Ana Sayfa

Prof. Dr. Nevzat Gözaydın - Ocak 2010

 


Hanımın Çiftliği’nde Vukuat Var: Orhan Kemal’i Vurdular!

 

Türk edebiyatının önemli eserleri son yılların en etkili iletişim araçlarından televizyon kanallarında halkımıza birer dizi olarak gösteriliyor. Daha eski yıllarda sinema filmi biçiminde çekilen romanlar bu kez haftalarca süren dizilerle karşımıza çıkıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yazar kadrosu olarak bilinen Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Memduh Şevket Esendal, Esat Mahmut Karakurt, Kerime Nadir vb. başta olmak üzere bugüne kadar birçok yazarımızın romanlarını birer sinema filmi olarak izlemiştik. Ancak bunların gösterim süreleri yaklaşık iki saatte bitiyordu ve sonraları arşive kaldırılıyorlardı. Hatta bazılarının oyuncu kadrosu, yönetmeni, yapımcısı değişiyor ve ikinci kez filme çekiliyordu.

Son yıllarda günümüzün veya gecemizin büyük bir bölümünde en az 4-5 saat süren TV kanalları arasında dolaşmamızı önemseyen yapımcılar, edebiyatımızın hemen her kesim tarafından beğenilerek okunmuş olan ünlü eserlerini birer dizi hâline getirip seyirciyle buluşturmayı yeğler oldular.

Elbette dilimizin ve edebiyatımızın bu güzel örneklerinin tekrar gündeme getirilmesi ve genç insanlarımızın eski dönemlerin yazarlarının ve onların eserlerinin farkına varmaları bakımından bu tür dizilerin yararlı olduğu bir gerçektir. Orta öğretim ders kitaplarında ancak birkaç küçük metin parçasının yazarı olarak görülen imza sahiplerinin yeniden ve daha geniş bir biçimde işlenmesi, genç kuşaklara yapılan değerli bir hizmettir. Bu yolda atılan adımlar başarılı olmuş, gündeme getirilen yazarlar ve eserler yayınevleri tarafından tekrar tekrar basılarak geniş bir okuyucu kitlesi kazanılmıştır.

Burada tutulan yolun bir başka yönü daha vardır. O da ilgili romana bağlı kalarak yazılması gereken film veya dizi senaryosudur. İşte tam bu noktada aykırılıklar, yanlışlar, sapmalar ve romanla hiç ilgisi olmayan ara konular, kişiler ve olaylar senaryoda karşımıza çıkmaktadır. Dizinin senaristi veya senaristleri romanla uzaktan yakından ilgisi görülmeyen çeşitli sahneleri uzun uzun yazmakta, başka bir deyişle diziyi mümkün olduğu kadar uzatmak, haftalarca sürdürebilmek amacıyla romandan tamamen uzaklaşmaktadır. Bu uzaklaşma sadece konu, kahraman ve olay açısından olmamaktadır. Asıl önemlisi romancının özgün dili bütün güzelliğiyle ortadan kaldırılmaktadır. Yazarın tanımları, tasvirleri, kullandığı deyimler ve daha birçok dil zenginliğinin örnekleri senaryoda atlanmakta, belki de kasıtlı olarak aktarılmamaktadır. Senaristlerin kendi günlük çıkar ilişkilerinden kaynaklanan basit bir dil, yavan bir anlatım biçimi Türkçemizin bu usta kalemlerine karşı yapılan en büyük ihanettir. Dizileri izleyenler romancımızın güzel Türkçesini duyamıyorlar, yeteneği onlara göre çok daha kısıtlı olan senaristlerin yarı bozuk, yarı anlamsız Türkçesi ile yetinmek zorunda kalıyorlar. Büyük bir bölümü çoktan ebediyete göçmüş olan o yazarlarımızın geride kalan çocukları veya mirasçıları bu bozulmalara nasıl olur da izin verir, anlamak mümkün değil! Bu, bir bakıma kendini öldürmek gibi bir şey, yani intihar etmek! Bindiği dalı kesmek! Gelecek üç beş kuruş için yazarın bütün ününün, saygınlığının yok olmasına izin vermek! O büyük yazarın haklı olarak elde ettiği üne bu tür bir leke sürüleceğini hiç mi düşünmezler?

