Orhan Kemal 95 
				yıl önce,
				
				
				15 Eylül 1914’te 
				doğdu.  
				
				
				 
				
				
				 
				
				
				               
				
				Orhan Kemal’in
				Müfettişler Müfettişi 
				(1966) adlı romanı ile 
				Üçkâğıtçı (1969) adlı romanı bir çift 
				oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, 
				Üçkâğıtçı,  Müfettişler 
				Müfettişi’nin arkasıdır, ikinci cildidir.
				
				
				                
				Orhan Kemal’in öbür yapıtları gibi bu iki romanı da yeniden 
				basıldı. Türk yazını böylece önemli bir değerini gerektiği 
				biçimde korumuş oldu. Günümüzün genç kuşakları ve gelecek 
				kuşaklar Türk romanının bu önemli yazarını ve onun ürünlerini 
				böylece tanımış olacaklar.  
				
				
				               
				Müfettişler Müfettişi 
				ile onun süreği olan 
				Üçkâğıtçı adlı roman, Orhan Kemal’in öbür yazınsal 
				ürünleri gibi “gerçekçi” romanlar olarak değerlendirilebilir. 
				Kaldı ki, Orhan Kemal adı “gerçekçilik” terimini doğrudan 
				çağrıştıran bir addır. Bununla birlikte, söz konusu romanların 
				ne tür bir “gerçekçilik” içinde değerlendirilmeleri gerektiği 
				üzerinde düşünülmelidir.
				
				
				                
				Orhan Kemal siyasal yanıyla “toplumcu”, anlatıcı yanıyla 
				“gerçekçi” bir yazardır. Ama bu iki özellik onun “toplumcu 
				gerçekçi” bir yazar olduğu anlamına her zaman gelmez. Toplumcu 
				gerçekçi yazın anlayışının belli bir ereği vardır, o da emekçi 
				sınıfının iktidara yürüyüşünü, vurgulu biçimde betimlemektir. 
				Oysa ne Müfettişler 
				Müfettişi ne de 
				Üçkâğıtçı romanlarında böyle bir yönlendirme yok. 
				Orhan Kemal, Ankara’da yaşamakta olan Fikret Otyam’a gönderdiği 
				16 Aralık 1964 günlü mektubunda Kemal Tahir’i ve Tahir
				Alangu’yu anarken ‘Bilgin görünme, 
				bilginlere yol gösterme’ işini, bırakılması gereken bir 
				gülünçlük olarak değerlendirir (Fikret Otyam, 
				Arkadaşım Orhan Kemal,
				Günizi Yayıncılık, 2005, ss.243, 
				244). Bu konuyu mektubunun başka bir yerinde şöyle 
				belirginleştirir: “Ne olursa olsun, roman bilime paraleldir. 
				Bilimin ışığında gider. Bilime ışık tutabilirse de, bizzat bilim 
				yapmaz, yapamaz.” 
				
				
				                
				Bu iki roman, daha çok orta kesim ile alt orta kesimden kişileri 
				ve bireyler arasındaki ilişkileri, toplumsal yönelimleri nesnel 
				bir ışık altında sergilemektedir. Söz konusu sergilemeyi nesnel 
				kılan, roman kişilerinin karşılıklı konuşmaları, konuşmalardaki 
				ağız ve deyiş ayrımları, sözcük dağarcığı benzeşmeleri ve / ya 
				da ayrılmalarıdır.
				
				
				               
				
				
				
				               
				TARİH-TOPLUM
				
				
				                
				Şimdi bu iki romana bu açılardan bakalım:
				
				
				                
				Söz konusu romanları her şeyden önce tarihsel-toplumsal tabana 
				oturtmakta yarar var. Çünkü özellikle Orhan Kemal romanları o 
				taban üzerinde yükselirler.
				
				
				                
				Çok da önemli olmamakla birlikte, iki romanda, belirtilen 
				tarihler arasında bir çelişme var. Birinci cildi oluşturan 
				Müfettişler Müfettişi’nde, duvar takviminin “Dokuz yüz elli yedi 
				yılının Ağustos on ikisini" gösterdiğinden söz edilmektedir. 
				Anlatıdaki bu tarihi onaylayacak bir gönderge başka bir sayfada 
				şöyle yer almaktadır: “956 model Şevrole 
				de anam avradım olsun, kız gibi!” Dolayısıyla burada tarihler 
				arasında bir tutarlılık var. Romanın Varlık Yayınlarınca 1966 
				yılında yapılan birinci basımında yer alan bu göndergelere 
				ilişkin tarihler (s. 175), Tekin Yayınlarınca 2002’de yapılan 
				sekizinci basımında (s, 134) ile romanın Everest Yayınlarınca 
				yapılan dokuzuncu basımında da (s.133) hiç değiştirilmeden yer 
				almaktadır.
				
