| 
			 
			Değini: 
			
			
			Oğuz Paköz Bey'in, Orhan Kemal sevgisi özeldir. Alkış'ın bu 
			sayısını, ağırlıklı olarak bu değerli yazarımıza ayırdı bu yüzden... 
			Bize de yine tenbih etti: 
			
			
			-Hocam, bu konuda bilhassa size güveniyorum. 
			
			
			Biz de dostumuza mahcup düşmemek için tabana kuvvet dedik ve 
			aşağıdaki satırları karaladık. Bilmeyiz, bir şeye benzediler mi? 
			
			
			Türk romancılığı ve hikayeciliğinin, hep emekçileri, işçileri 
			anlatması dolayısıyla Maksim Gorki'si; maceralı bir yaşamın izini 
			sürdüğü için de Panait Istrati'si sayılan bir yazarımız Orhan KEMAL. 
			İlimize yakın bir yerde, Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğmasına (1914) 
			bakarak; Ceyhan bizim ünlü ırmağımızın da adı olması sebebiyle; onu 
			biz de bir bakıma rahatlıkla hemşehrimiz diye özümseyebiliriz. Onun 
			duru, şiirli dilinde kendimizi; şair Gülten Akın'ın dizesiyle; 
			
			“Adamın 
			su gibi akanıdır Maraşlı” 
			
			
			diye tarif edilen, Anadolu insanını kolaylıkla tanıyabiliriz. 
			
			
			Edebiyatın halkla buluşan, aşağıdan yukarıya doğru yapılanan 
			kanadında yer alması dolayısıyla Orhan Kemal'in romancılığını, 
			doğrudan Anadolu'nun kültür-sanat sentezine bağlayabiliriz. 
			
			
			Bu sağlam bağlantı bizi nerelere kadar götürür? 
			
			
			Elbette yazarın uzanabilme yeteneğini gösterebildiği en ücra 
			köşelere, en dip konulara, derine ve en yüce doruklara... 
			
			
			Çünkü bunların hepsi gören gözler için, Anadolumuzda vardır. 
			Doğrusunu da söylemek gerekirse, dün de vardı bu değerler, olgular, 
			çeşniler Anadolu'da, bin yıl öncesinde de vardı. Değişen yalnız 
			zamanın salınımında, uygun şartlarını bularak doğan yeni yeni 
			bireşimlerdir. 
			
			
			Orhan Kemal'in bu yazarlığı sınırlı bir yazarlık mı? 
			
			
			Sınırlı bir yazarlık! 
			
			
			Gerekli mi? 
			
			
			Gerekli. 
			
			
			Peki bu sınırlılık nereye kadardır ve ne kadardır? Eğer gerekli ise, 
			bu gerek ne kadardır ve yine nereye kadar gerekli kalacaktır? 
			
			
			Ülkemizdeki devasa kültürel, sanatsal bölünmüşlük olgusu, nesnel bir 
			gerçeklikse eğer; ki nesnel bir gerçekliktir; bu sorular, tıpkı 
			diğer "yetkin" edebiyatçılarımız için olması gerektiğince, Orhan 
			Kemal için de sorulup yanıtlanmalıdır artık. 
			
			
			Bu yüzden, bu devasa bölünmüşlük yüzünden, hiçbir yazarımızın (buna 
			ayrımsız herkes dahil edilmek zorundadır,) dokunulmaz kılınması, 
			kanaatimce doğru değildir. 
			
			
			Orhan Kemal, genel olarak emekçilerin ve yoksulların romancısı, 
			öykücüsüdür diyelim... Peki, günümüzün dünyasında bu tutumun açık 
			anlamı nedir?... 
			
			
			Ona göre ve biraz da bize göre, galiba şudur; 
			
			
			İçinde yaşanılan toplum, şöyle veya böyle son tahlilde sınıflı bir 
			toplumdur. Bir tarafta yoksul emekçiler, öbür tarafta zengin 
			patronlar, burjuvalar. Emekçiler, mazlumlar ve sömürülenlerdir. 
			Patronlar ve burjuvalar da mutlu azınlık... 
			
