| 
			 
			Türk edebiyatının önemli 
			eserleri son yılların en etkili iletişim araçlarından televizyon 
			kanallarında halkımıza birer dizi olarak gösteriliyor. Daha eski 
			yıllarda sinema filmi biçiminde çekilen romanlar bu kez haftalarca 
			süren dizilerle karşımıza çıkıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki 
			yazar kadrosu olarak bilinen Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip 
			Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Memduh Şevket Esendal, Esat Mahmut 
			Karakurt, Kerime Nadir vb. başta olmak üzere bugüne kadar birçok 
			yazarımızın romanlarını birer sinema filmi olarak izlemiştik. Ancak 
			bunların gösterim süreleri yaklaşık iki saatte bitiyordu ve 
			sonraları arşive kaldırılıyorlardı. Hatta bazılarının oyuncu 
			kadrosu, yönetmeni, yapımcısı değişiyor ve ikinci kez filme 
			çekiliyordu. 
			
			Son yıllarda günümüzün veya 
			gecemizin büyük bir bölümünde en az 4-5 saat süren TV kanalları 
			arasında dolaşmamızı önemseyen yapımcılar, edebiyatımızın hemen her 
			kesim tarafından beğenilerek okunmuş olan ünlü eserlerini birer dizi 
			hâline getirip seyirciyle buluşturmayı yeğler oldular. 
			
			Elbette dilimizin ve 
			edebiyatımızın bu güzel örneklerinin tekrar gündeme getirilmesi ve 
			genç insanlarımızın eski dönemlerin yazarlarının ve onların 
			eserlerinin farkına varmaları bakımından bu tür dizilerin yararlı 
			olduğu bir gerçektir. Orta öğretim ders kitaplarında ancak birkaç 
			küçük metin parçasının yazarı olarak görülen imza sahiplerinin 
			yeniden ve daha geniş bir biçimde işlenmesi, genç kuşaklara yapılan 
			değerli bir hizmettir. Bu yolda atılan adımlar başarılı olmuş, 
			gündeme getirilen yazarlar ve eserler yayınevleri tarafından tekrar 
			tekrar basılarak geniş bir okuyucu kitlesi kazanılmıştır. 
			 
			
			Burada tutulan yolun bir başka 
			yönü daha vardır. O da ilgili romana bağlı kalarak yazılması gereken 
			film veya dizi senaryosudur. İşte tam bu noktada aykırılıklar, 
			yanlışlar, sapmalar ve romanla hiç ilgisi olmayan ara konular, 
			kişiler ve olaylar senaryoda karşımıza çıkmaktadır. Dizinin 
			senaristi veya senaristleri romanla uzaktan yakından ilgisi 
			görülmeyen çeşitli sahneleri uzun uzun yazmakta, başka bir deyişle 
			diziyi mümkün olduğu kadar uzatmak, haftalarca sürdürebilmek 
			amacıyla romandan tamamen uzaklaşmaktadır. Bu uzaklaşma sadece konu, 
			kahraman ve olay açısından olmamaktadır. Asıl önemlisi romancının 
			özgün dili bütün güzelliğiyle ortadan kaldırılmaktadır. Yazarın 
			tanımları, tasvirleri, kullandığı deyimler ve daha birçok dil 
			zenginliğinin örnekleri senaryoda atlanmakta, belki de kasıtlı 
			olarak aktarılmamaktadır. Senaristlerin kendi günlük çıkar 
			ilişkilerinden kaynaklanan basit bir dil, yavan bir anlatım biçimi 
			Türkçemizin bu usta kalemlerine karşı yapılan en büyük ihanettir. 
			Dizileri izleyenler romancımızın güzel Türkçesini duyamıyorlar, 
			yeteneği onlara göre çok daha kısıtlı olan senaristlerin yarı bozuk, 
			yarı anlamsız Türkçesi ile yetinmek zorunda kalıyorlar. Büyük bir 
			bölümü çoktan ebediyete göçmüş olan o yazarlarımızın geride kalan 
			çocukları veya mirasçıları bu bozulmalara nasıl olur da izin verir, 
			anlamak mümkün değil! Bu, bir bakıma kendini öldürmek gibi bir şey, 
			yani intihar etmek! Bindiği dalı kesmek! Gelecek üç beş kuruş için 
			yazarın bütün ününün, saygınlığının yok olmasına izin vermek! O 
			büyük yazarın haklı olarak elde ettiği üne bu tür bir leke 
			sürüleceğini hiç mi düşünmezler?  
			