				
				                
				Roman, tek ciltten oluşsaydı bir ölçüde sorun olmazdı. Bir 
				ölçüde diyoruz, çünkü siyasal yaşamın gerçeklerine ilişkin kimi 
				belirlemeler ve değerlendirmeler, söz konusu edilen tarihlerle 
				bağdaşmadığından, okur, olayları tarihsel ortama konumlamakta 
				hep ikircikli kalmaktadır. 
				
				
				                
				Tarihleme konusunda sorun olduğu, ikinci ciltte, Üçkâğıtçı’da, 
				iyice ortaya çıkmaktadır. Üçkâğıtçı’da, anlatıdaki olayların 
				1949 yılında geçtiği anlaşılmakta; anlatı, romandaki adı Yeni 
				Parti olan Demokrat Partinin 1950 Mayısında seçimlerden 
				başarıyla çıkmasına dek sürmektedir. Kısacası, birinci ciltte 
				1957 değil de, 1949 denmiş olsaydı tarihleme açısından çelişki 
				olmayacaktı.   
				
				
				                
				İki romanda anlatılan olaylar -büyük olasılıkla- en çok bir 
				yıllık bir süreyi kaplamaktadır. Ama ilginç olan, bu bir yıllık 
				sürede mevsim dönümleri hiç belli olmamakta, sürekli olarak bir 
				yaz ya da ilkyaz havası, değişmeyen tek mevsim olarak 
				belirmektedir. Bu, romanın ilkyaz ve yaz aylarında yazılmış 
				olmasından da kaynaklanıyor olabilir.  
				
				
				                
				Müfettişler Müfettişi adlı romanın yazıldığına ilişkin ilk 
				haberlerden birini Orhan Kemal’in Fikret Otyam’a 26 Mayıs 
				1964’te yazdığı bir mektuptan öğreniyoruz: “Akbaba için yeni bir 
				mizah romanını yarıladım. Çok ama çok seveceksin. Hani kahkaha 
				ile uzun zaman lafını edeceğiz. Kelle kulağı ile ‘kalantor’ bir
				sahtekar. (…) Büyük adam çalımı ile 
				kasaba esnafını soyan cinsten. Şaraphaneleri, lokantaları, 
				otelleri müfettişmiş gibi teftiş edip avanta sızdırıyor (…)” (F. 
				Otyam, a.g.y., s.225).
				
				
				                
				Mektupta adı geçen Akbaba dergisi o dönemin en önemli haftalık 
				gülmece dergisidir. Bu da romanın, yazarca da değinildiği gibi, 
				 bir anlamda gülmece romanı olduğunun bir habercisidir. Kaldı 
				ki, romanı okurken algılanan asal yazınsal tat, gülmece tadıdır.
				
				
				                
				Orhan Kemal, gene Fikret Otyam’a gönderdiği 18 Ekim 1964 tarihli 
				mektupta, Müfettişler Müfettişi’nden söz ederken şunları 
				yazıyor: “Sizin Cumhuriyet’e [Cumhuriyet gazetesine] –bence- 
				nefis bir roman hazırladım. Değişik bir 
				konu. Sahte, kofti bir 
				beyefendinin Anadolu içinde, üçüncü sınıf bir vilayetteki ‘tahsilat 
				ve teftişleri’. Kahkahalarla güleceğini sanırım” (F. Otyam, 
				a.g.y., s. 228).  
				
				
				                
				Cumhuriyet gazetesi Orhan Kemal’e umduğu gibi yüklü ve toptan 
				bir ödemede bulunmaz, yalnızca “küçük bir avans” verir. Bunu da 
				gene Otyam’a yazılmış 12 Ekim 1964 günlü mektuptan öğreniyoruz: 
				“Cumhuriyet’e ‘Müfettişler Müfettişi’ diye bir roman verdim. 
				Parasını tamamen alıp, borçlarımı ödeyip, üst yanının mühim bir 
				kısmını eve bırakıp, geri kalanını yanıma alıp Ankara yolunu 
				tutarım diye düşünmüştüm. Gelgelelim evdeki Pazar gene ve her 
				zaman olduğunca, çarşıya uymadı. Küçük bir avans verdiler” (F. 
				Otyam, a.g.y., s.230).
				