Bu konuyu daha da ayrıntılı olarak anlayabilmek amacıyla son aylarda yine bir dizi olarak karşımıza getirilen Hanımın Çiftliği örneği üzerinde durmak istiyorum. Orhan Kemal bu büyük eserini bir üçleme biçiminde kaleme almıştır. Üçlemenin ilk cildi Vukuat Var başlığıyla 1958 yılında okuyucuya ulaşmıştır. İkinci cilt Hanımın Çiftliği ise üç yıl sonra 1961 yılında yayımlanmıştır. Son cilt Kaçak aradan uzun bir süre geçtikten sonra ancak 1970 yılında okuyucuyla buluşmuştur. Bir ara mevcudu bulunmayan, baskıları biten bu üçleme, dizinin başlaması ve izleyici tarafından beğenilmesi sonunda tekrar tekrar basılarak kitap raflarında okuyucuya sunuldu. İyi ki sunuldu, çünkü diziyi ilgiyle izleyenler kitapları da satın alarak okuma fırsatını yakaladılar. Ancak bu okumalar karşısında şaşkına döndüler… Çünkü Hanımın Çiftliği dizisi ilk haftalardaki birkaç bölümün dışında Orhan Kemal’in eseri olmaktan tamamen çıkmış, bambaşka bir film hâline dönüştürülmüştü. Neredeyse 1970’lerde 2-3 günde çekilip bitirilen basit bir Yeşilçam filmi biçimine sokulmuştu.

Hanımın Çiftliği dizisi, ilk haftalarda roman üçlemesinin ilk kitabı Vukuat Var nispeten daha çok göz önüne alınarak senaryolaştırıldığı için bu romanı okuyanları da pek rahatsız etmedi. Ancak o haftalarda izleyici sayısının fazla olmasına sonraki haftalarda rastlayamadık. Başlangıçtaki merak ve ilgi her hafta giderek azaldı. Yakında diziye son verilirse hiç şaşmamak gerek… Burada bazı noktaları şöyle vurgulamak daha doğru olur: Birincisi ve en önemlisi dizideki oyuncu kadrosundaki kahramanların romanda fiziki özellikleri belirtilen kişilere pek az benzemesidir. Başrol oyuncusu Güllü, daha sonraki adıyla Serap Hanım ile ilgili olarak romanda şu tür özellikler yer yer karşımıza çıkıyor (Roman adlarının kısaltması VV ve HÇ olarak gösterilmiştir):

On altıya girmeye birkaç ay kalmıştı. Kanlı canlı taptaze, güzel… çok güzeldi.” (VV., S. 20/21).

Ne kızdı ya! Avrat dediğin, sırasında böyle yiğit olmalı, eli silah bile tutmalıydı” (VV., s. 49).

Oğlan amma da dikmişti gözlerini kıza ha! Dikmişti, hoşlandığı da belliydi ya, kız onun yanında deve gibiydi… Güllü onu bir tutuşta çocuk gibi öfeler, gerekirse yerden yere çalardı… Kız birden boy atıp gelişmiş, gemi de azıya almıştı (VV., s. 51).

Kendine çekecek, sımsıkı saracaktı. Kucaklayıp kaldırabilir miydi? Kaldıramazdı belki de. İriydi kız, uzun boylu.” (VV., s. 97).

Kız boy atmış, yetişip gelmişti… Güllü hiçbirine benzemiyordu. Boy, pos, kalıp, kıyafet… Babasına çekmiş olacaktı. Cemşir de boylu poslu, kalıplı, kıyafetli.” (VV., s. 124)

Gözlerinin önünde Güllü canlandı. İriyarı, güçlü kuvvetli. Reşit çocuk gibi kalırdı onun yanında.” (VV., s. 167).

Evet, kız uzun boyluydu kendinden, güçlüydü de. Güçlüydü ama, ne önemi vardı?” (VV., s. 273)

Boyluydu boylu olmasına, göğüsleri iri.” (VV., s. 947).

