| 
			 
			
			
			 Orhan 
			Kemal'i özlüyorum. Onun anlattığı yarı çocuk yarı ergin 
			delikanlıların özlediği, adil dünyayı özlemek bu. Orhan Kemal, 
			ününü, yaşını, ustalığının ağırlığını yansıtmazdı bize. Hep alçak 
			gönüllüydü. Orhan Kemal’i özlüyorum. Onunla kırk yıl 
			önce Yerebatan’da Stop Otel’in önünde ayrılmıştık. Her zamanki gibi 
			“kıl pranga kızıl çengi” şıktı. Fötrü başında, ceketi kolunda, 
			ayakkabıları pırıl pırıl boyalı, gömleği ütülü. Giydiklerinin 
			eskiliklerini, eksiklerini bir kendi bilirdi. Nasıl neşeliydi, 
			yolculuk öncesinin hazırlığıyla.  
			Orhan Kemal’i özlüyorum. “...genel olarak sanatın görevi, herhangi 
			bir olayı düpedüz anlatıp seyircileri, okuyucuları, dinleyicileri 
			heyecandan heyecana sürükleyip ağlatmak ya da güldürmekten ibaret 
			olmamalı, düşündürmelidir de” yargısını onun imzası olan romanlardan 
			yola çıkıp hızını alamayan dizilerde ne çok anımsıyorum. İnsanın 
			berbat ettiği bir dünyayı ancak onun düzeltebileceğine inanan bir 
			yazar oluşunu, bunu romanlarında göze sokmadan anlatışını... 
			Romanlarında örnek tipler yaratmak isteyişini... Bir yıla yakın 
			İkbal Kıraathanesi’nin ‘sabahiye’lerine katılmış olmanın alışkanlığı 
			bu özleyiş belki. (Damadın düğün ertesi sohbetiymiş sabahiye... o 
			zamanlar bilmezdim.) Orhan Kemal, ününü, yaşını, ustalığının 
			ağırlığını yansıtmazdı bize. Hep alçak gönüllüydü.  
			Varlık Yayınevi’nden bir telif almaya gelişini anımsıyorum. Yaşar 
			Nabi Bey’in yanından alı al moru mor daldı odama. “N’oldu ağabey!”
			 
			“Herhalde para yok, ödeyemeyecekler!”  
			“Nerden çıkardın bunu?”  
			“Yaşar Bey kahve ısmarladı!”  
			Elisıkılığıyla ünlü Yaşar Nabi Nayır’ın ilk kez kahve ısmarladığına 
			tanık olmuştu herhalde. Soramamıştı telifini. Sonrası olumlu ama 
			soramaması önemli bence. 
			 