				
				                
				Müfettişler Müfettişi, yayınevleriyle ilgili birtakım kısa 
				serüvenlerden sonra Varlık Yayınlarınca basılır. F. Otyam’a 
				gönderilen 6 Nisan 1966 günlü mektuptan:  “Benim için önemli 
				olan ‘Müfettişler Müfettişi’nin yayınlanması idi. Sağ olsun 
				Yaşar Nabi yayınladı.” 
				
				
				Orhan Kemal 10 
				Haziran 1966 günlü mektubundaysa şunları yazıyor: “Ben, yeni 
				roman tasarıları içindeyim. ‘Müfettişler Müfettişi’nin ikinci, 
				hatta üçüncü ciltlerini düşünüyorum” (s.280). Otyam’a 31 Aralık 
				1968 günlü mektuptan: “Müfettişler Müfettişi’ ile ‘Murtaza’nın 
				ikinci cildi kafamda kıpırdaşıp duruyor” (F. Otyam, a.g.y., 
				s.361).
				
				
				                
				Müfettişler Müfettişi’nin ikinci cildi Cumhuriyet gazetesi için 
				yazılmaktadır. 19 Mart 1969 günlü mektup: “Şimdiye kadar 
				Cumhuriyet için hazırlamakta olduğum ‘Müfettişler Müfettişi’nin 
				yüz sayfaya yakınını yazmıştım. Hem de bir hafta içinde. (…) 
				Yazdıklarımı gözden geçirdim. Pek fazla düzeltme olmadı. (...) 
				Pazartesiye romanın yarısı biter sanıyorum. Öbür yarısı da 
				gelecek ay içinde, pek pek gelecek 
				ay içinde bitsin. Gazeteye teslim edeceğim" (F. Otyam, a.g.y., 
				s.365).
				
				
				3 Mart 1969 
				tarihli mektuptan romanın ikinci cildinin adının konduğunu 
				öğreniyoruz: “Roman ilerliyor. Yarıyı geçti. Çok memnunum. Adını 
				“Üç Kağıtçı” koyduk ikinci cildin.” 
				[Bir açıklama: Tekin Yayınları, romanın adındaki bu yazım 
				biçimini (Üç Kağıtçı ve Üç Kâğıtçı 
				olarak) yazarın yazımına uygun olarak korumuş. Epsilon 
				yayınları, Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzuna bağlı kalarak 
				doğrusunu yazmış, Üçkâğıtçı demiş. Biz, yerine göre iki yazım 
				biçimini de kullandık. Ayrıca, sunduğumuz alıntılarda herhangi 
				bir değişiklik ya da düzeltme yapmadık.]
				
				
				                
				10 Haziran 1969 günlü mektuptan: “Üç 
				Kağıtçı’ya göz atıyor musun? Yavaş 
				yavaş politikaya giriyor herif [Herif: Romanın başkişisi 
				Kudret Yanardağ]. Burada, kulağıma 
				çalınanlara bakılırsa ilgi çok. Hele bir emekli general 
				mi, albay mı neden bahsettiler.. Adam 
				aynen şöyle demiş: ‘Bolşevik pezevenk 
				ama ne yapayım? Çok güzel yazıyor birader’ “ (F.Otyam, a.g.y., 
				s. 371).
				
				
				                
				Bir anımsatma: Orhan Kemal ve iki arkadaşı, evlerine yapılan 
				baskında kimi ‘sol’ yayınlar ile satışa daha çıkarılmamış 
				kitaplar bulundurmaktan, sabah 06.20’de yakalanarak nezaret 
				altına alınmışlardır. 10 Mart 1966’da duruşma vardır. Yazar 141, 
				142'den [komünizm propagandası yapmaktan] “tevkif” edilmiştir. 
				Orhan Kemal “içerden” çıkınca Otyam’a yazdığı 15 Nisan 1966 
				günlü mektubunda, “eşin, dostun, ahbapların ve bilhassa ilerici, 
				Atatürkçü güçlerin desteği insanı moralman 
				sağlam tutuyor” diyor ve sonra şu bilgileri verip ekliyor: 
				“TMTF’den [Türkiye Milli Talebe 
				Federasyonu olmalı. EE.] bir teklif 
				geldi: Atanın Taksim’deki anıtında ORHAN KEMAL olarak nöbet 
				bekleyip beklemeyeceğim… Tereddütsüz kabul ettim. Ne demek o? 
				Elbette. Koca Atatürk o.. Türkleri 
				‘Millet’ olarak derleyip toparlayan büyük insani (…)” (F. Otyam, 
				a.g.y., 278).
				