(Zaloğlu/Ramazan’ı kastediyor) “Koca der mi insan ona be? Onu bir tokatta yıkarım.” (HÇ., s. 21).

Lakin kız da kızdı hani… Boy, pos, endam…” (HÇ., s. 35).

Ramazan gerçekten de eşeğe benziyordu deve gibi kızın yanında.” (HÇ., s. 42).

Böyle bir kızı kovabilir miydi? Etli, butlu, bıngıl bıngıl kızı.” (HÇ., s. 47).

Güllü atmaca gibi yetişti. Zaloğlu’nu Gülizar’ın elinden çekip aldı. Erkek gibi dövüşüyor, tokadı attıkça oğlanı yerden yere seriyordu… Zaloğlu’nu altına aldı, yumruklamaya başladı” (HÇ., s. 48).

Hâlâ hamle eden kızın öfkeden tiril tiril titreyen kuvvetli vücudunu kolları arasına aldı. Zor zaptediyordu.” (HÇ., s. 49)

Orhan Kemal’in roman k a h r a m a n ı olan Güllü için düşündüğü tipin özelliklerini daha fazla örneklemeye gerek yok… Bütün bunları dizideki oyuncu Özgü Namal’ı göz önüne getirdiğimizde çok büyük bir seçim yanlışı yapıldığı anlaşılıyor. Romandaki tiple taban tabana zıt özelliklere sahip oyuncu, oyuncunun son yıllarda sağladığı şöhreti dolayısıyla mı seçildi? Romandaki kız 16 yaşında! Oyuncu ise 35’ine doğru gidiyor. Sonradan evleneceği Muzaffer Bey (Mehmet Aslantuğ) ise kırkını geçmiş yaşlarda; aralarında en az otuz-otuz beş yaş farkı olması gerekiyor, romana göre… Bu nokta hiç dikkate alınmadan yapılmış yanlış bir seçim!.. Orhan Kemal’in anısına en azından bir saygısızlık görülüyor bu noktada…

İkinci önemli ihanet noktası Vukuat Var’ın sonlarına doğru Güllü’nün sevgilisi Kemal’in öldürülmesidir. Kardeşi Hamza ve babası Cemşir, Güllü’yü evlerinde acımasızca döverken kapıyı kırıp içeri dalan Kemal, Hamza’nın tabancasından çıkan tek kurşunla başından vurulup ölür. Güllü ancak onun ölümünden sonra Ramazan’ın / Muzaffer Bey’in çiftliğine gitmeye mecbur kalır. Bu mecburiyet onu çiftliğin ağası Muzaffer Bey’e yaklaştıracak ve sonunda onunla evlenecektir. Dizinin senaristi filmi haftalarca uzatabilmek amacıyla Kemal’i öldürmemiş, çiftliğe şoför olarak sokmuştur.

İlk birkaç bölümden sonra böylece dizi senaryosu romandan tamamen ayrılmış, bambaşka olaylar ve kahramanlar dizide boy göstermeye başlamıştır. Bu uydurma tiplerden biri de, romanda hiçbir yerde geçmeyen Muzaffer Bey’in kız kardeşidir. Dizide yer yer olaylarıyla, tavırlarıyla ön plana çıkarılan bu kadın tamamen Yeşilçam düşüncesine özdeş bir tutumla diziye eklenmiştir, başka bir şey değil!.. Bu tür entrika çevirecek bir kardeş tipini Orhan Kemal gibi bir usta kalem düşünemez miydi? İstese çok daha farklı tipleri romanında canlandırabilirdi. Elbette… Ancak o romanın asıl kişisinin Güllü olmasını düşünüp planlamış, sonraları da ikincil bir tip olan Muzaffer Bey’i onun karşısına çıkarmıştır. Romanın ana yapısı bu biçimde de işlenmiştir, zaten!..