			
			Bu bakış açısından daha birçok argüman sıralamak mümkündür elbet. 
			Ama biz bunu şematize ederek anlatmak zorundayız. Sanatçının bir 
			görevi de mazlumdan yana çıkmak olduğuna göre, (çağının tanığı 
			olabilmek için bu böyle) günümüzün mazlum olarak en önde gözüken 
			kesimi elbet çoğumuza göre, emekçiler dünyasıdır. Gerçekte de ayan 
			beyan öyledir vesselam.! 
			
			
			İşte bu anlayış ve inançla Orhan Kemal, böyle bir yazar olarak dünya 
			görüşünü oluşturmuştur ve emekçilerden tarafa kalemini kullanmıştır. 
			Zaten içlerinden çıkıp gelmiştir. Böyle olması da doğaldır. 
			
			
			Orhan Kemal, buraya kadar sınırsız sevgi dolu bir yazardır. 
			1945'lerden beri ülkemizde yaşanan sınıflı toplum manzaralarını, 
			kederi ve sevinci ile sanatın estetik kuralları içinde eksiksiz dile 
			getirmeğe gayret etmiştir. 
			
			
			Peki, yazınımızda Orhan Kemal diye bir yazar ve bu gibi konuların 
			işlenmesi gerekli miydi? 
			
			
			Gerekliydi. Sanatın, toplum mahşerinin aynası olduğu gerçeğini kabul 
			etmişsek eğer, (ki başka seçenek yok!) bu yargıyı istemesek de 
			benimseriz. Böyle bir toplumda dünyaya gelmişse, yazar Orhan 
			Kemal'in de başka bir seçeneği yok. Ya 'duyarsızlığın dayanılmaz 
			hafifliği' içinde bulanıklığın ve belirsizliğin öykücüsü olup, 
			zeytinyağı gibi yüze çıkacak, şöhret ve para peşinde koşacak ya da 
			gerçek acıları tadacak, tattıracak, gerekirse fatura ödeyip 'acılı 
			kuşak' olacaktır. 
			
			
			Ama sınırı ve gerekliliği de işte buraya kadardır, bu soy 
			yazarlarımızın. Çünkü ülkemizde Paris'teki, Berlin'deki, söz gelimi 
			Moskova, Londra, Vaşington'daki gibi sadece sınıflar arası 
			çelişmeler yoktur. Bir de bu toplumun tarihinden gelen milli 
			meseleleri, çekişmeleri vardır. Onların da günün şartlarına göre 
			dile getirilmesi, dramatize edilmesi gerekli değil miydi?... 
			
			
			Gerekliydi elbet. Hatta bu iki can alıcı gerekliliğin, gerçekliğin 
			bir potada birleştirilerek, etki gücünün yenilmez kılınması en 
			yetkin davranıştır. 
			
			
			Millici edebiyatla, toplumcu-gerçekci edebiyat net bir şekilde 
			birleşmelidir. Yoksa, dediğimiz gibi her birisi kendi köşesinde 
			"sınırlı - sorumlu" kalacaklardır. Bu da kültürel bölünmüşlüğümüzün 
			sürgit devam etmesinin, kronikleşmesinin açık göstergesi olacaktır. 
			
			
			Artık taşların yerli yerine oturması gerekir. Yoksa küresel 
			emperyalist kültür, hepimizi kendi hegamonyasına katar, bitirir. 
			
			
			Orhan Kemal'leri okuyalım. Hem de çok çok okuyalım. Onun şiirli 
			dilinden türlü tadlar devşirelim. Ama Tarık Buğra'ları da çok 
			okuyalım. Samim Kocagöz'leri ve Faik Baysal'ları... Fakat biz 
			kendimizi, yarının asıl yazarları, öykücüleri ve romancıları olarak, 
			milliliği ve toplumsallığı bağrında birleştiren, daha güçlü ve 
			işlevsel bir oruna yükseltmeğe çalışalım. 
			
			
			Gurbet Kuşları adlı romanında Maraşlı göçmen bir ailenin 
			İstanbul'daki yoksul ve garip yaşamını, dağılmışlığını anlatan Orhan 
			Kemal, elbette bir anlamda hemşehrimiz sayılır. Kimbilir belki bir 
			gün bir başka Orhan Kemal çıkar da, bu Maraşlı ailenin torunu olan 
			bir gencin ekmek, eşitlik, iş arama, mutlu olma mücadelesiyle 
			beraber, milli kültür, sanat, bağımsızlık, barış, cumhuriyet, milli 
			birlik ve gerçek demokrasi mücadelesini de kaleme alır. 
			
