| 
			 
			 
			 
			Galiplerin güçlü kahkahaları,  
			Engelliyor geride kalan mırıldanmaları duymayı. 
			Hâlbuki ne azdır kahkaha sahiplerinin sayısı  
			Ve ne kadar çoğalıyor  
			Günbegün, mırıldananların oranı... 
			 
			İnsanın hafızasını kaybetmesi, kimi darbe, ani şok vb. durumlarda 
			mümkündür. Kişi, kimi zaman tümüyle, kimi zaman da bir kısmını 
			kaybeder tüm yaşanmışlıklarının... Henüz bilerek ve isteyerek, 
			bilfiil gerçekleştirilmiş olmasa da, kimi zaman akıllardan geçebilen 
			bir düşüncedir geçmişin silinmesi. Peki, toplumsal düzeyde bir 
			hafıza kaybı mümkün müdür? Bir toplumun geçmişi silinebilir ve/yahut 
			unutturulabilir mi? Geçmiş olanlar önemsiz, tabi olanlar 'sessiz 
			yığınlar' olarak tarihsizleştirilebilir/karanlıkta görünmez 
			kılınabilir mi? Sahi, kim yazar tarihi ve kimlerin tarihidir 
			yazılan? 
			 
			Emek tarihi çalışmalarına baktığımızda, bilhassa 1960 öncesi dönemi 
			aydınlatan çalışmaların oldukça sınırlı sayıda olduğunu görmek 
			mümkündür. Bilhassa işçilerin kendi ağzından yazılan, dönemi onların 
			gözlemleri üzerinden değerlendirmemize yardımcı olabilecek 
			kaynakların kıtlığı ise ayrıca vurgulanmaya değer... 1940 ve 50'li 
			yıllar makineleşme, sanayileşme, kırın çözülmesi gibi değişimlerin 
			yaşandığı; 1960 sonrası yoğunlaşan göç, işçileşme ve 
			gecekondulaşmanın da temellerini hazırlayan bir dönem olmakla 
			birlikte, bu değişimi bizatihi deneyimleyen, kır çözülürken kente 
			göç eden, makinelerle çalışan emekçilerin gözünden sürecin nasıl 
			gözlemlendiği/deneyimlendiği, yapısal değişimlerin 'aşağıdakiler' 
			üzerindeki izdüşümleri ise karanlıkta kalmaktadır.  
			 
			Orhan Kemal'in Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanı, tam da bu 
			noktada hem dönemin koşullarını hem de bu koşullar içerisindeki 
			emekçileri ele alışı itibariyle özel bir önem taşımaktadır. 
			Belirtmek gerekir ki bu yazıda roman üzerinden dönemsel bir okuma 
			yapmaya çalışmakla amaçlanan, bir sonuca varmaktan öte, toplumsal 
			yapıda meydana gelen değişimlerin 'sessiz yığınlar' olarak 
			görülenler/gösterilenler tarafından algılanışları üzerine farklı 
			kaynakları gündeme getirme çabası ve bu anlamda edebiyatın da 
			tartışmaya açılmasıdır. Her türlü eylemin, mevcut olduğu bağlam 
			içerisinde anlam kazanmasından ötürü, “Neden Orhan Kemal?”, “Neden 
			Bereketli Topraklar Üzerinde” sorularını cevaplamadan önce dönemin 
			koşullarına yakından bakmak gerekir. 
			 
			İkinci Dünya Savaşının Ardından: 1940-1950'lerde Türkiye... 
			 
			İkinci Dünya Savaşı etkilerini, her ne kadar savaşa katılmamış olsa 
			da, Türkiye’nin ekonomi politikaları üzerinde de gösterir. Savaş 
			ekonomisi uygulamaları bilhassa çalışma hayatı ve ilgili 
			düzenlemelerini oldukça etkiler. 
			 
			Genel olarak bu dönem içerisinde ithalat oldukça daralır ve 
			beraberinde enflasyonist baskıyı da getirir. Çalışabilir durumdaki 
			köylü erkeklerin silâhaltına alınması ise tarımsal ürünlerin 
			üretiminin düşmesine yol açar. Özellikle kentlerde yaşanan kıtlık 
			nedeniyle yiyecek, ısınma gibi ihtiyaçların giderilmesi de oldukça 
			güç hale gelir. 
			 