			Bu konuyu daha da ayrıntılı 
			olarak anlayabilmek amacıyla son aylarda yine bir dizi olarak 
			karşımıza getirilen 
			Hanımın Çiftliği
			örneği üzerinde 
			durmak istiyorum. Orhan Kemal bu büyük eserini bir üçleme biçiminde 
			kaleme almıştır. Üçlemenin ilk cildi 
			Vukuat Var 
			başlığıyla 1958 yılında 
			okuyucuya ulaşmıştır. İkinci cilt 
			Hanımın Çiftliği
			ise üç yıl sonra 
			1961 yılında yayımlanmıştır. Son cilt 
			Kaçak 
			aradan uzun bir süre geçtikten 
			sonra ancak 1970 yılında okuyucuyla buluşmuştur. Bir ara mevcudu 
			bulunmayan, baskıları biten bu üçleme, dizinin başlaması ve izleyici 
			tarafından beğenilmesi sonunda tekrar tekrar basılarak kitap 
			raflarında okuyucuya sunuldu. İyi ki sunuldu, çünkü diziyi ilgiyle 
			izleyenler kitapları da satın alarak okuma fırsatını yakaladılar. 
			Ancak bu okumalar karşısında şaşkına döndüler… Çünkü 
			Hanımın Çiftliği
			dizisi ilk 
			haftalardaki birkaç bölümün dışında Orhan Kemal’in eseri olmaktan 
			tamamen çıkmış, bambaşka bir film 
			hâline 
			dönüştürülmüştü. Neredeyse 1970’lerde 2-3 günde çekilip bitirilen 
			basit bir Yeşilçam filmi biçimine sokulmuştu.  
			
			
			Hanımın Çiftliği 
			dizisi, ilk 
			haftalarda roman üçlemesinin ilk kitabı 
			
			Vukuat Var 
			nispeten daha 
			çok göz önüne alınarak senaryolaştırıldığı için bu romanı okuyanları 
			da pek rahatsız etmedi. Ancak o haftalarda izleyici sayısının fazla 
			olmasına sonraki haftalarda rastlayamadık. Başlangıçtaki merak ve 
			ilgi her hafta giderek azaldı. Yakında diziye son verilirse hiç 
			şaşmamak gerek… Burada bazı noktaları şöyle vurgulamak daha doğru 
			olur: Birincisi ve en önemlisi dizideki oyuncu kadrosundaki 
			kahramanların romanda fiziki özellikleri belirtilen kişilere pek az 
			benzemesidir. Başrol oyuncusu Güllü, daha sonraki adıyla Serap Hanım 
			ile ilgili olarak romanda şu tür özellikler yer yer karşımıza 
			çıkıyor (Roman adlarının kısaltması VV ve HÇ olarak gösterilmiştir):
			 
			“On 
			altıya girmeye birkaç ay kalmıştı. Kanlı canlı taptaze, güzel… çok 
			güzeldi.” (VV., S. 20/21).  
			“Ne 
			kızdı ya! Avrat dediğin, sırasında böyle yiğit olmalı, eli silah 
			bile tutmalıydı” (VV., s. 49).  
			“Oğlan 
			amma da dikmişti gözlerini kıza ha! Dikmişti, hoşlandığı da belliydi 
			ya, kız onun yanında deve gibiydi… Güllü onu bir tutuşta çocuk gibi 
			öfeler, gerekirse yerden yere çalardı… Kız birden boy atıp gelişmiş, 
			gemi de azıya almıştı (VV., s. 51).  
			“Kendine 
			çekecek, sımsıkı saracaktı. Kucaklayıp kaldırabilir miydi? 
			Kaldıramazdı belki de. İriydi kız, uzun boylu.” (VV., s. 97). 
			 