Bütün bunların yanında çok daha önemli bir nokta dikkatimizi çekiyor. O da romanda kullanılan dilin özellikleri ile dizideki basit, yavan, özenilmemiş dil!.. Orhan Kemal Çukurova insanını en ince noktasına kadar iyi tanıyor; zaten onların arasından çıkmış. Onların yerel kullanımlarına kendi edebî ve estetik görünümlü, zengin söz varlığıyla katkıda bulunurken tam bir Türkçe ziyafeti hazırlıyor okuyucusuna… Yerli yerine oturttuğu, (ölçünlü) standart Türkçede bulunmayan özel anlamlı yerel sözler, farklı anlamlar yükleyerek düzenlediği cümleler, konuşmayı daha da güçlü kılmak için birbiri ardına iliştirdiği kısa cümleler, bilinen deyimlerin sıralanması veya bilinmeyen güzel deyimler…

Orhan Kemal’in bu üçleme eserini Türkçenin zenginliğini ortaya koyma bakımından gözden geçirdiğimizde, aşağıda verdiğim örneklerde de görüleceği gibi, Türk dilinin bütün kıvraklığını, içtenliğini, güzelliğini, anlam zenginliğini ve yaratıcılığını hemen fark ediyoruz. Her üç romanı okuyup bitirdikten sonra yaptığım özel amaçlı taramalar sonunda bulabildiğim yüzlerce söz, söz öbeği ile deyimleri Türkçe Sözlük (TDK, 2005) ile Genel Ağ’daki Güncel Türkçe Sözlük sayfalarında aradım. Bulabildiklerimin çok büyük bir bölümünün -yaklaşık dört yüz kadarının üçte ikisi- her iki çalışmada da yer almadığını veya çok az yer aldığını gördüm (31.1.2010 tarihi sonunda). Hem Orhan Kemal’in ustalığını kanıtlamak, hem Türkçemizin güzelliklerini sergilemek bakımından okuyucularımıza bunların hiç olmazsa bir bölümünü göstermek istiyorum. Örneklerde metinler yerimizin darlığı yüzünden mümkün olduğu kadar kısa tutulmuş, ancak anlamı verebilecek bölüm öne çıkarılmıştır. Romanları okuyanların bu güzel örneklerin önünü ve sonunu rahatlıkla bulacaklarını, Türkçemizin zevkine varacaklarını içtenlikle söyleyebilirim. Önce örneklerimizi görelim, sonradan yorumlara bakabiliriz.

Önce ölçünlü Türkçede olmayan birkaç söz ile ilgili olanlardan örnekler:

yadırgı: Yabancı, “Hatta güzelliğiyle ün salmış küçük teyzesinden ötürü utanır, isterdi ki yakınları çirkin, yadırgılarsa tevatür olsunlar.” (VV., s. 52). “Bir kız, yadırgıların bulunduğu mecliste, gözlerini eğip eteğiyle oynadı mı, yadırgılardan birine gönlü kaydı demekti.” (VV., s. 52).

çıpkı: Ucu çuvaldızlı değnek. “Eşek ön ayaklarıyla dimdik, yularından çekilmek değil, çıpkıyla kıçına kıçına vurulduğu hâlde adımını bile atmıyordu.” (VV. s. 29). “Genç adam, hayvanın kıçına kıçına vurduğu çıpkıyı elinden alırken eli eline değmişti.” (VV. s., 29).

suyabatmaz: Yalancı, sahtekâr, düzenbaz. “Kör Tahir’i tanıyor, suyabatmaz, itin biri olduğunu yakından bildiği için de hiç sevmiyordu”. (VV. s. 38).

bes: Sadece. “Yiğit adamın yiğitliğine bes çizme yeter.”1 (VV., s. 119).

pot: Asılsız. “Allah var ya, çapa makinası bana pot geliyor.”2 (VV. s. 159).

sıravardiya: Bir sırada olan. “Sıravardiya göz göz odaların çepeçevre bulunduğu avluda ağırdan ağırdan hareket başlamıştı.” (VV., s. 229).

seçi: Fark. “Bazen dörder beşer toplanıyor, ne konuştuklarının da pek seçisine varmadan, konuşuyorlardı.” (VV., s. 230).

tırıl: Parasız, cimri : “Masamıza gelip oturmuş bir insanın içtiği rakıyla yediği yemeğin parasını veremeyecek kadar tırıl değiliz.” (VV., s. 327).3

kındırık: Yarı açık : “Eğildi, kındırık kapıdan içeri baktı; uyuyorlardı.” (VV., s. 331).