			Tüm bu kıtlık ve enflasyonist baskı gibi olumsuzlukların yanında, 
			dönemin koşullarını kendi lehine kullanarak zenginleşen bir kesimin 
			yine aynı dönem içerisinde var olduğunu da belirtmek gerekir. 
			Spekülatörler, vurguncular, tarım ve ticaret sermayesi açısından 
			bakıldığında ciddi birikimlerin sağlandığı bir dönem olduğunu da 
			unutmamak gerekir.1 Bir yandan fiyatlar artış gösterirken diğer 
			yanda ise ücretler de ciddi oranda düşer. A. Makal,2 1938 ve 1945 
			yıllarının karşılaştırıldığında gerçek ücretlerin %54 gibi bir 
			oranla düşüş gösterdiğini belirtir. 
			 
			Savaş koşulları nedeniyle 1940’ta Milli Korunma Kanunu uygulamaya 
			geçirilir. Bu kanun ile birlikte 1936 yılında çıkartılan İş 
			Kanunu’nun da birçok maddesi askıya alınır. Böylece, çalışma 
			yaşamındaki kadın ve çocukların istihdam koşullarına yönelik 
			koruyucu maddeler işlevsizleşirken, çalışma saatlerinin uzatılması 
			gibi uygulamalara da yasal zemin oluşturulur. Dolayısıyla, kadın ve 
			çocuk işçiliği yasal zeminin de yarattığı koşullar nedeniyle oldukça 
			artış gösterir. Milli Korunma Kanunu savaş döneminin özel koşulları 
			nedeniyle çıkarılmış olmasına rağmen savaş sonrasında da uygulamada 
			kalır ve 1960’a değin devam eder. Diğer yandan ise tarım alanında 
			çalışma ilişkilerini düzenleyen İbrahim Paşa Nizamnamesi 1950’li 
			yıllarda kaldırılır. Böylece 5.5 gün çalışma, 7 günlük ücret alma 
			kuralı uygulanmaz3. Bu gelişmeler bir yandan özel sektörün sermaye 
			birikimini arttırırken aynı zamanda toplumsal eşitsizliğin daha da 
			artmasını sağlar. Çalışma ilişkilerine yönelik getirilen 
			düzenlemeler emek kesiminin koşullarını daha da geriletirken, bir 
			yandan aradaki uçurumun da derinleşmesine neden olur. 
			 
			Savaş sonrasında dünya ölçeğinde meydana gelen ve kuşkusuz 
			Türkiye’yi de etkileyen, anılması gereken bir başka uygulama ise 
			Marshall Planı’dır. Değişen güç dengeleri ve ABD’nin hegemonik bir 
			güç olarak savaştan çıkışıyla birlikte serbest ticaret uygulamaları 
			yaygınlaşmaya başlar. ABD’nin ürettiği ürünleri için uygun piyasa 
			koşullarının sağlanması ve kapitalizmin yeniden yapılandırılması 
			anlamında Marshall Planı önemli bir araç vazifesi görür. Marshall 
			Planı aracılığıyla yardım yapılan ülkeler arasında Türkiye de yer 
			alır. Plan çerçevesinde alınan kredilerin ise daha çok tarımsal 
			anlamda üretimi arttırmaya yönelik alanlarda kullanıldığı görülür; 
			çok sayıda tarım aleti ve traktör ithal edilir. Plan kapsamında 
			kullanımlara bakıldığında ise, 1950’li yılların neredeyse sonuna 
			kadar 4000 kadar traktörün %40’ı nadas açımı için veyahut Çukurova 
			ve Ege’de kullanıldığı bilinmektedir.4 
			 
			Bir yandan tarımsal üretim önceki dönemlere nazaran artışa geçerken, 
			aynı zamanda toprak mülkiyeti üzerinde eşitsizlikler de artar. 
			Demokrat Parti’nin uyguladığı politikalarda açıkça büyük toprak 
			sahipleri desteklenirken5, geleneksel toprak sahipliği rejiminde 
			meydana gelen değişiklikle birlikte toprağın belirli ellerde 
			toplanması sağlanır. Bu koşulların maliyetini yüklenen ise küçük 
			çiftçiler olur. Tarımdaki makineleşme, toprakların belirli ellerde 
			toplanması, henüz kalıcı olmamakla birlikte kırdan kente doğru göçü 
			tetikler, aynı zamanda kentlerde oluşan işgücü açığı da bu sebeple 
			köylü-işçiler vasıtasıyla giderilmeye çalışılır. Böylece 
			köylü-işçiler işveren için ucuz işgücü kaynağı oluşturur. 
			 