			“Kız 
			boy atmış, yetişip gelmişti… Güllü hiçbirine benzemiyordu. Boy, pos, 
			kalıp, kıyafet… Babasına çekmiş olacaktı. Cemşir de boylu poslu, 
			kalıplı, kıyafetli.” (VV., s. 124)  
			“Gözlerinin 
			önünde Güllü canlandı. İriyarı, güçlü kuvvetli. Reşit çocuk gibi 
			kalırdı onun yanında.” (VV., s. 167).  
			“Evet, 
			kız uzun boyluydu kendinden, güçlüydü de. Güçlüydü ama, ne önemi 
			vardı?” (VV., s. 273)  
			“Boyluydu 
			boylu olmasına, göğüsleri iri.” (VV., s. 947).  
			
			
			(Zaloğlu/Ramazan’ı kastediyor) “Koca der mi insan ona be? Onu bir 
			tokatta yıkarım.” (HÇ., s. 21).  
			“Lakin 
			kız da kızdı hani… Boy, pos, endam…” (HÇ., s. 35). 
			 
			“Ramazan 
			gerçekten de eşeğe benziyordu deve gibi kızın yanında.” (HÇ., s. 
			42).  
			“Böyle 
			bir kızı kovabilir miydi? Etli, butlu, bıngıl bıngıl kızı.” (HÇ., s. 
			47).  
			“Güllü 
			atmaca gibi yetişti. Zaloğlu’nu Gülizar’ın elinden çekip aldı. Erkek 
			gibi dövüşüyor, tokadı attıkça oğlanı yerden yere seriyordu… 
			Zaloğlu’nu altına aldı, yumruklamaya başladı” (HÇ., s. 48). 
			 
			“Hâlâ 
			hamle eden kızın öfkeden tiril tiril titreyen kuvvetli vücudunu 
			kolları arasına aldı. Zor zaptediyordu.” (HÇ., s. 49) 
			 
			
			Orhan Kemal’in 
			roman k a h r a m a n ı olan Güllü için düşündüğü tipin 
			özelliklerini daha fazla örneklemeye gerek yok… Bütün bunları 
			dizideki oyuncu Özgü Namal’ı göz önüne getirdiğimizde çok büyük bir 
			seçim yanlışı yapıldığı anlaşılıyor. Romandaki tiple taban tabana 
			zıt özelliklere sahip oyuncu, oyuncunun son yıllarda sağladığı 
			şöhreti dolayısıyla mı seçildi? Romandaki kız 16 yaşında! Oyuncu ise 
			35’ine doğru gidiyor. Sonradan evleneceği Muzaffer Bey (Mehmet 
			Aslantuğ) ise kırkını geçmiş yaşlarda; aralarında en az otuz-otuz 
			beş yaş farkı olması gerekiyor, romana göre… Bu nokta hiç dikkate 
			alınmadan yapılmış yanlış bir seçim!.. Orhan Kemal’in anısına en 
			azından bir saygısızlık görülüyor bu noktada…  
			
			İkinci önemli 
			ihanet noktası 
			
			Vukuat Var’ın 
			sonlarına doğru Güllü’nün sevgilisi Kemal’in öldürülmesidir. Kardeşi 
			Hamza ve babası Cemşir, Güllü’yü evlerinde acımasızca döverken 
			kapıyı kırıp içeri dalan Kemal, Hamza’nın tabancasından çıkan tek 
			kurşunla başından vurulup ölür. Güllü ancak onun ölümünden sonra 
			Ramazan’ın / Muzaffer Bey’in çiftliğine gitmeye mecbur kalır. Bu 
			mecburiyet onu çiftliğin ağası Muzaffer Bey’e yaklaştıracak ve 
			sonunda onunla evlenecektir. Dizinin senaristi filmi haftalarca 
			uzatabilmek amacıyla Kemal’i öldürmemiş, çiftliğe şoför olarak 
			sokmuştur.  
			