				
				                
				Üç Kâğıtçı'ya yeniden dönersek: 
				Orhan Kemal, Otyam’a 29 Kasım 1969’da yazdığı mektupta ona “bir 
				adet ‘Üç Kağıtçı’ yolluyorum” der ve 
				kitabın eline geçip geçmediğini bildirmesini ister ondan. İçi 
				rahat etmez, bir kez de 17 Aralık 1969’da mektup yollar ve 
				Otyam’dan kitabın eline geçip geçmediğini kendisine bildirmesini 
				ister. 
				
				
				                
				Orhan Kemal 5 Mayıs’ta Bulgaristan’a gidecektir. Gitmeden önce, 
				17 Nisan 1970 günlü mektubunda Fikret Otyam’a şunları da yazar: 
				“Sizin gazete için [Cumhuriyet gazetesi] “Üç
				Kağıtçı’nın ardı da o dönemde 
				[Bulgaristan’dan dönünce, Eylülde] yazılacak. Olmazsa 
				Cumhuriyet’e Murtaza 2”yi veririz” (F. Otyam, a.g.y., 
				s.397). 
				
				
				                
				Ama bu gerçekleşmez. Çünkü yazar 2 Haziran 1970’de Sofya Tıp 
				Enstitüsünde 21.15’te ölür. Dolayısıyla Üç 
				Kağıtçı’nın ardı da gelmez.
				
				
				 
				
				
				               
				ELEŞTİREL GERÇEKÇİLİK
				
				
				                
				Orhan Kemal’in gerçekçiliğini yeniden ele almak gerekirse, onun 
				gerçekçiliğinin “eleştirel gerçekçilik” anlayışına uygun 
				düştüğünü söyleyebiliriz. Bu gerçekçilik, anamalcı bir toplumsal 
				düzende yaşanan gündelik olayların, bireyler arası ilişkilerin 
				bir ölçüde yansız bir söylemle betimlenip aktarılması anlamına 
				gelir. Bu tanım, Orhan Kemal’in yazarlık anlayışının özeti 
				gibidir. Bu konuda Sovyet yazınbilimci 
				Svetlana Uturgauri’nin 
				değerlendirmesini de kendimize destek alabiliriz. 1963 yılında 
				Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi’nce yayımlanan Orhan 
				Kemal’e ilişkin doktora tezinde S. 
				Uturgauri Orhan Kemal’in gerçekçiliği üzerine şu 
				saptayımda bulunmuştur: "(...) Orhan Kemal’in eserlerinde 
				görülen eleştirici gerçekçilikle sosyalist gerçekçiliğin 
				kaynaşması metodu, çağdaş ilerici Türk edebiyatının dikkate 
				değer bir yanıdır” (F. Otyam, a.g.y. s.388). 
				
				
				                
				Terim konusunda kanımız şudur: Orhan Kemal bu gerçekçiliği “aydınlık 
				gerçekçiliği” (F. Otyam, a.g.y. s.121) olarak 
				adlandırmak istemiştir. Bu alanda öykündüğü, kendisine örnek 
				aldığı yazar, Fransız yazar Stendhal (1783–1842) olmuştur. 
				Stendhal 18. yüzyılın aydınlanmacı, usçu yazar ve düşünürlerinin 
				izinden gider. Stendhal için “gerçekçi gözlem” büyük önem taşır.
				Stendhal’in biçemi de nesneldir. 
				Stendhal şiirsel söylemden neredeyse tiksinir. Yazıdaki ülküsü, 
				yasaların dilinin soğukluğuna, kuruluğuna ulaşmaktır.
				
				
				                
				Orhan Kemal 2 Mayıs 1956 tarihli mektubunda şunları dile 
				getirmektedir: “Stendhal’in şu 
				sözüne hak vermiyor değilim: ‘En iyi roman üslubu, zabıt
				katibinin yazdığı zabıtlardaki kuru 
				üsluptur!’  (…) Balzac’ta, 
				Dostoyevski’de başkalarında da bu çalakalem 
				hakim. Büyük eser, söyleyecek sözü çok olmak, ‘birtakım 
				cambazlıklara’ vakit bırakmıyor. Daha açıkçası, şekil
				vıdıvıdıcılığıyla uğraşanlar, 
				sözleri olmayanlardır” (F. Otyam, a.g.y., 
				58). 
				