			En iyi oyun yazarı 
			Orhan Kemal 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Asıl 
			adı Mehmet Raşit Öğütçü’ydü. (Onunla yakın arkadaş olduğunu 
			belirtmek isteyenler üstüne basarak “Raşit” diye anarlardı onu.) 
			Babası ilk TBMM’de milletvekilliği ve Adalet Bakanlığı yapmış 
			Abdülkadir Kemali Bey’dir. Ahali Cumhuriyet Fırkası kurucusu da olan 
			babasının siyasal yaşamı yüzünden yaşadığı sürgüne katılması 
			eğitimini yarım bırakmasına yol açtı. 1932 yılında Beyrut’tan yurda 
			dönen Orhan Kemal çırçır fabrikalarının çeşitli işlerinde çalıştı. 
			Bu yıllarda çalıştığı mekânlar ve tanıdığı kişiler onun 
			anlatılarının temelini oluşturacaktır. 1937 yılında fabrikada 
			sevdalandığı bir kızla evlendi. Bu evlilik onun Cemile romanına 
			yansır. Bir yıl sonra askerlik yaparken beş yıla hüküm giydi. 
			1940’ta Bursa Cezaevine gelen Nâzım Hikmet’le tanıştı. Onunla 
			geçirdiği üç buçuk yıl bir eğitim ve düzyazıya geçme dönemi oldu. Bu 
			dönem de ayrı bir kitap olarak anlatılmıştır. 1951 yılında 
			İstanbul’a yerleşti ve bu tarihten sonra yalnızca yazarlıkla 
			geçindi. Roman tefrikası, öykü, senaryo... Romanlarında tipleri, 
			çevreyi, ruh hallerini diyaloglarla çizdiği için senaryolara diyalog 
			yazmak da onun yaşamını kazanmasını sağladı. (Yeşilçam filmlerinde 
			sizi güldürmeyecek doğallıktaki konuşmalar genellikle onun 
			daktilosundan çıkmadır. Örneğin, Memduh Ün’ün Yaprak Dökümü filminin 
			diyalogları. Üstelik onun yazdığı senaryolarda o yapmacık ‘lakin’ 
			benzeri eski sözleri pek görmezsiniz.) Sait Faik Hikâye Armağanını 
			(1958, Kardeş Payı; 1969, Önce Ekmek) ve Türk Dil Kurumu Öykü 
			Ödülü’nü (1969, Önce Ekmek) alan Orhan Kemal 72. Koğuş adlı oyunuyla 
			da 1972 yılında Ankara Sanatseverler Derneğince ‘en iyi oyun yazarı’ 
			seçildi. 2 Haziran 1970’de çağrılı olarak gittiği Sofya’da öldü.  
			Orhan Kemal, Sofya yolculuğunda ailesinin Balkanlardaki kökleriyle 
			ilgili araştırmaları da planlıyordu. 93 Harbi adını verdiği bu 
			romanın girişi oğlu Işık tarafından yarım kalan yapıtları arasında 
			yayımlandı. Bu girişteki Telgrafçı Naşit Efendi’nin göç yolunda 
			yalnız kalmış altı ve yedi yaşındaki kızlarıyla bir Kazak’ın 
			karşılaştığı bölüm onun insana ve dünyaya bakışını yansıtır: 
			“Yukarı Don Kazak Süvari Alayı’ndan Rostoflu Nikola oğlu Andre 
			ağlıyordu. Rostof yakınlarındaki kasabalardan birinde bırakıp 
			geldiği sarı, kıvır kıvır saçlı, boncuk mavisi gözlü kızı da günün 
			birinde kim bilir hangi düşman ordularının karşısında böyle zangır 
			zangır titreyemez miydi? 
			İstavroz çıkardı. Sonra şakırtıyla yağmakta olan yağmurun çamur 
			deryasına çevirdiğiovaya baktı:Çamurlara saplanıp kalmış arabalar, 
			beygir leşleri, kafatası patlamış çocuk ölüleri, genç, yaşlı kadın, 
			erkek ölüler, kolsuz bacaksız ölüler, etlerine kan oturmuş ölüler, 
			ölüler... 
			Yüzü nefretle buruştu. 
			Çocuklara döndü. Yağmurun altında sırılsıklamdılar. 
			Ne yapabilirdi? 
			Birden hayvanın terkisindeki çulu hatırlayarak koştu. Çözdü, aldı 
			geldi. İncecik omuzlarıyla sırılsıklam çocukların üstüne attı. 
			Daha sonra atına atladı. Yol boyunca akıp gitmekte olan birliklere 
			karıştı.” (Önemli Not! s.101) 
			 