			İlk birkaç 
			bölümden sonra böylece dizi senaryosu romandan tamamen ayrılmış, 
			bambaşka olaylar ve kahramanlar dizide boy göstermeye başlamıştır. 
			Bu uydurma tiplerden biri de, romanda hiçbir yerde geçmeyen Muzaffer 
			Bey’in kız kardeşidir. Dizide yer yer olaylarıyla, tavırlarıyla ön 
			plana çıkarılan bu kadın tamamen Yeşilçam düşüncesine özdeş bir 
			tutumla diziye eklenmiştir, başka bir şey değil!.. Bu tür entrika 
			çevirecek bir kardeş tipini Orhan Kemal gibi bir usta kalem 
			düşünemez miydi? İstese çok daha farklı tipleri romanında 
			canlandırabilirdi. Elbette… Ancak o romanın asıl kişisinin Güllü 
			olmasını düşünüp planlamış, sonraları da ikincil bir tip olan 
			Muzaffer Bey’i onun karşısına çıkarmıştır. Romanın ana yapısı bu 
			biçimde de işlenmiştir, zaten!..  
			
			Bütün bunların 
			yanında çok daha önemli bir nokta dikkatimizi çekiyor. O da romanda 
			kullanılan dilin özellikleri ile dizideki basit, yavan, özenilmemiş 
			dil!.. Orhan Kemal Çukurova insanını en ince noktasına kadar iyi 
			tanıyor; zaten onların arasından çıkmış. Onların yerel 
			kullanımlarına kendi edebî ve estetik görünümlü, zengin söz 
			varlığıyla katkıda bulunurken tam bir Türkçe ziyafeti hazırlıyor 
			okuyucusuna… Yerli yerine oturttuğu, (ölçünlü) standart Türkçede 
			bulunmayan özel anlamlı yerel sözler, farklı anlamlar yükleyerek 
			düzenlediği cümleler, konuşmayı daha da güçlü kılmak için birbiri 
			ardına iliştirdiği kısa cümleler, bilinen deyimlerin sıralanması 
			veya bilinmeyen güzel deyimler…  
			
			Orhan Kemal’in 
			bu üçleme eserini Türkçenin zenginliğini ortaya koyma bakımından 
			gözden geçirdiğimizde, aşağıda verdiğim örneklerde de görüleceği 
			gibi, Türk dilinin bütün kıvraklığını, içtenliğini, güzelliğini, 
			anlam zenginliğini ve yaratıcılığını hemen fark ediyoruz. Her üç 
			romanı okuyup bitirdikten sonra yaptığım özel amaçlı taramalar 
			sonunda bulabildiğim yüzlerce söz, söz öbeği ile deyimleri 
			
			Türkçe Sözlük 
			(TDK, 2005) ile 
			Genel Ağ’daki 
			
			Güncel Türkçe Sözlük 
			sayfalarında 
			aradım. Bulabildiklerimin çok büyük bir bölümünün -yaklaşık dört yüz 
			kadarının üçte ikisi- her iki çalışmada da yer almadığını veya çok 
			az yer aldığını gördüm (31.1.2010 tarihi sonunda). Hem Orhan 
			Kemal’in ustalığını kanıtlamak, hem Türkçemizin güzelliklerini 
			sergilemek bakımından okuyucularımıza bunların hiç olmazsa bir 
			bölümünü göstermek istiyorum. Örneklerde metinler yerimizin darlığı 
			yüzünden mümkün olduğu kadar kısa tutulmuş, ancak anlamı verebilecek 
			bölüm öne çıkarılmıştır. Romanları okuyanların bu güzel örneklerin 
			önünü ve sonunu rahatlıkla bulacaklarını, Türkçemizin zevkine 
			varacaklarını içtenlikle söyleyebilirim. Önce örneklerimizi görelim, 
			sonradan yorumlara bakabiliriz.  
			
			Önce ölçünlü 
			Türkçede olmayan birkaç söz ile ilgili olanlardan örnekler: 
			 
			
			
			yadırgı: 
			Yabancı, “Hatta 
			güzelliğiyle ün salmış küçük teyzesinden ötürü utanır, isterdi ki 
			yakınları çirkin, yadırgılarsa tevatür olsunlar.” 
			(VV., s. 52). “Bir 
			kız, yadırgıların bulunduğu mecliste, gözlerini eğip eteğiyle oynadı 
			mı, yadırgılardan birine gönlü kaydı demekti.” 
			(VV., s. 52).  
			
