. Ancak o da, pek çok benzeri gibi bu konuda düş 
				kırıklığına uğramıştır.
				
				
				Abdülkadir 
				Kemali Bey İstanbul’da 1904 yılında Mekteb-i 
				Hukuk sınavına girer, ama Hamidiye 
				Yüksek Ticaret Mektebi’ne yazılmak zorunda kalır. Ancak daha 
				sonra Hukuk Mektebi’ni bitirir. Daha Hukuk öğrencisiyken bir 
				özel okulun müdür yardımcılığı görevini üstlenmiştir. Ardından, 
				öğrenciliği sürerken, Adliye Nezareti’ne memur olarak girer 
				(1909). 24 Temmuz 1908 günü Sabah gazetesinde “Kanunuesasi’nin 
				Yeniden İlanı” başlığını okuyunca mutluluğundan “hüngür
				hüngür ağlamaya” başlar. Ağlamakta 
				haklıdır. Çünkü “otuz küsur sene devam eden kızıl bir istibdat 
				vatanı da milleti de yakıp” kavurmuştur (Anılar, 
				s.27). Meşrutiyet ilan edilmiştir. Yani haksızlıklar son 
				bulacak, başına buyruk yönetimler tarihe karışacak, eşitlik, 
				bireysel özgürlükler yasaların koruması altına alınacaktır.
				
				
				Anayasanın 
				ilan edilmesiyle birlikte her şeyin düze çıkacağını inanmak da, 
				İttihatçıların ortak saflığı içinde yer alır. Temiz 
				yüreklilikten de ileri gelen bu saflığı kitap boyunca biraz da 
				gülümseyerek izleriz. Öyle ki, Voltaire’in 
				(1694–1778) 
				Safoğlan’ını 
				(1767) veya 
				Candide 
				ya da İyimserlik’ini 
				(1759) okuyormuşuz gibi oluruz. 
				
				
				Voltaire’in
				Safoğlan adlı imgesel anlatı kişisi 
				“Hüronya” ülkesindendir; yeni 
				karşılaştığı bir çifte kendini şöyle tanıtır: “Adım
				Safoğlandır; İngiltere’de bu adı 
				bana lâyık gördüler; çünkü her istediğimi yaptığım gibi 
				düşündüğüm her şeyi açıkça söylerim” (Çev.: 
				Fehmi Baldaş, Maarif Vekaleti Yay., 
				1943, s. 8).  
				
				
				Safoğlan 
				ne ise, Abdülkadir Kemali Bey de odur demek yanlış olmaz. 
				Abdülkadir Bey de Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte “Hüronya” 
				[Özgür Ülke] düşleri kurar, doğru bildiği her şeyi yapar, doğru 
				bildiği her şeyi söyler. Ama bu yüzden de başına gelmedik 
				kalmaz. Özgürlük, doğruluk, insan hakları, tüze saygısı.. 
				ödün vermediği ilkelerdendir. Ona göre İttihatçılığın da asal 
				nitelikleri bunlardır.
				
				
				Ancak 
				yukarıda da değindiğimiz gibi, bu konuda Abdülkadir Kemali Bey 
				hiç de yalnız değildir. En tepedeki İttihatçıdan en alt 
				sıralardaki İttihatçılara değin, pek çok kişi genel olarak 
				böyledir. Örneğin, bir kalabalık Maliye Nezareti’nin önüne 
				toplanmış “Yaşasın Hürriyet! Yaşasın Adalet!” diye coşkuyla 
				haykırırken, Maliye Nazırı Ziya Paşa aşağıya inmiş, bakanlığın 
				önündeki kalabalığa şu duygulu konuşmayı yapmıştır: “Bundan 
				sonra vatanımız bu Kanunuesasi 
				sayesinde cennet gibi olacaktır. Hiçbir memur halka kötülük 
				yapamayacaktır. Hür bir devletin, hür evlatları olarak 
				yaşayacağız. Yaşasın Kanunuesasi, 
				yaşasın millet!” (Anılar, 
				s. 28). 
				
				
				Kısacası 
				“Meşrutiyet” adının yarattığı düş, gerçek sanılmıştır.   
				
				
				 
				
				
				
				DÜŞ İLE GERÇEK
				
				
				Düş ile 
				gerçek çoğu kez birbirini tutmaz. Abdülkadir Kemali Bey de bu 
				tutmazlığı her yerde, her konuda gözleriyle görmüş, birebir 
				yaşamıştır. “Meşrutiyette de aynı hâlin [İstibdat dönemi 
				karakollarındaki durum] devamından o kadar üzüldüm ki (…)” (Anılar, 
				s.73), “Şu halde hürriyet idaresi de istibdat yönetimin aynısı 
				olabilirmiş…” (Anılar, 
				s. 75). 
				