				
				 
				
				
				               
				ORHAN KEMAL’İN TÜRKÇESİ
				
				
				                
				Orhan Kemal’i bir yandan gönendirirken bir yandan da açmazda 
				bırakan tek konu, dil konusudur. Orhan Kemal, gerçekçiliğin 
				-kendince- bir gereği olarak karşılıklı konuşmalara çokça yer 
				vermiştir. Anlatı kişilerinin iç konuşmalarını da gene o 
				kişilerin lehçe ve ağızlarıyla, konuşma biçimleriyle 
				yansıtmıştır. 
				
				
				                
				Orhan Kemal’in roman kişilerinin çoğu, alt tabakadan 
				insanlardır. Öğrenimleri az, bilgileri kıttır. Bu kişiler 
				dillerini geliştirebilecek bireylerden olamayacakları için, 
				sözcük dağarcıkları olsun, tümceleri olsun, gelişen, özleşen, 
				yeni sözcüklerle varsıllaşan Türkçeyi yansıtmazlar.
				
				
				                
				Öte yandan, gündelik konuşma dilleri, kalıcı olmayan sözcükler, 
				basmakalıp deyişler ve deyimler içerir. Bir ya da birkaç kuşak 
				sonra bir bölümü pek de anlaşılmayacak olan bu sözceleri çok 
				kullanmak sakıncalıdır. Bu yazıda söz konusu ettiğimiz iki 
				romanda kullanılan şu sözcüklerin ve sözcelerin pek çoğunun 
				günümüz gençlerince anlaşılabileceği kanısında değiliz:
				pîizlenmek, tırıllaşmak, cünhalı 
				düşmek, erbab-ı 
				mesalih, bililtizam, müşekkel, Vehbi’nin kerrakesi,
				tavur zavur,
				Alka [İlaç, tablet], bir dilim ekmek 
				olmak, kedinin boğazına ciğer asmak, ekini belli etmemek, kul
				töbe beşir 
				edemez, birinin küfvü olmak, farz-ı 
				muhâl, fort atmak,
				tatavacı, kayarto, yüzlemek, voliyi 
				vurmak, talâkat, piyastos etmek, 
				mürtekip, tırıl olmak, kaşkariko…     
				
				
				                
				Gerçekte, Orhan Kemal de dilin eskiyebileceğinin bilincindedir. 
				Yazar, Otyam’a gönderdiği 4 Kasım 1958 günlü mektubunda, 
				Hanımın Çiftliği 
				adlı yapıtının Vukuat Var 
				adlı yapıtıyla birlikte tek cilt olarak yayımlanacağını 
				anlatarak dil konusuna şöyle değiniyor: “Dün Remzi
				Kitabevi’nden ‘Hanımın Çiftliği’nin 
				müsveddelerini tekrardan aldım. (…) Dili de pek öyle eski 
				sayılmaz. (§) Üzerinden koca dört yıl geçtiği halde kitap, 
				gücünü bitirmemiş [“yitirmemiş” olacak. EE.] 
				(F. Otyam, a.g.y. s.129).
				
				
				                
				Ancak yukarıda değindiğimiz gibi, Orhan Kemal, roman kişilerinin 
				içyapılarını, tinsel evrenlerini yansıtabilmek için anlatı 
				kişilerini konuşturmak gerektiği kanısındadır: “Birbirimizi daha 
				çok konuşmalarımızdan tanır, ukala, serseri, deli, akıllı, vs 
				gibi hükümlere varırız”, diyen Orhan Kemal, “diyaloglarımla 
				kabuktan derinlere inmek, yani ruh tahlilleri yapmak istiyorum” 
				biçiminde ortaya koyar amacını (F. Otyam, a.g.y., 
				s.110. Fikret Otyam’ın kitabındaki 
				bu açıklamalar, Dünya gazetesinin 1 Eylül 1953 günlü Sanat 
				Ekinden alıntılanmış).  
				