			Tüm bu gelişmelerin peşi sıra, 1950’li yıllarda, tarımdaki ve eski 
			köylülükteki değişimle birlikte toplumsal ve yapısal dönüşüm başlar 
			ve tüm topluma yayılır. Bununla birlikte değişim binlerce yıl 
			öncesine dayanan kırsal toplumu sarsar ve toplumsal tabakalaşma 
			sistemini, meslek yapısını ve tüm insan ilişkilerini etkiler.6 Ancak 
			ve ancak emek-sermaye çelişkisi, emek aleyhine gelişim 
			sergilemesiyle eşitsiz ilişki derinleşir; sermaye dışı toplum 
			kesimin gündelik hayatı görünmez olur. Güçlü olan ve gücü elinde 
			bulundurmak isteyenlerin gündelik hayatı ön plana geçer. Bu oluşum 
			toplumsal sınıflar arası tabakalaşmayı getirdiği gibi, emek sermaye 
			arasındaki çatışma görünmez olur. Böylece tarihi algılayışımız da 
			farklı kılınır.  
			 
			“Bereketli Topraklar Üzerinde” Bir Dönemin Temsili 
			 
			W. Benjamin, hükmedenlerin, kendilerinden önce galip gelenlerin 
			mirasçısı olduklarını söyler. Galip gelenler, “altta kalanları 
			çiğneyerek ilerlediği zafer alayında yerlerini alırlar” ve 
			“ganimetler de alayla birlikte taşınır”. Böylece günümüze taşınan 
			tarih de bu ganimet yığınlarının bir araya getirilmesiyle 
			oluşturulacaktır. Oysaki tarih, “varlıklarını sadece onları yaratan 
			büyük dehaların çabalarına değil, aynı zamanda o çağda yaşamış adı 
			sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetler”le birlikte 
			bütündür.7 Bu nedenle de tarihin havını ‘tersine’ taramanın 
			gerekliliğine işaret eder Benjamin ve ekler: “Tarihsel bilginin 
			öznesi, mücadele içindeki ezilen sınıfın kendisidir”. 8 
			 
			Bakı noktası, görüş açınızı ve beraberinde algılayışınızı da 
			etkiler. Bu nedenle, ele aldığınız konuda dert edindiğiniz dışında, 
			nereden baktığınız da bir o kadar önemlidir. Adı sanı 
			bilinmeyenlerin/galiplerin dışında kalanların ne gibi deneyimler 
			yaşadığı, bahsedilen tüm bu toplumsal değişim ve yeni koşullar 
			karşısında ne gibi pratiklerle ayakta kalmaya çalıştıklarını anlamak 
			için, onları yazan, romanlarında onları dert edinen Orhan Kemal’in 
			“Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanı bize bu bakış açısını 
			sağlaması nedeniyle özel bir romandır. Ancak, romanı irdelemeden 
			önce Orhan Kemal’den bahsetmek gerekir… 
			 
			Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından olan Orhan Kemal, 
			eserlerinin birçoğunda da arka planda yer alan Adana’da doğar. 
			Yazarlığının dışında birçok işte çalışır; yaptığı ilk işlerden biri 
			basımevinde işçiliktir. Daha sonra ise bir dönem yine Adana’da Milli 
			Mensucat Fabrikası’nda kâtip olarak görev yapar; ardından imalat 
			ambar memurluğunda görevlendirilir. Tahliye olduğu 40’lı yıllarda iş 
			bulamaması nedeniyle toprak taşıma işinde amelelik, Devlet Demir 
			Yolları’nda “muvakkat hamal” olarak çalışır.9 Amelelikten memurluğa 
			kadar işçiliğin çeşitli kademelerinde çalışmış, birebir bu hayatı 
			deneyimlemiş bir yazar olarak, deneyimlerini aynı zamanda en 
			gerçekçi haliyle yazdıklarına da yansıtır. Farklı çalışma 
			koşullarında ve değişik düzeylerde(maviden beyaz yakalı işçiliğe) 
			çalışmış olması ise, farklı düzeylerdeki yaşantıları gözlemlemek 
			adına kendisine uygun zemini yaratması açısından ayrıca değerlidir.
			 