Bazı ikilemeler de dikkatimizi çekiyor. Söz gelimi:

hâlli mallı: Hâli vakti yerinde, nispeten zengin kişi: “Cemşir’in babası ora toprak beylerinden hâlli mallı bir ihtiyar.” (VV., s. 3). Bütün ümidi bu kızdaydı şu sıra. Satacaktı onu hâlli mallı birine.” (VV., s. 124).

ayın uyun: Alelade, rasgele. “Paşa dediği de hani öyle ayın uyun paşalardan değil haaa…” (VV., s. 41).

perde perde: Yavaş yavaş. “Kadın ölmedi. Perde perde kendine geldi.” (VV., s. 127).
çala pedal: Hızla pedal çevirerek. “Üstünün başının çamurlarına aldırış etmeden kızı bisikletine bindirsin, çala pedal kaçsınlardı oradan.” (VV., s. 149).

alımlı çalımlı: Boylu boslu güzel. “Yüzü belirsiz, alımlı çalımlı bir kadın içinde canlanarak sanki emretti.” (VV., s. 293).

aftos piyos (geçmek): Önem (vermemek). “Bu, karşınızda gördüğünüz bu fakir, dayısına aftos piyos geçmiş bir kardaşınızdır.” (HÇ., s. 255).

bugünlük yarınlık: Hemen hemen; olması, yapılması çok yakın. “Eve geldi. Karnı burnunda, bugünlük yarınlık karısına dikkat bile etmeden, odaya geçti.” (HÇ., s. 293).

Bu örnekler Orhan Kemal’in dilimizi yerel özelliklerini de gözeterek nasıl işlediğini gösteren birkaç örnek. Ancak yazarımızın asıl hüneri yüzlerce deyimi ve hatta atasözünü büyük bir başarıyla ve titizlikle kullanmasıdır. Bazı sayfalarda öyle bölümler var ki, cümleler ardı ardına kurulup sıralanırken deyimler de ardı ardına gelerek konuşmayı veya anlatım gücünü pekiştiriyor. Kitapların o sayfaları okunurken insan işlenen konunun içinde buluveriyor kendini, sürüklenip gidiyor. Dilin lezzetini, zenginliğini ve gücünü bir kez daha anlıyor. Orhan Kemal’in yaratıcılığına hayran olmamak elde değil!.. Ama bütün bu güzellikleri haftalık dizilerde asla bulamıyoruz. Bulamadıklarımın bazılarını aşağıda aktarıyorum. Ancak ne kadarını aktarırsam aktarayım, bu üçleme eserdeki gücü ve güzellikleri gösteremeyeceğini biliyorum. Amacım dizinin senaristlerinin işlerine ne kadar üstünkörü ve yavan baktıklarının birkaç örneğini sergilemek. Bu deyim ve atasözlerini unutmamak için özellikle burada belirtmek istedim:

Ona kalsa hemencecik memlekette düdük olur, dile düşerdi.” (VV., s. 21).

Şunu iyi bil ki, bu dünyada bugün attığımız taş istediğimiz kuşu vurmuyor.” (VV., s. 26). “Herkes attığı taşın istediği kuşu vurmasını, aşığının cuk oturmasını ister.” (VV., s. 26).

Yalnız, ayağına çalı çırpı dolaşmasın da nerede gezerse gezsin, gönlünü nerede eğlendirirse eğlendirsindi varsın!” (VV., s. 31).

Bir ara cilaya gelen Hamza müthiş bir nara attı.” (VV., s. 46). “Boyun eğmiyordu. Feleğe minneti yoktu, takmıyordu ağa mağa.” (VV., s. 49).

Oğlan gerçekten kıza abayı yakar da iş kıvamına girerse, Cemşir bir iki demez, kızını bu ufak tefek ama soylu delikanlıya verirdi.” (VV., s. 51).