				
				     Orhan 
				Kemal, bu kanıda olmakla birlikte, çeşitli nedenlerle Türkçesine 
				“önem vermek” gerektiğinin de bilincindedir. Kaldı ki, çeşitli 
				yerel ağızlar, gündelik konuşma dilinin geçici değişkeleri 
				yazarın en çok bu iki romanında yer tutmaktadır. Yazar, öbür 
				romanlarında bu konuda oldukça sakınımlı davranmış, özellikle de 
				12 Eylül yönetimince kapatılmış olan Atatürkçü Türk Dil 
				Kurumu’nun (TDK) tuttuğu dilsel ışığa yönelmiştir. TDK’nin 
				önerdiği, o yıllar için oldukça yeni sayılabilecek sözcükleri 
				(kanısında olmak, tanık, kerte, yadırgı, 
				vb) doğal bir yatkınlıkla kullanmasını bilmiştir. 
				
				
				
				Fikret Otyam’a 
				gönderdiği 20.10.1959 günlü mektubunda şunları söyler: “Hiç de 
				iddialı olmadığım şu Dil Kurumu dalgasında az kalsın 
				kazanacakmışım. Ne dersin? Bundan böyle roman ve
				hikayelerimin diline çok itina 
				edeceğim. ‘Eskici ve Oğulları’, son yazdığım bu cinsten. Bir de 
				Yaşar Nabi’nin basacağı ‘Küçücük’. Onun da dili tertemizdir. 
				Vaktim olmadığı için ‘Vukuat Var’ın diline pek önem vermemiştim. 
				Ama vermek lazım” (F. Otyam, a.g.y., 
				163).
				
				
				                
				F. Otyam’a 2.8.1959 günlü mektuptan: “Bundan böyle müsveddeyle, 
				dile çok önem vererek çalışmaya karar verdim, itin kurdun 
				kulakları çınlasın” (F. Otyam, a.g.y., 
				s.154).        
				
				
				                
				Türkçenin kullanımı bakımından söz konusu bu iki romanın Orhan 
				Kemal’in yapıtlar bütününde ayrı bir yeri olduğuna yukarda 
				değindik. Söz konusu bu iki romanda, geçimlerini Anadolu’da ve 
				İstanbul’da çeşitli dolandırıcılık işleriyle sağlayan insanlar 
				anlatılmaktadır. Kanımızca bu, biraz da dolandırıcılık ile dil 
				cambazlığı arasında doğru orantılı bir ilişki olmasındandır. 
				Yaradılışları düzgün, tutumları güvenilir, özgüvenleri yerinde 
				olan insanların çeşitli dil cambazlıklarına başvurmayacakları 
				açıktır. Söylemlerini çeşitli yöntemlerle (eski sözcükler ile 
				yabancı dillerden alınmış sözcükleri bolca kullanma) 
				bulanıklaştırıp örten konuşucuların “uyanık” dinleyicilerde 
				kuşku uyandırmaları boşuna değildir.   
				
				
				                
				Orhan Kemal’in özellikle bu iki romanında dil kullanımındaki bu 
				özellikleri (eski sözcükler, ağızlar, vb) şu iki kümede ele 
				almak da iyi olur: “pittoresque” (pitoresk) 
				ile “burlesque” (bürlesk).
				
				
				                
				“Pittoresque 
				bir betik”, çeşitli ağız, diyalekt, jargon, argo, vb 
				dil katmanlarına ve dil düzeylerine ait sözcüklerin kullanıldığı 
				yazılar olarak da bilinir. Bu tür betiklerin de kendilerine özgü 
				sevimlilikleri ve renkleri vardır. Örneğin 
				Rabelais’nin (1494–1553) yapıtları, 
				Pantagruel 
				(1532), 
				Gargantua 
				(1534) “pittoresque” olmalarıyla da 
				özgünleşirler. [‘Pittore’, 
				İtalyancada ‘resim yapmak’ demektir. 
				Pittoresque, yazın terimi olarak, ‘yerel renk’ (giyim 
				kuşam, gelenek görenek, ağız, söz, vb) özelliklerin özgün 
				yanlarıyla verilmesi anlamına gelir.]
				