			
			çıpkı: 
			Ucu çuvaldızlı değnek. “Eşek 
			ön ayaklarıyla dimdik, yularından çekilmek değil, çıpkıyla kıçına 
			kıçına vurulduğu hâlde adımını bile atmıyordu.” 
			(VV. s. 29). “Genç 
			adam, hayvanın kıçına kıçına vurduğu çıpkıyı elinden alırken eli 
			eline değmişti.” 
			(VV. s., 29).  
			
			
			suyabatmaz: 
			Yalancı, sahtekâr, düzenbaz. “Kör 
			Tahir’i tanıyor, suyabatmaz, itin biri olduğunu yakından bildiği 
			için de hiç sevmiyordu”. 
			(VV. s. 38).  
			
			
			bes: 
			Sadece. “Yiğit 
			adamın yiğitliğine bes çizme yeter.”1
			
			
			(VV., s. 119).  
			
			
			pot: 
			Asılsız. “Allah 
			var ya, çapa makinası bana pot geliyor.”2
			
			
			(VV. s. 159).  
			
			
			sıravardiya: 
			Bir sırada olan. 
			
			“Sıravardiya göz göz odaların çepeçevre bulunduğu avluda ağırdan 
			ağırdan hareket başlamıştı.” 
			(VV., s. 229).  
			
			
			seçi: 
			Fark. “Bazen 
			dörder beşer toplanıyor, ne konuştuklarının da pek seçisine 
			varmadan, konuşuyorlardı.” 
			(VV., s. 230).  
			
			
			tırıl: 
			Parasız, cimri : “Masamıza 
			gelip oturmuş bir insanın içtiği rakıyla yediği yemeğin parasını 
			veremeyecek kadar tırıl değiliz.” 
			(VV., s. 327).3
			 
			
			
			kındırık: 
			Yarı açık : “Eğildi, 
			kındırık kapıdan içeri baktı; uyuyorlardı.” 
			(VV., s. 331).  
			
			
			Bazı ikilemeler de dikkatimizi çekiyor. Söz gelimi:  
			
			
			hâlli mallı: 
			Hâli vakti yerinde, nispeten zengin kişi: 
			
			“Cemşir’in babası ora toprak beylerinden hâlli mallı bir 
			ihtiyar.” 
			
			(VV., s. 3). 
			
			Bütün ümidi bu kızdaydı şu sıra. Satacaktı onu hâlli mallı 
			birine.” 
			
			(VV., s. 124).  
			
			
			ayın uyun: 
			Alelade, rasgele. 
			
			“Paşa dediği de hani öyle ayın uyun paşalardan değil haaa…” 
			
			
			(VV., s. 41).  
			
			
			perde perde: 
			Yavaş yavaş. 
			
			“Kadın ölmedi. Perde perde kendine geldi.” 
			
			(VV., s. 127).  
			
			çala pedal: 
			Hızla pedal çevirerek. 
			
			“Üstünün başının çamurlarına aldırış etmeden kızı bisikletine 
			bindirsin, çala pedal kaçsınlardı oradan.” 
			
			(VV., s. 149).  
			
			
			alımlı çalımlı: 
			Boylu boslu güzel. “Yüzü 
			belirsiz, alımlı çalımlı bir kadın içinde canlanarak sanki emretti.” 
			(VV., s. 293).  
			
			
			aftos piyos 
			
			(geçmek): Önem (vermemek). 
			
			“Bu, karşınızda gördüğünüz bu fakir, dayısına aftos piyos geçmiş 
			bir kardaşınızdır.” 
			
			(HÇ., s. 255).  
			
			
			bugünlük yarınlık: 
			Hemen hemen; olması, yapılması çok yakın. 
			
			“Eve geldi. Karnı burnunda, bugünlük yarınlık karısına dikkat 
			bile etmeden, odaya geçti.” 
			
			(HÇ., s. 293).  
			