Dul karı kahrından sonra ağız tadıyla Bağdad’ı onarmak, şu anda dünyanın en güzel, en zevkli hele hele en gerekli işiydi.” (VV., s. 98).

Allahuteala bunca mal mülk vermiş, ekmeğini pişkin, atını eşgin etmişti.” (VV., s. 93).

Kara kuvvetin kıpırdanışlarına göz yummak ihanetti, büyük ihanetti hem de.” (VV., s. 103).

Ne günlerce kalınmıştı Yarabbi! Gün günden beter geliyor, gelen gideni aratıyordu.” (VV., s 117).

Nesine gerekti Halkçılık ya da Demokratlık… İkisi ortası kalmakla ne kızı verir ne de dünürü küstürürdü.” (VV., s. 117).

Kadın en az yirmi, hatta yirmi beş yaş büyüktür ondan. Kim bilir ne harman yerleri dişlemiş, ne hendek ne çitlerden atlamıştı.” (VV., s. 122/123).

Makine dairesinin önünden gelip geçmek, ters ters bakmak marifet değildi, içlerindeki erik kurusunu döksünlerdi ortaya.” (VV., s. 136).

O, günde temiz bir yüzlük kazansa kuyruğu balmumuna dönerdi ki, tadından yenmezdi, hani.” (VV., s. 161).

Kız, kız değil, bir Allah’ın belası, yedi denizin dışarı attığıdır.” (VV., s. 166).

Hatırını sayarsa sen de say. Saymadı da cart curta başladı mı, kuyruğuna tenekeyi bağla, at tekmeyi!” (VV., s. 203).

Burun buruna olurlarsa birbirlerine çabucak doyar, birbirlerinden bıkıp usanırlar, başladı dırıltı.” (VV., s. 210).

Ben senin gibilere kemiğimi kemirtmem ya, hele şu fırtınayı atlatalım hayırlısıyla!” (VV., s. 246).

Yaşlı Dakur’la az mı çene çeneye vererek hayaller kurmuş, dağları az mı bedesten etmişti.” (VV., s. 256).

Bu bilgilerimizle kulaktan kopma, ağızdan dolma bilgilerimizle, yaya kalmaya mahkûm Tatar ağalarından başkası değiliz.” (VV., s. 269).

Bey tırnaksızlık eder de, avrada dolanırsa, senin de, benim de tepemize çıkar, amir, kumandan kesilir.” (VV., s. 299).

Uzun lafın kısası, biçimine getirilip Fellah oğlunun vücudu ortadan kaldırılmaydı. Böyle davranılırsa, kızın umudu kesilir, kolu kanadı kırılır, istedikleri adama tıpış tıpış giderdi, zaten bütün mesele, istedikleri adama tıpış tıpış gitmesiydi. Olmazsa işler sarpa saracak, öteki beş yüz güme gidecek...” (VV., s. 308).

Fütur getirme kardaş! İyi günler göreceğiz. Dem sürüp devran getireceğiz. İçime doğdu. (VV., s. 310).

Beyin huyu malum. Eline, eteğine ne kadar pis olduğunu sen benden âlâ bilirsin.” (HÇ., s. 3).

Amanı zamanı yok, Zulmün binası olmaz. Zulüm ile âbâd olan, encamı berbat olur. Ne oldum deme, ne olacam de.” (HÇ., s. 10).

Sen olsan, atın yerine eşeği bağlar mısın? dedi Güllü.” (HÇ., s. 30).

Bağlamam bacım, tövbe bağlamam! Atın yerine eşek bağlanır mı?” (HÇ., s. 30).

Ne olsa misafirdi. Zaten duracağa benzemiyordu. Atın yerine eşeği bağlamayacağına göre, çiftlikte işi neydi?” (HÇ., s. 31).

Yasin Ağa tekrar bin dereden bir su getirip sonunda, ‘atın yerine eşeği bağlamayacağım!’ cevabını alınca, kan tepesine çıktıysa da, yapılacak hiçbir şey yoktu.” (HÇ., s. 34).