				
				İşte o çok 
				bel bağlanılan aldatıcı “Kanunuesasi” 
				ile adı var kendi yok “Hürriyet”, Abdülkadir Beyin yaşamının 
				dört buçuk yılını çeşitli nedenlerle damlarda geçirmesine neden 
				olur. Abdülkadir Kemali Beyin yattığı ilk dam,
				Bekirağa Bölüğü’nün damıdır. Burası, 
				İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin şimdiki avlusunda 
				(Beyazıt) yer alan, siyasal tutukluların konulduğu bir askeri 
				tutukevidir. Tarih 29 Ekim 1912’dir, Abdülkadir Kemali Bey 23 
				yaşındadır. Ama orada yalnız kalmayacaktır. Bütün koğuşlar 
				kendisinden yaşça ve başça büyük olan kişilerle, dönemin ileri 
				gelenleriyle dolacaktır. Daha sonraki yıllarda Zaptiye 
				Nezareti’nde önemli bir göreve getirilecek olan gözlüklü Cemal 
				Bey ilk gelenlerdendir, ardından Hacı Adil (Arda) Bey [1913’te
				dahiliye nazırı olacaktır], 
				Üniversitede müdür olan Şevki Bey, Eğitim Nazırı
				Emrullah Efendi [Geceleri korkuyla 
				uyanır koğuştaki yatağında], Şeyhülislam Hayri Efendi,
				Hallaçyan Efendi, Hüseyin Cahit 
				(Yalçın) Bey, Süleyman Nazif, Lazistan 
				mebusu Ziya Molla, Sudi Bey, Doktor 
				Abdullah Cevdet Bey [ünlü çevirmen, düşünür ve bilimadamı] ve 
				öbürleri. Bu “görkemli” tutuklu topluluğu “içerde” de boş 
				durmaz; dışarının canlı siyaset tartışmaları içeriye 
				taşınmıştır.
				
				
				Meşrutiyette 
				Abdülkadir Kemali Beyin en sevdiği olgu, işte bu siyasi 
				canlılıktır: “Meşrutiyetin zevkini işte biz böyle alıyorduk. İki 
				muhalif partinin adamları [İttihatçılar ile İtilafçılar, EE] 
				kendi düşüncelerini kahvehanelerde (…) açıkça savunuyor (…). 
				Zaptiye, hükümet asla müdahale etmiyordu” (Anılar, 
				s.95). “Meşrutiyette iki siyasi fırka taraftarları birbirleriyle 
				kıraathane tartışma kurallarına uygun olarak en şiddetli fikir 
				tartışmasında bulunuyordu. (…) Ben o günlerin anılarını özlemle 
				anarım” (Anılar, 
				s. 96). 
				
				
				Abdülkadir 
				Kemali Bey bu çok sevdiği canlı siyaset alanlarından 10 Nisan 
				1913 günü ayrılmak zorunda kalır. Çünkü Anadolu’da ilk görev 
				yeri olan Bitlis’in Siirt sancağına savcı olarak atanmıştır. 
				Abdülkadir Kemali Beyin Bekirağa’dan 
				koğuş ağabeyi olan Hacı Adil Bey, İçişleri Bakanı olmuştur. Hacı 
				Adil Bey yola çıkmadan önce ona çeşitli öğütler verir. Ama en 
				önemlisi şudur: “İlk ve son vazifen şudur: Ağaların halk ile 
				hükümet arasındaki aracılığına son ver” (Anılar, 
				s. 102).
				
				
				Siirt’te onu 
				bekleyen neredeyse gerçekdışı bir yaşamdır, bir düştür. 
				Yoksulluk, şeyhlik düzeni.. ama bunun 
				yanında iyiliksever, sevimli ve sevecen bir halk vardır orada. 
				Halkın devlete bağlılığını orada yakından görür Abdülkadir 
				Kemali Bey. Halkın istediği, hak ve adalettir. Siirtliler, 
				Edirne’nin geri alınmasıyla [22.7.1913] birlikte damlara çıkıp 
				bu utkuyu silah atarak coşkuyla kutlamış, Savcı Abdülkadir 
				Kemali Bey bu olay karşısında hiçbir kovuşturmada bulunmayarak 
				halkın sevgisini kazanmıştır: “Ve Siirt 
				baştan başa, yaşasın adalet sesleriyle çalkalandı” (Anılar, 
				ss. 116, 117).
				