			 
			Orhan Kemal, emekçi ve yoksul kesimleri eserlerinin merkezine 
			oturtur. Neden özellikle bu konuları ele aldığını ise şu sözlerle 
			açıklar: 
			 
			“Hikâye kitabım mahkemeye verilmişti. Hâkim, iddia makamına uyarak, 
			‘Konularımı neden hep fakir fıkaradan, işçilerden aldığımı, 
			Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayan insanların olup 
			olmadığını’ sormuştu. İlk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden 
			hep bu insanları, bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman 
			hâkime: ‘Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. 
			Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl 
			yaşadıklarından haberim yok’ demiş ve beraat etmiştim.”10 
			 
			Yazdıklarını yaşayan, yaşadıklarını yazan bir yazardır Orhan Kemal. 
			Çalıştığı zamanların dışında da boş vakitlerinde işçi ve ustalarla 
			vakit geçirmiş ve romanlarına da edindiği birikimleri dâhil 
			etmiştir. Bu nedenle romanlarındaki dönemin emekçilerine dair 
			aktardığı temsiliyetler gerçekçidir. Öz ve biçimin uyum içinde 
			olmasını önemseyen Orhan Kemal’in romanlarında diyalogları bolca 
			kullanması ise vurgulanması gereken bir diğer özeliktir. Çoğu zaman 
			okuyucu ve karakterler arasından çekilir; böylece hayatında ilk kez 
			fabrika gören bir işçinin ne hissettiğini veyahut çalışma koşulları 
			hakkında ne düşündüğünü yine bunu yaşayan işçinin dilinden öğrenmiş 
			oluruz. Şive, yerel ağız gibi özellikleri kullandığı diyaloglara 
			katması, işçileri ‘homojen bir sessiz yığının’ ötesinde, 
			içerilerindeki farklılık ve benzerliklerle bir bütün olarak 
			aktarması ise gerçekçi bakışının kalemine yansımasıdır kuşkusuz. 
			 
			“Bereketli Topraklar Üzerinde” yazarın en bilinen ve en çok okunan 
			romanlarındandır. Roman, Sivas’taki köylerinden çalışmak için 
			Çukurova’ya göç eden üç arkadaş Pehlivan Ali, İflahsızın Yusuf ve 
			Köse Hasan’ın şehirdeki tutunma mücadeleleri üzerine kuruludur. 
			Toprak mülkiyetinde meydana gelen değişiklikler ve toprağın belirli 
			ellerde toplanmasını romanda bir işçi “Köyün bütün toprakları 
			Uzunoğulları, malı mülkü Uzunoğulları’nın”11 cümlesiyle dile 
			getirir. Toprağın artık karınlarını doyurmaması, köydekileri şehre 
			göç etmeye zorlar. Ancak bu göç, daha önce de dönemin özelliklerinde 
			belirtildiği gibi, henüz yerleşmeye yönelik değildir. Şehir, köyden 
			göç edenler için kendisinde çekici özellikleri barındıran bir yer 
			iken, bir yandan da bilinmeyenlerle dolu kocaman ve tehlikeli bir 
			soru işaretidir. Sanayileşme, makineleşme gibi değişimler her ne 
			kadar işgücü açığı doğurmuşsa da, köylü işçiler eğitimsiz ve 
			niteliksiz işçilerdir; dolayısıyla istihdam edilebilecekleri işler 
			de nitelik gerektirmeyen işler olacaktır. Pehlivan Ali, İflahsızın 
			Yusuf ve Köse Hasan önce bir fabrikada, ardından inşaat işinde ve 
			harman yerinde çalışırlar.  
			 