			Bu örnekler 
			Orhan Kemal’in dilimizi yerel özelliklerini de gözeterek nasıl 
			işlediğini gösteren birkaç örnek. Ancak yazarımızın asıl hüneri 
			yüzlerce deyimi ve hatta atasözünü büyük bir başarıyla ve titizlikle 
			kullanmasıdır. Bazı sayfalarda öyle bölümler var ki, cümleler ardı 
			ardına kurulup sıralanırken deyimler de ardı ardına gelerek 
			konuşmayı veya anlatım gücünü pekiştiriyor. Kitapların o sayfaları 
			okunurken insan işlenen konunun içinde buluveriyor kendini, 
			sürüklenip gidiyor. Dilin lezzetini, zenginliğini ve gücünü bir kez 
			daha anlıyor. Orhan Kemal’in yaratıcılığına hayran olmamak elde 
			değil!.. Ama bütün bu güzellikleri haftalık dizilerde asla 
			bulamıyoruz. Bulamadıklarımın bazılarını aşağıda aktarıyorum. Ancak 
			ne kadarını aktarırsam aktarayım, bu üçleme eserdeki gücü ve 
			güzellikleri gösteremeyeceğini biliyorum. Amacım dizinin 
			senaristlerinin işlerine ne kadar üstünkörü ve yavan baktıklarının 
			birkaç örneğini sergilemek. Bu deyim ve atasözlerini unutmamak için 
			özellikle burada belirtmek istedim:  
			“Ona 
			kalsa hemencecik memlekette 
			düdük olur, dile 
			düşerdi.” (VV., s. 
			21).  
			“Şunu 
			iyi bil ki, bu dünyada bugün 
			attığımız taş 
			istediğimiz kuşu vurmuyor.” 
			(VV., s. 26). “Herkes 
			attığı taşın 
			istediği kuşu vurmasını, aşığının cuk oturmasını 
			ister.” (VV., s. 26). 
			 
			“Yalnız,
			ayağına 
			çalı çırpı dolaşmasın 
			da nerede gezerse gezsin,
			gönlünü 
			nerede 
			eğlendirirse 
			eğlendirsindi varsın!” 
			(VV., s. 31).  
			“Bir 
			ara cilaya 
			gelen Hamza müthiş 
			bir nara 
			attı.” (VV., s. 46).
			“Boyun 
			eğmiyordu. Feleğe minneti yoktu, takmıyordu ağa mağa.” 
			(VV., s. 49). 
			 
			“Oğlan 
			gerçekten 
			kıza abayı yakar da
			iş kıvamına 
			girerse, Cemşir
			bir iki 
			demez, kızını bu
			ufak tefek
			ama soylu 
			delikanlıya 
			verirdi.” (VV., 
			s. 51).  
			“Dul 
			karı kahrından sonra 
			ağız tadıyla 
			Bağdad’ı onarmak, şu 
			anda dünyanın en güzel, en zevkli hele hele en gerekli işiydi.” 
			(VV., s. 98).  
			“Allahuteala 
			bunca mal mülk vermiş, 
			ekmeğini pişkin, 
			atını eşgin etmişti.” 
			(VV., s. 93). 
			 
			“Kara 
			kuvvetin 
			kıpırdanışlarına 
			göz yummak 
			ihanetti, büyük ihanetti 
			hem de.” (VV., s. 103).  
			“Ne 
			günlerce kalınmıştı 
			Yarabbi! 
			Gün günden beter geliyor, gelen gideni aratıyordu.” 
			(VV., s 117). 
			 
			“Nesine 
			gerekti Halkçılık ya da Demokratlık… İkisi ortası kalmakla 
			ne kızı verir ne 
			de dünürü küstürürdü.” 
			(VV., s. 117). 
			 
			“Kadın 
			en az yirmi, hatta yirmi beş yaş büyüktür ondan. Kim bilir 
			ne harman yerleri 
			dişlemiş, ne hendek ne çitlerden atlamıştı.” 
			(VV., s. 122/123). 
			 
			“Makine 
			dairesinin önünden gelip geçmek, 
			ters ters bakmak
			marifet değildi,
			içlerindeki 
			erik kurusunu döksünlerdi ortaya.” 
			(VV., s. 136). 
			 
			“O, 
			günde temiz bir yüzlük kazansa 
			kuyruğu balmumuna 
			dönerdi ki, tadından yenmezdi, 
			hani.” (VV., s. 161). 
			 
			“Kız, 
			kız değil, 
			bir Allah’ın belası, yedi denizin dışarı attığıdır.” 
			(VV., s. 166). 
			 