				
				Siirt’e 
				mutasarrıf [kaymakam] olarak gelen Mustafa 
				Abdülhalik Renda Bey 
				(1881–1957) daha sonra TBMM Başkanlığı (1935–1946) yapacak olan 
				değerli bir kişidir. Yeni kaymakam Renda, 
				Abdülkadir Kemali Bey’e bir de selam getirir: “Hacı Adil Bey 
				[İçişleri Bakanı, EE] gözlerinden öpüyor” (Anılar, 
				s. 123). Renda, Abdülkadir Bey’in 
				Siirt’teki düğününde de (1913) ona bir anlamda “babalık” yapar.
				
				
				Abdülkadir 
				Bey Aralık 1913’te Basra İli Savcısı olarak atanır. Oraya ancak 
				1914 Şubatında ulaşır. “Rahmetli Mithat Paşa”nın 1869’daki 
				Bağdat valiliği sırasında gerçekleştirdiği güzel yatırımlarına 
				karşın (Anılar, 
				s. 150), o topraklar Osmanlı toprağı olmaktan çıkmıştır; 
				“Osmanlı Devleti’nin bu diyarla ilgisinin olmadığı kanaati” 
				kendisinde kısa sürede oluşur (Anılar, 
				s. 147).   
				
				
				Abdülkadir 
				Kemali Beyi bu yılın sonlarında bu kez Bilecik’te görüyoruz. Ama 
				artık o “cemiyetin teşkilatında” bir görevlidir ve böylece 
				“Savcılıktan siyasetin girdabına” atılmış olmaktadır (Anılar, 
				s.155). Söğüt’teyken bir haber alır: Devlet “genel seferberlik” 
				ilan etmiştir [11 / 23 Kasım 1914]. Abdülkadir Kemali Bey 
				İstanbul’a döner, asker olur ve kısa bir eğitimden sonra 
				Çanakkale’de görevlendirilir (Şubat, Mart 1915). Bu sırada eşi 
				ve çocukları Bilecik’tedir (Anılar, 
				s.190). Abdülkadir Kemali Bey, Çanakkale’den sonra bir süre 
				Bilecik’te kalır. Ardından Gazze 
				Cephesine, Cemal Paşanın ordusuna gözetleme subayı olarak 
				atanır. Buradaki askerlik görevi sona erince onu
				Batum’da görürüz.
				Batum’un kaymakamı, eski Siirt 
				kaymakamı olan Mustafa Abdülhalik (Renda) 
				Beydir. Abdülkadir Kemali Bey daha sonra Bilecik’e çocuklarının 
				yanına döner, onları da alarak Adana’ya göçer. Ancak yaşam çok 
				pahalıdır, oturulacak bir ev bulmakta güçlük çeker. Bunun 
				üzerine bir kaymakamlık görevi ister İstanbul’dan. Önce 
				Kafkasya’daki Acara Kaymakamlığına atanmışsa da, sonunda o 
				zamanki adı Kirmasti olan 
				Mustafakemalpaşa’ya (Bursa) kaymakam olarak gider.  
				
				
				Düş ile 
				gerçek birbirini izler gibi ya da birbirinin içine geçmiş 
				gibidir: Abdülkadir Kemali Bey 1919 Nisanında bir kez daha
				Bekirağa Bölüğüne atılır. Kendisinin 
				kabul etmediği bir sava göre, Bilecik’te sekiz Ermeni’nin 
				öldürülmesi için buyruk vermiştir… Kısa süre sonra da ülkede 
				işgal başlamıştır. Abdülkadir Kemali Bey 
				Bekirağa Bölüğünde tutuklu olduğu sırada “Anadolu 
				Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adına ilk mührü kazdırtır. Bir de altı 
				maddelik bir tüzük hazırlar: “Bu tüzüğün özeti şundan ibaretti: 
				Vatanı yabancı işgalinden kurtarmak için gizli şekilde çalışacak 
				olan Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, ya İstiklal ya Ölüm 
				davasında vatanperver gençleri bu fikir etrafında toplamaya 
				davet eder. Muvaffakiyet, azmimizi isteyen Allah’tandır” (Anılar, 
				s. 269).
				
				
				Abdülkadir 
				Kemal’i Bey Pozantı İstiklal Mahkemesi Başkanlığı (1920), 
				Ankara’da ilk Büyük Millet Meclisinde milletvekilliği, ardından 
				Adana’da avukatlık yapmıştır (1923–1930). 24 Eylül 1930’da Ahali 
				Partisinin kurmuş, Ahali adlı bir de yerel gazete çıkarmıştır. 
				Parti 21 Aralık 1939’da kapatılmıştır. Kaldı ki, o sırada
				Abdülkadir Kemali Bey de Suriye’ye 
				“geçmiş” (17 Aralık 1930) bulunmaktadır.
				