			Göç eden köylüler hiç bilmedikleri, birer yabancı oldukları kentte 
			tutunabilmek adına kentsel kurumların dışındaki ilişki ağlarını 
			kullanmayı denerler ilk etapta. Henüz modern-kentsel kurumların 
			böylesi bir dönüşümü karşılayacak zemini sağlayamamaları nedeniyle, 
			iş bulma, barınma, sağlık gibi konularla ilgili sorunları çözmede 
			geleneksel ilişki ağları ve kendilerine dair mekanizmaları kullanma 
			yoluna giderler.12 Yusuf, Ali ve Hasan da şehre giderken 
			hemşerilerine güvenmektedirler. Fabrika sahibi olan hemşerilerini 
			aslen tanımamaktadırlar ancak önemli olan hemşerileri olmasıdır. 
			Kırdaki bireysel ilişkilerin kentte de geçerliliğini devam 
			ettireceği düşüncesindedirler, zira “hemşeri demek hısım demek”tir 
			onların gözünde. Fabrika sahibi hemşeri, kırdan gelen köylünün iş 
			bulabilmesi için bir güven unsurudur; bununla birlikte 
			hemşerilerinin fabrikasını da kendilerininmişçesine sahiplenirler. 
			Başka bir işçinin, daha önce çalıştığı yerde fazla çalıştırılmaları 
			yüzünden patozu*** parçaladıklarını anlatması üzerine, Yusuf’un 
			endişeleri şu şekilde açığa çıkar: “Ya bizim hemşerimizin 
			fabrikasını da sakatlarsan?”.13 Yine Yusuf’un bir başka düşüncesi 
			“Hemşerilerinin kozaları tutuşur da yangın bütün fabrikayı sararsa? 
			Mal ha hemşerilerinin, ha kendilerinin.” henüz çalışmaya dahi 
			başlamadıkları fabrikayı salt hemşerilik bağı nedeniyle ne denli 
			sahiplenebileceklerini gösterir. Hemşerileri olan fabrika sahibi, 
			köyden gelen işçilere işi temin edecek olan kişidir, dolayısıyla 
			kendilerine fabrikada istihdam olanağı yaratan yegâne kişi olması 
			sebebiyle, sermaye sahibi bu durumda işverenden ziyade “hemşeri” 
			kimliğiyle öne çıkar. İşçilerin gözünde o, sermayedar olan değil, 
			kendilerine iş imkânı sağlayan ‘hemşeri’leridir. Görünürde oluşan bu 
			güven ve dayanışma ilişkisi ise beraberinde işçi ve işveren 
			arasındaki sınıfsal ilişkiyi de perdeler. 
			 
			Romandaki tasvirlerden görüldüğü üzere fabrikadaki çalışma koşulları 
			oldukça ağırdır. Dönem itibariyle uygulamada olan Milli Korunma 
			Kanunu’nun getirdiği şartlar da hatırlandığında herhangi bir 
			düzenlemenin/denetimin neden söz konusu olmadığı da son derece 
			anlaşılır. Islak çuval geçirilmiş camlardan vuran ayaz ya da sulu 
			kozacılık esnasında sırtlarından sızan sular nedeniyle işçiler 
			sıklıkla zatürreeye yakalanırlar. Köse Hasan da çok geçmeden yatağa 
			düşer. Güvencesi ise birlikte çalışmaya geldiği arkadaşlarıdır; 
			geleneksel ilişkiler yine tek medet umulandır. Burada anılması 
			gereken bir başka nokta ise kötü çalışma koşulları karşısında 
			meydana gelen kaza/hastalık gibi riskleri, işçilerin kaderci bir 
			bakış açısıyla karşıladıklarıdır: 
			 
			“ ‘Aman deyim Hasan, ayağını sıkı bas!’ 
			‘Niye?’ dedi Hasan. 
			‘Hasta masta olup dert olma başımıza da…’ 
			‘Alın yazısı. Ben sıkı basıyorum ama, kader.(…)’ ”14 
			 
			 
			Köse Hasan’ın hastalanması ve daha sonra yeterli bakımı alamadığı 
			için ölümüne neden olan açık şekilde çalışma koşullarıdır fakat ne 
			arkadaşları ne de kendisi bunu görememektedirler. Köse Hasan ölmek 
			üzereyken dahi, başına geleni sorgulamaz, son derece geleneksel bir 
			bakışla değerlendirerek ‘kadere’ bağlar. 
			 