			“Hatırını 
			sayarsa sen de say. 
			Saymadı da 
			cart curta başladı 
			mı, 
			kuyruğuna tenekeyi bağla, at tekmeyi!” 
			(VV., s. 203). 
			 
			“Burun 
			buruna olurlarsa birbirlerine 
			çabucak 
			doyar, 
			birbirlerinden 
			bıkıp usanırlar, 
			başladı dırıltı.” (VV., s. 210).  
			“Ben 
			senin gibilere 
			kemiğimi kemirtmem
			ya, hele şu 
			fırtınayı 
			atlatalım 
			hayırlısıyla!” (VV., s. 246).  
			“Yaşlı 
			Dakur’la az 
			mı çene çeneye vererek hayaller kurmuş, dağları az mı bedesten 
			etmişti.” (VV., s. 
			256).  
			“Bu 
			bilgilerimizle 
			kulaktan kopma, 
			ağızdan dolma 
			bilgilerimizle, 
			yaya kalmaya 
			mahkûm Tatar ağalarından 
			başkası değiliz.” (VV., s. 
			269).  
			“Bey
			
			tırnaksızlık eder de, avrada dolanırsa, 
			senin de, benim de 
			tepemize çıkar, 
			amir, kumandan kesilir.” 
			(VV., s. 299). 
			 
			“Uzun 
			lafın kısası, biçimine getirilip 
			Fellah oğlunun 
			vücudu ortadan 
			kaldırılmaydı. Böyle 
			davranılırsa, kızın 
			umudu kesilir, 
			kolu kanadı kırılır, 
			istedikleri adama 
			tıpış tıpış 
			giderdi, zaten bütün 
			mesele, istedikleri adama 
			tıpış tıpış 
			gitmesiydi. Olmazsa
			işler sarpa 
			saracak, öteki beş 
			yüz güme 
			gidecek...” (VV., s. 
			308).  
			“Fütur 
			getirme kardaş! İyi
			günler 
			göreceğiz. Dem sürüp devran getireceğiz. İçime doğdu. 
			(VV., s. 310). 
			 
			“Beyin 
			huyu malum. 
			Eline, eteğine ne 
			kadar pis 
			olduğunu sen benden 
			âlâ bilirsin.” (HÇ., s. 3).  
			“Amanı 
			zamanı yok, Zulmün binası olmaz. Zulüm ile âbâd olan, encamı berbat 
			olur. Ne oldum deme, ne olacam de.” 
			(HÇ., s. 10). 
			 
			“Sen 
			olsan, atın 
			yerine eşeği bağlar mısın? 
			dedi Güllü.” (HÇ., s. 30).
			 
			“Bağlamam 
			bacım, tövbe bağlamam! 
			Atın yerine eşek 
			bağlanır mı?” (HÇ., 
			s. 30).  
			“Ne 
			olsa misafirdi. Zaten duracağa benzemiyordu. 
			Atın yerine eşeği 
			bağlamayacağına 
			göre, çiftlikte işi neydi?” (HÇ., s. 31).  
			“Yasin 
			Ağa tekrar 
			bin dereden bir su getirip 
			sonunda, 
			‘atın yerine eşeği 
			bağlamayacağım!’ 
			cevabını alınca, 
			kan tepesine 
			çıktıysa da, 
			yapılacak hiçbir şey yoktu.”
			(HÇ., s. 34). 
			 
			“Demek 
			kız, atın 
			yerine eşeği bağlamayacakmış? 
			Vay Ramazan vay!.. 
			Şap gibi yanmıştı
			fukara. Lakin kız da 
			kızdı hani. 
			Taşı tam gediğine koymuştu. 
			Yalan mıydı? 
			Hâline bakmadan 
			Hasandağı’na oduna gitmişti.” 
			(HÇ., s. 42). 
			 