				
				 
				
				
				
				ÖZSAVUNMADA YETERSİZLİKLER
				
				
				Abdülkadir 
				Kemali Bey’in Suriye’ye geçişi Orhan Kemal’in 
				Baba Evi’nde 
				anlatılır: “(…) ben de herkes gibi öğrendim ki, ‘salimen öbür 
				tarafa geçmiş!’ “ (s. 29). Sonra yoksulluk günleri. Adana’daki 
				yakınların ilgisizliği: “Nesine lazımmış babamın siyaset? Her 
				koyun kendi bacağından asılırmış. El için kendine zarar 
				vereceğine, yakıp çubuğunu rahatına baksaymış” (Avare 
				Yıllar, s. 54). “Çünkü onlar, babamın el için kendine 
				zarar verişini bir nevi ahmaklık sayıyorlardı” (a.g.y., 
				s. 56). 
				
				
				Abdülkadir 
				Kemali Beyin ülkeden “kaçar” gibi çıkışı konusunda Menemen 
				olaylarını (23 Aralık 1930) çağrıştıran, Serbest Fırkacı 
				olmasına değinen, vb çeşitli suçlamalar var. Abdülkadir Kemali 
				Beyin bu anılarında özsavunmasını 
				gereğince yapabilmiş olduğu kanısında değiliz. Ancak yazılı 
				anıların önemli bir bölümünün yitmiş olduğunu da biliyoruz.
				
				
				
				Bununla 
				birlikte söz konusu bu anılar kitabından anlaşıldığı kadarıyla, 
				Abdülkadir Kemali Bey, aşırı genellemeler ve kesinlemeler yapan 
				bir kişidir. Bu genellemeler, yukarıda andığımız Meşrutiyet’teki 
				özgür siyasal tartışma ortamından özlemle söz edilirken bir 
				yandan da Bekirağa Bölüğü’nün 
				siyasal tutuklularla dolup taşmasında olduğu gibi, kimi kez 
				birbirleriyle de çelişmektedir. Bir örnek : “(…) bahriyelilere 
				mahsus çalımla karşıma dikilerek, ‘Kalk karakola!’ dedi” (Anılar, 
				s. 86), “Bilgili, zeki ve bütün bahriyeliler gibi hamiyetli bir 
				gençti” (Anılar, 
				s. 215). Bir başka örnek: “Siyasetçilik asker için intihardan 
				başka bir şey değildir” (Anılar 
				s. 83), “23 Temmuz 1908 tarihinden beri her inkılabın içinde 
				askerin de dahil olmasıdır” (Anılar, 
				s. 85).
				
				
				Abdülkadir 
				Kemali Bey’in askerliği sırasında tanıdığı birtakım açgözlü 
				subayların soygunculuğunu nerdeyse bütün subaylara yayabilme 
				eğiliminde olduğuna biz de 
				Anıları’nda tanık olduk. Abdülkadir Kemali Beydeki bu 
				eğilim, “eşkıyalığın” başka yerde değil, kesinlikle devletin 
				içinde olduğu saplantısına ulaşmış gibi görünmektedir. 
				
				
				
				Abdülkadir 
				Kemali Beyin anılarında, okurda güvensizlik uyandıran yerler yok 
				değil. Örneğin Mustafakemalpaşa kaymakamı olduğu sırada 
				İstanbul’dan gelen bir buyruğu hâlâ anlayamadığını 
				söylemektedir: “Jandarma genel kumandanlığından gelen emre göre 
				bütün jandarmaların terhisi gerekiyordu. Bu emrin nedeninin hâlâ 
				kavrayamamaktayım” (Anılar, 
				s.260). Oysa kavranılmayacak bir şey yok. 30 Ekim 1918 Mondros 
				Bırakışması uyarınca, az sayıda kolluk gücü dışında, Osmanlı 
				ordusu terhis edilecektir. Abdülkadir Kemali Beyin Mondros 
				Bırakışmasından hiç söz etmeyişini de bizim anlayamadığımızı 
				belirtmeliyiz. 
				
				
				1932, 1933 
				yıllarında Kudüs’te kaleme alınmış olan bu anılarla, yüz yıl 
				öncesine dönüp o günlerin çeşitli yaşantılarına yakından tanık 
				olma olanağına erişince, “Değişen bir şey yok!” demekten ne 
				yazık ki kendimizi alamadık.  
				
				
				    
				
				
				 
				
				
				 
				
				
				Işık Öğütçü 
				[Haz.], Orhan Kemal’in 
				Babası Abdülkadir Kemali Bey’in Anıları, İstanbul, 
				Everest Yayınları, İkinci Basım: Nisan 2009, 308 sayfa.