				
				                
				“Burlesque 
				bir betik”, bir tür güldürü betiğidir. Betiğe güldürü 
				özelliği veren, daha çok, betikte kullanılmış olan eski 
				sözcüklerdir. Burlesque, 17. yüzyıl 
				Batı Avrupasında parlamış bir yazın 
				yönelimidir. Bu yönelimi besleyen toplumsal sınıf, varsıllıkları 
				artmakta olan orta kenter sınıfıdır. Bu orta kenterler, 
				incelikleri iyice yapmacıklaşmış olan soylularla ve büyük 
				kenterle alay etmek için, onların dildeki yapmacıklıklarına (Préciosité) 
				[Bu konuya, “Ağza Alınmayan Sözcükler” başlıklı yazımızda 
				değinmiştik, TDD sayı 133.] karşılık, kaba bir gerçekçilik 
				anlayışını özümsemişlerdir. Alaylarındaki güldürüye, eski 
				sözcüklerin kullanımı da iğneleyici bir renk katmıştır.
				
				
				                
				Orhan Kemal’in söz konusu bu iki romanında “burlesque”, 
				göze çarpan bir özellik olarak okuru gülümsetir. Romanın 
				başkişisinin sözde bir “paşazade” olması, köklerinin sözümona 
				Osmanlı Sarayına dek uzanması, eski sözcüklerin ve deyiş 
				biçimlerinin kullanmasıyla örtüştürülmeye çalışılır. Bunun 
				yanında, resmi dile ilişkin sözceler ve tüze terimleri de “sade” 
				bir yaşam süren, eğitim düzeyi düşük toplumsal ortamlarda “burlesque” 
				etkisi yapar…                  
				
				
				                
				Yukarıda Orhan Kemal’in Türkçesine “çeşitli nedenlerle” önem 
				vermesi gerektiği bilincine erdiğini de belirtmiştik. Bu 
				nedenlerden biri, kendisine yöneltilen “dilsel eleştiri” 
				olmuştur. Orhan Kemal bu eleştirileri küçümseyip yok saymamış, 
				tersine, olgun bir tutumla onları değerlendirmeyi bilmiştir. 
				Bununla birlikte yaptığı savunmalar da yabana atılır gibi 
				değildir. 
				
				
				                
				Orhan Kemal, dilini iki bakımdan savunur:
				
				
				                
				1.) “Uzun uzun ruh tahlilleri 
				yapmaya kalkışmaktansa, muhaverenin diyalektiği ile bu işi 
				başarmanın çok daha tabii olacağı kanaatindeyim” (F. Otyam, 
				a.g.y., s.110).
				
				
				                
				2.) “Öz dilini doğru dürüst konuşamayanlarla yurdumuz 
				dopdoluyken, bunlar da ezici çoğunluğu teşkil ederken, 
				tiplerinizi niçin, öz dilini doğru dürüst konuşan insanlardan
				seçer, yahut tipler uydurursunuz?   
				
				
				                
				(…) “(…) bütün hayatım Anadolu –sizin tabirinizle- yerli 
				ağızlarla konuşmaya mahkûm insanlar arasında geçti.”
				
				
				                
				(…) “(…) edebiyatımızın hikaye ve roman tarafı başlangıçtan 
				bugüne kadar, öz dillerini iyi konuşan azınlığın maceralarıyla 
				dolu” (F. Otyam, a.g.y., s.112).
				
				
				 
				
				
				               
				ROMAN ÇİFTİNİN İZLEĞİ
				
				
				                
				Asım Bezirci’nin hazırladığı Orhan 
				Kemal adlı derleme yapıtta, Müfettişler Müfettişi ile Üçkâğıtçı 
				üzerine yapılmış değerlendirmeler bizi oldukça şaşırttı. Behçet
				Necatigil’in 1979’da, Tahir
				Alangu’nun 1967’de, Tarık Dursun 
				(K.)’nın 1966’da, Tevfik
				Akdağ’ın 1966’da, Naci Çelik’in 
				1974’te, Mehmet Ergün’ün 1972’de, Salih Yurttaş’ın 1974’te 
				yayımlanmış değerlendirmelerinden kimi alıntılar, bu roman 
				çiftinin konusu ve izleği üzerine yer yer 
				pek de yerinde saptayımlarda bulunulmadığını göstermektedir. 
				Bunun nedeni, bu romanların anlamlarının romanların içinde 
				değil, dışında (dönemin toplumsal-siyasal baskın öğretisi, 
				romanları yeni öğrenilen yazınbilim terimlerine uyarlayarak 
				açıklama çabası, Anadolu insanına ilişkin -yanlış- bilgiler, 
				Gogol’un Müfettiş’i…) 
				aranmasıdır.
				