			Çukurova’nın izi 
			Orhan Kemal’in romanlarındaki tipler arasında emekçiler önemli bir 
			yer tutar. Bu emekçilerin ekmek için göç edenleri de, gurbette 
			umutlarını yitirmişleri de insan ilişkilerinin sıcağını yitirmeden 
			yer alır. Fuhşa itilen çalışan kızlar da.  
			Orhan Kemal’in romanlarında mekan genellikle Çukurova’dır. Çalışma 
			yaşamının ayrıntılarını iyi bildiği Çukurova. Hemen her tasarısında 
			bu ‘bereketli topraklar’dan bir iz vardır ve bunları Fikret Otyam’a 
			yazdığı mektuplardan izlemek olasıdır. 19 Ekim 1961 
			tarihlimektubunda Çukurova ile ilgiliyeni bir roman tasarısından söz 
			eder: 
			“Bir başka bir yepyeni konunun üzerindeyim. Bundan öncekilerin 
			topundan derin, topundan geniş ve topundan ‘roman’. Lök gibi. Bir 
			değil, iki roman. (...) sözünü ettiğim ‘lök gibi’ ‘roman’ın konusu 
			gene Çukurova ama, bu sefer üslup ve diğer özellikler bundan 
			öncekilerden çok ayrı. Taa Sultan Hamid devrindeki Çukurova’dan 
			alıp, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, ardından Harbi Umumi, Milli 
			Mücadele ve nihayet bugüne geleceğim. Bütün bu enine boyuna platform 
			üzerinde, Çukurova’da gelişip bugünlere varan ticaret, ziraat ve 
			sanayiimizin dünkü sahipleriyle bugünkü sahiplerine el 
			değiştirişlerini ve bugünkü sahiplerinin perde arkasından milletini 
			nasıl sömürüp, memleketi gericiliğin karanlıklarına nasıl 
			sürüklediklerini, çıkarlarının ne olduğunu ‘tipik’ bir şekilde 
			vermeğe, daha doğrusu ‘erbabı iz’an’a (anlayış sahiplerine) vermeye 
			çalışacağım” (Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları) 
			Orhan Kemal’in son günlerindeki görüntüsünü Arkadaşım Orhan Kemal ve 
			Mektupları’nda Nevzat Üstün şöyle çiziyor: “Hava raporlarının 
			parçalı bulutlu dedikleri cinsten bir sabah olmalıydı. Kederli bir 
			Balkan sabahı.. Orhan’ın her yeri hastalanmıştı, gövdesi, kolları, 
			yüzü, yüreği.. 
			Hastalanmayan iki şeyi vardı. Gözleriyle elleri. Anadolu’yu 
			yazmasına karşın, İstanbulluydu elleri, yumuşak, ince, uzun 
			parmaklı... Ellisini geçtikten sonra bile, geleneklerine ihanet 
			etmedi. Elleri İstanbulluydu ama, o hep Anadolu ilçelerinin 
			delikanlısı olarak kaldı, şapkasıyla, giyimi ile kuşamı ile...” 
			Orhan Kemal’in giyimi kuşamı dendiğinde aklıma hiç aslını okumayı 
			istemediğim bir mektubu geliyor. Ayakkabılarının, çoraplarının 
			görünmez bölümlerinin eskiliğini alayla anlattığı bir mektup. Hem 
			elbisesinin geçen yıllardan kalmışlığını hem pabuçlarının eskiliğini 
			falan öyle bir ağdalı Osmanlıca ile çiziyor ki, bilmeyen övdüğünü 
			sanır.  
			Ve ne zaman bu satırları anımsasam, nedense, aklıma, Hrant’ın 
			vurulduğundaki görüntüsü düşüyor. Altı yırtık bir pabuç. Ve onun 
			romanını ancak Orhan Kemal’in yazabileceğini düşünüyorum. Ya da onun 
			gibi dünyanın insanlarca bozulan düzenini ancak insanların 
			düzeltebileceğine inanan, insanları yargılamadan önce onları anlamak 
			gerektiğini anlatanbir ustanın. 
			Orhan Kemal’i özlüyorum. Onun anlattığı yarı çocuk yarı ergin 
			delikanlıların özlediği genç, adil dünyayı özlemek bu.  
			“Gökyüzünde geniş kanatlarıyla bir alıcı kuş, sanki uçmuyor, 
			akıyormuşcasına mavi gökten geçiyor.”  |