			Fiili koşulların kötülüğü yanında, köylü-işçiler fabrikada diğer üst 
			kademelerdekiler tarafından da eğitimsiz ve cahil oldukları 
			nedeniyle sıklıkla aşağılanırlar. Irgatbaşının davranışları ve 
			ırgatlara karşı tutumu, kendisini onlardan oldukça üst bir konumda 
			gördüğünü gösterir. 
			 
			Romanda harmandaki çalışma koşullarına da yer verilir. Toprakta 
			çalışan işçilerin işe alımı oldukça eski bir uygulama olan elçiler 
			aracılığıyla gerçekleşir. Çalışacakları yere kamyonlarla 
			getirilirler. Birçoğu aileleriyle birlikte çalışmaya gelen işçilerin 
			yaşama ve çalışma koşulları iç içe geçmiştir. Romanda bekâr 
			işçilerin açık arazide toplu halde uyuduklarından bahsedilir, 
			içlerinden yalnızca ırgatbaşı cibinlikle uyur. Çukurova’nın 
			sıcağında, gece kurşun gibi akan yarasa ve sineklerle yaşamak, 
			çalışma koşullarının zorluğunu kat be kat arttırır.  
			 
			Çalışma ve dinlenme süreleri ırgatbaşının isteğine göre belirlenir. 
			Irgatbaşı isterse “on kişi eksik patozda durmamacasına on saat” 
			çalıştırabilir ırgatları. İşi bilip-bilmemelerine aldırmadan, acemi 
			ırgatlar patozda koltukçu olarak çalıştırılırlar. Oysa patoz 
			herhangi bir acemilik ya da dalgınlığa müsaade edecek bir makine 
			değildir; bir uyumsuzluk ya da aksama esnasında ırgat kolaylıkla iş 
			kazasına maruz kalabilir. Yazarın harman makinesi ve çalışan 
			ırgatları şu cümlelerle anlatır: 
			 
			“Beden kalınlığında demetler, patozun doymak bilmeyen ağzından içeri 
			devriliyordu. Irgatlar öfkeyle, kinle, hınçla çalışıyorlardı. 
			Damarlarda dolaşan kan değil, milyonluk kilovatlardı sanki.”15 
			 
			Neticede Ali de bir anlık dalgınlıkla makinenin temposuna uyum 
			sağlayamaz ve bacağını kaptırır. 
			 
			Tüm bu çalışma koşulları karşısında işçilerin verdikleri tepkilere 
			bakıldığında, aslında ırgatların çoğunun koşullardan şikâyetçi 
			olduğunu görürüz: 
			 
			“ ‘(…) Pilavlar taşlı, ekmekler kurtlu. Az daha dişimi kıracaktım. 
			Başka harmanlarda ırgadın gözü açık arkadaş. Böyle yemekleri yemez!’ 
			Pehlivan Ali merakla sordu: 
			‘Aç mı kalır?’ 
			‘Yok canım karavanaları devirir!’ 
			(…) 
			‘Devirince suçlu düşmezler mi?’ 
			‘Düşmezler.’ 
			‘Cenderme menderme koşup gelmez mi?’ 
			‘Gelse bile kendileri suçlu düşer. Bırak ki gelmez böyle ufak 
			işlere…’ 
			(…) 
			‘Yimekler düzelir mi sonra?’ 
			‘Düzelir.’ 
			(…)”16 
			 
			“ Sırtüstü uzandığı yerden doğrulup, geldiği yana bakan Zeynel: 
			‘İşbaşı mı ne?’ dedi. 
			‘İşbaşı ya,’ dedi biri. 
			‘Ne çabuk yahu?’ 
			‘Bunun yaptığı çok oluyor arkadaş… (…)’ ”17 
			 
			Irgatlar koşullardan şikâyetçidirler fakat koşulları 
			değiştiremeyeceklerini düşünmeleri ya da jandarmadan korkmaları 
			nedeniyle herhangi bir tepki göstermeye yanaşmamaktadırlar. Ancak 
			aralarından ırgat Zeynel koşullar karşısında korkusuzca sesini 
			duyurma yoluna gider; Zeynel aynı zamanda ırgatbaşı tarafından diğer 
			ırgatların ‘gözünü açan’ kişi oluşu nedeniyle sevilmemektedir. 
			“(…) Irgatbaşı demiş ki bir tarihte harman yaktı demiş benden ötürü. 
			Doğru. Yaktım. Deli kafam kızarsa yine de yakarım!(…) Haftalığımız 
			kestiler, ipe un serdiler, canımızı yaktılar, canlarını yaktım!”18 
			 
			Zeynel’in isyanı ve eylemi tüm bu olumsuz koşullara karşı gelişin 
			açık ifadesi olarak karşımıza çıkar.  
			 