			“O 
			sana avrat olmaz. Onun 
			yüzü cam kırığıyla 
			sıyrılmış.” (HÇ., s. 
			49).  
			“Bu 
			kızın 
			başına bir çıkacak (iş) var. Gözüm hiç su içmiyor benim! 
			Oradaki kadınların hiçbirinin
			gözü su 
			içmiyordu.” (HÇ., s. 
			58). 
			“İş 
			olacağına varmıştı: 
			Muzaffer Bey’in 
			dünyaya metelik 
			verdiği yoktu.
			Samanlık 
			seyran oluyordu.” 
			(HÇ., s. 100).  
			“Benden 
			gıcık alıyor, beni 
			gördü mü 
			anasının kırığını görmüş 
			gibi oluyor amma 
			kulak asma.” 
			(HÇ., s. 130). 
			 
			
			Yüzlerce deyimi 
			dergimizin kısıtlı sayfalarında sıralamak mümkün değil! Bunların 
			dışında bildik-bilinmedik birçok da atasözü var. Birkaç örneği 
			vererek Türkçenin gücünü sergileyelim: 
			
			“İki el bir baş içindir.” 
			(VV., s. 199).
			 
			“İki 
			el bir boğaz için.” 
			(VV., s. 203).  
			“Tevekkülün 
			koyununu kurt yememiş.” 
			(VV., s. 263). 
			 
			“Göz 
			görmeyince gönül katlanır.” 
			(HÇ., s. 2).  
			“Bir 
			günün beyliği beylik.” 
			(HÇ., s. 29). 
			“Görünen 
			köy kılavuz istemez.” 
			(HÇ., s. 96). 
			 
			“Her 
			koyun kendi bacağından asılır.” 
			(HÇ., s. 122). 
			 
			“İtin 
			çenilemesi kemiğedir.” 
			(HÇ., s. 132). 
			 
			“Onda 
			yazılan dokuzda bozulmaz.” 
			(HÇ., s. 182). 
			 
			“Kara 
			gün kararıp gitmez.” 
			(HÇ., s. 254). 
			 
			“Öfkeyle 
			kalkan zararla oturur.” 
			(HÇ., s. 259). 
			 
			“İş 
			bitirenin, kılıç kuşananındır.” 
			(HÇ., s. 261). 
			 
			“Keskin 
			sirke küpüne zarar.” 
			(HÇ., s. 349). 
			 
			
			Türk dilinin 
			gücü Orhan Kemal ustanın kaleminden yukarıda gösterdiğim bazı 
			örneklerin yanında diğer eserlerini işlemesinden de kolayca 
			anlaşılıyor. Söz konusu olan üç kitabın bir dizi film biçiminde 
			gösterime girmesinde bu nokta hemen hemen hiç göz önüne alınmamış, 
			büyük romancımıza tam anlamıyla ihanet edilmiştir. Bu ihaneti 
			büyüten başka bir konu daha var. Ona hiç girmeyeceğim. Romanda asla 
			sözü edilmeyen birtakım kişiler haftalardır dizide entrikalar 
			çeviriyor, yerli yersiz karşımıza çıkıyor. Yılmaz adında birini 
			intikam hırsıyla dolu olarak görüyoruz. Biraz önce vurguladığım 
			Muzaffer Bey’in kız kardeşi Halide nereden uyduruldu? Niçin? 
			Ramazan’ın babasını da iki hafta gördük ve hemen ölüverdi. O da 
			romanda olmayan bir kişi! Bunlar yetmezmiş gibi son haftalarda da 
			Halide’nin sevgilisi Selim çıkıverdi karşımıza… Tam da Yeşilçam 
			filmleri gibi! Her hafta başka bir olay, başka bir kişi… Diziyi 
			uzatabilmek için uydur da uydur! Sanki Orhan Kemal bu tür işleri 
			bilmezmiş gibi… İstese çok daha âlâsını yazardı da, işlerdi de!..
			 
			
			Yazık, çok 
			yazık! Orhan Kemal iyi ki bu günleri görmedi. Görmedi görmesine ama 
			onu, bu garip dizi ile tam da alnından vurdular. Bu ünü yurdumuzun 
			sınırlarını çoktan aşmış büyük romancımıza hiç acımadan kıydılar. 
			Türk dilinin ve edebiyatının büyük isminin önünde bir kez daha içim 
			acıyarak saygıyla eğiliyor, kendisine rahmetler romanları okuduktan 
			sonra diziyi izleyenlere sabırlar diliyorum. 
  |