				
				                
				Oysa söz konusu romanlar, kendi konularını ve izleklerini 
				kendileri seslendirmektedirler.
				
				
				Şöyle:  
				
				
				                
				“[Anlatıcı]: Uydurma doktor, uydurma hakim, 
				uydurma subay olayları gazetelerde sık sık 
				okunur, gülünür, sonra da unutulurdu. Bu arada: ”-Vay namussuz 
				vay!” diyenlerin yanında, “-Ulan aşk olsun herife be, bravo!” 
				diyenler de olurdu” (Müfettişler Müfettişi, s. 394).  
				
				
				                
				“[Romanların başkişisi]: Milletimizin, yani fakir
				fıkaramızın inanıvermek huyu vardır” 
				(Üç Kâğıtçı, s.43).
				
				
				                
				“[Romanların başkişisi]: (…) bende bu palavra, onlarda da 
				palavraya kanma ihtiyacı olduktan sonra, onları daha
				çoook aldatırım” (Üç Kâğıtçı, 
				s.215).
				
				
				                
				“[Romanların başkişisinin iç konuşması]: Dümenine bakacaktı o. 
				Gemisini nasıl yürütürse o türlü davranmalı şu ‘Fâni dünya’da” 
				(Üç Kâğıtçı, s.61).
				
				
				                
				“[Bir roman kişisinin ağzından]: Bu dünya dolap dünyası. 
				Dolabını döndür de nasıl döndürürsen döndür” (Müfettişler 
				Müfettişi, s.396).
				
				
				Son alıntıda 
				geçen “dolap dünyası” deyimi, bize Fransız güldürü tiyatrosu 
				yazarlarından Le
				Sage’ı (1668–1750) anımsattı. Onun
				
				Turcaret
				(1709) adlı yapıtında oyun kişilerinden Barones’in 
				çapkın sevgilisi Şövalye, çeşitli vurgunlarla varsıllaşmış eski 
				uşağı Turcaret’e şöyle der: “Bu 
				dünya dolap dünyası. Biz Barones süslüsünü yoluyoruz, Barones, 
				bir işadamını söğüşlüyor, işadamı başkalarını soyuyor. Bir taşın 
				suda sekmesi gibi…”
				
				
				Orhan Kemal’in 
				daha ilk romanı Baba Evi’nde 
				(1949, s.34) gördüğümüz bir tekerleme bu roman çiftinde de sıkça 
				geçiyor: “Eşekten büyük at, attan büyük deve, deveden büyük fil 
				var.”  Taşın suda sekmesi gibi…
				
				
				Kısacası: Bu 
				roman çiftinin izleği, evrensel bir izlektir. Evrensel derken, 
				her çağda ve her yerde görülen olaylar, olgular, durumlar söz 
				konusu edilmektedir demek istiyoruz. Orhan Kemal’in roman 
				çiftinde bu izleği özgün kılan, evrensel olanın yerel renklerle 
				ve canlı anlatımla verilmiş olmasıdır.
				
				
				 Sonuç olarak: 
				Orhan Kemal’in yapıtlarını okumamışsak, dünyaya ve Türk 
				toplumuna ilişkin bilgilerimiz, kimi kez eksik bilgiler olarak 
				kalabilir. Dış görünüş aldatıcıdır da ondan. 
				
				
				 
				
				
				 
				
				
				               
				KAYNAKLAR
				
				
				                
				Orhan Kemal, Müfettişler 
				Müfettişi – 1, İstanbul, Everest Yay. 9. Baskı: Şubat 
				2007, 305 s.
				
				
				                
				Orhan Kemal, Müfettişler 
				Müfettişi, İstanbul, Tekin Yayınevi, 2002, 303 s.
				
				
				                
				Orhan Kemal, Müfettişler 
				Müfettişi, İstanbul, Varlık Yay, 1966, 399 s.  
				
				
				                
				Orhan Kemal, Üçkâğıtçı, 
				İstanbul, Epsilon Yay., 9. Baskı: 
				2005, 318 s.   
				
				
				                
				Orhan Kemal, Üç
				Kağıtçı, İstanbul, Tekin 
				Yayınevi, 1969, 414 s.
				
				
				                
				Otyam , F., 
				Arkadaşım Orhan Kemal, 
				İstanbul, Günizi Yayıncılık, 2005.
				
				
				
				                
				Bezirci, A., 
				Orhan Kemal, 
				İstanbul, Tekin Yayınevi, İkinci Basım: 1984.