Demek kız, atın yerine eşeği bağlamayacakmış? Vay Ramazan vay!.. Şap gibi yanmıştı fukara. Lakin kız da kızdı hani. Taşı tam gediğine koymuştu. Yalan mıydı? Hâline bakmadan Hasandağı’na oduna gitmişti.” (HÇ., s. 42).

O sana avrat olmaz. Onun yüzü cam kırığıyla sıyrılmış.” (HÇ., s. 49).

Bu kızın başına bir çıkacak (iş) var. Gözüm hiç su içmiyor benim! Oradaki kadınların hiçbirinin gözü su içmiyordu.” (HÇ., s. 58).

İş olacağına varmıştı: Muzaffer Bey’in dünyaya metelik verdiği yoktu. Samanlık seyran oluyordu.” (HÇ., s. 100).

Benden gıcık alıyor, beni gördü mü anasının kırığını görmüş gibi oluyor amma kulak asma.” (HÇ., s. 130).

Yüzlerce deyimi dergimizin kısıtlı sayfalarında sıralamak mümkün değil! Bunların dışında bildik-bilinmedik birçok da atasözü var. Birkaç örneği vererek Türkçenin gücünü sergileyelim: “İki el bir baş içindir.” (VV., s. 199).

İki el bir boğaz için.” (VV., s. 203).

Tevekkülün koyununu kurt yememiş.” (VV., s. 263).

Göz görmeyince gönül katlanır.” (HÇ., s. 2).

Bir günün beyliği beylik.” (HÇ., s. 29).

Görünen köy kılavuz istemez.” (HÇ., s. 96).

Her koyun kendi bacağından asılır.” (HÇ., s. 122).

İtin çenilemesi kemiğedir.” (HÇ., s. 132).

Onda yazılan dokuzda bozulmaz.” (HÇ., s. 182).

Kara gün kararıp gitmez.” (HÇ., s. 254).

Öfkeyle kalkan zararla oturur.” (HÇ., s. 259).

İş bitirenin, kılıç kuşananındır.” (HÇ., s. 261).

Keskin sirke küpüne zarar.” (HÇ., s. 349).

Türk dilinin gücü Orhan Kemal ustanın kaleminden yukarıda gösterdiğim bazı örneklerin yanında diğer eserlerini işlemesinden de kolayca anlaşılıyor. Söz konusu olan üç kitabın bir dizi film biçiminde gösterime girmesinde bu nokta hemen hemen hiç göz önüne alınmamış, büyük romancımıza tam anlamıyla ihanet edilmiştir. Bu ihaneti büyüten başka bir konu daha var. Ona hiç girmeyeceğim. Romanda asla sözü edilmeyen birtakım kişiler haftalardır dizide entrikalar çeviriyor, yerli yersiz karşımıza çıkıyor. Yılmaz adında birini intikam hırsıyla dolu olarak görüyoruz. Biraz önce vurguladığım Muzaffer Bey’in kız kardeşi Halide nereden uyduruldu? Niçin? Ramazan’ın babasını da iki hafta gördük ve hemen ölüverdi. O da romanda olmayan bir kişi! Bunlar yetmezmiş gibi son haftalarda da Halide’nin sevgilisi Selim çıkıverdi karşımıza… Tam da Yeşilçam filmleri gibi! Her hafta başka bir olay, başka bir kişi… Diziyi uzatabilmek için uydur da uydur! Sanki Orhan Kemal bu tür işleri bilmezmiş gibi… İstese çok daha âlâsını yazardı da, işlerdi de!..

Yazık, çok yazık! Orhan Kemal iyi ki bu günleri görmedi. Görmedi görmesine ama onu, bu garip dizi ile tam da alnından vurdular. Bu ünü yurdumuzun sınırlarını çoktan aşmış büyük romancımıza hiç acımadan kıydılar. Türk dilinin ve edebiyatının büyük isminin önünde bir kez daha içim acıyarak saygıyla eğiliyor, kendisine rahmetler romanları okuduktan sonra diziyi izleyenlere sabırlar diliyorum.

 

 


info@orhankemal.org