			Sonuç Yerine 
			 
			İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalistleşme yolunda ilerleyen, 
			dönemin Türkiye’sinde iç ve dış gelişmelere bağlı olarak uygulanan 
			ekonomi politikalar ve buna bağlı olarak hızla dönüşüme uğrayan 
			toplumsal yapı içerisinde insan ilişkileri de değişmeye başlar. 
			Dönemin Türkiye’sinde kapitalist üretim ilişkileri topluma nüfuz 
			ederken sınıfsal konumlar da belirginleşir. İnsan ilişkilerinin 
			gözlenmesiyle bu süreci görünür kılan Orhan Kemal’in “Bereketli 
			Topraklar Üzerinde” romanı bize çok değerli bilgiler sunar. Bu 
			bilgiler, dönemi açığa çıkarması açısından önemli olduğu kadar, 
			bugünü anlamamıza da yardımcı olmaktadır. 
			 
			Orhan Kemal romanında, geç kapitalistleşen Türkiye’de kırdan kente 
			göç, kentte kurumsal olmayan ilişkilerle ayakta durmaya çalışma, 
			barınma sorunları, işsizlik, hemşerilik ilişkisi, mevsimlik işçilik, 
			sermayeler arası (ağalar) ve emekçiler arası (kâtip, ırgatbaşı, 
			ırgat, usta, nitelikli-niteliksiz, eğitimli-eğitimsiz işçiler) 
			hiyerarşik ilişkiler romanda açığa çıkarılır. Öte yandan kar güdüsü 
			ve birikim mücadelesinin koşulları; emekçilerin makineyle 
			yarıştırılması, kötü düzenlenmiş çalışma koşulları, yetersiz 
			beslenme, hastalıkla sonuçlanan ağır çalışma koşulları, ölümle 
			sonuçlanan iş kazaları ile romanda tüm çıplaklığı ile ortaya konur. 
			Emekçilerin tutumlarına ilişkin algılayıştaki yanılsamalar verilir 
			ki bu yanılsamaların koşullarla ilk kez karşılaşma, değerler 
			sisteminin değişimiyle yüz yüze olma halini ortaya çıkarır. Bu durum 
			emekçilerin kırsal toplumdan gelen kadercilik anlayışına 
			sarılmasıyla açığa çıkar. Koşulların, kaderci ve kabullenişe yönelik 
			bir bakış açısıyla çözülebilmesinin mümkün olmadığını anlamak ve bir 
			araya gelerek sessiz yığınların sesini duyurmanın önemi, romanda 
			gelecek için umut ışığı olarak belirmektedir. 
			 
			 
			 
			 
			Kaynakça 
			Ahmet Makal, Ameleden İşçiye, İletişim Yayınları, İstanbul. 
			Asım Bezirci, Orhan Kemal Yaşamı, Sanatı, Eserleri, Anıları, 
			Evrensel Basım Yayın, 3. Basım, İstanbul, 2006. 
			Haldun Gülalp, Kapitalizm Sınıflar ve Devlet, Belge Yayınları, 
			İstanbul. 
			Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2005, İmge Kitabevi 
			Yayınları, 10. Baskı, Ankara. 
			Mübeccel Belik Kıray, Toplumsal Yapı ve Toplumsal Değişim, Bağlam 
			Yayınları, İstanbul. 
			Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Epsilon Yayınevi, 16. 
			Baskı, İstanbul, 2006. 
			Sema Erder, Köysüz Köylü Göçü”, Görüş, Şubat- Mart 1998. 
			Tolga Tören, Yeniden Yapılanan Dünya Ekonomisinde Marshall Planı ve 
			Türkiye Uygulaması, SAV Yayınları, İstanbul. 
			Yüksel Akaya ve Metin Altınok, “Çukurova’da Pamuk İşçileri”, Türkiye 
			Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 1 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
			 
   |