			
			*** 
			
			
			Bir sanat yapıtını, yazarın 
			ağzıyla bile yazılmış da olsa, bunu doğrudan o yazara ait bir hatıra 
			imiş gibi değerlendirip, yazarını köşeye sıkıştırmak doğru değildir. 
			Sanat her zaman zihinde soyutlamalar yapılarak algılanmalıdır. 
			Bilinmelidir ki, “özne” 
			sadece o yapıtın içindeki kurgusal-yazınsal öznedir. Bu estetik 
			gerekliliği, okuyucu hiçbir zaman düzgünce kavrayamaz. Garip olanı 
			da şudur ki; ekseri yazarların kendileri de henüz o bilinç 
			seviyesinden uzaktır. Yayıncılar ise haydi haydi uzaktırlar. Bir 
			marifetmişçesine, roman öykü kitaplarının kapak arkasına yazılan 
			tanıtım notlarında, o yapıtın birebir yaşanmış olaylardan ve gerçek 
			kişilerden alınmış olduğunu yazıp dururlar. 
			
			
			Oyun bozucunun önde gidenidir bunlar. Roman, öykü yazarının kendisi 
			bile bu işin böyle olmadığını belirtmiş olmasına rağmen, onlar yine 
			bildiklerini okurlar. Okuyuculardaki 'gerçeklik hastalığı', ticari 
			kaygılarla bu yayıncılara da fazlasıyla bulaşmış gibidir. 
			
			
			Orhan Kemal, bu yetkin soyutlamayı yapabilen nadir yazarlarımızdan 
			sayılır. Örneğin daha ilk romanı olan Baba Evi, büyük bir ihtimalle 
			kendi yaşamı etrafında döneceği halde, şu mizansenle başlıyor: 
			
			
			"Küçük Adam'ı, Adana kahvelerinden birinde tanıdım, tesadüfen. 
			Sakallı yüzünü avuçları içine almış düşünüyordu. Açık mavi gözleri, 
			kıvırcık sarı saçları vardı. Birbirimizi uzun uzun gözden 
			geçirdikten sonra yanıma geldi. Beni birisine benzettiğini söyledi. 
			Maksadının konuşma kapısı açmak olduğunu anlıyordum. 
			
			
			Derhal ahbap olduk. 
			
			
			Bana hayat macerasını çok sonra, ısrarlarım üzerine uzun uzun 
			anlattı. Bunları yazmasını söyledim güldü, 
			
			
			-Sen yaz istersen! dedi. 
			
			
			Coşarak anlattığı şeylerden tuttuğum notlar bir haylidir. Bir 
			ciltten sonra ihtimal ikinci, üçüncü, dördüncü ciltler meydana 
			gelecek." (Baba Evi, sh 7, 
			Epsilon Yayıncılık) 
			
			
			Sonra, sözde o kahramanın ağzıyla asıl roman akışı başlar. Şimdi biz 
			inansak da, inanmasak da o romanın baş kahramanı Orhan Kemal değil, 
			buradaki Küçük Adam'dır. 
			
			
			Güvenilir hikaye yazarı böyle olur. Güvenilir okuyucu da böyle 
			algılar. 
			
			
			"O şimdi nerde mi? 
			
			
			"Kimbilir? KüçükAdam'lara mahsus çileli bir hayatı sürerek, belki 
			İzmir'de, belki İstanbul'da, belki de Van'da... 
			"(Aynı yer). 
			
			
			Biz de diyelim ki, belki de Kahramanmaraş'tadır şimdi o Küçük Adam. 
			Küçük Adam'ın romancısıdır Orhan Kemal. Küçük Adam'ın, yani işçinin, 
			emekçinin, işsizin, boşta gezerin, avarenin, sahipsizin... Ama bu 
			aylarda (Ocak-Şubat 2010) başkent Ankara'daki ve tüm yurttaki tekel 
			işçilerinin günlerce süren haklı direnişiyle, o şimdi Büyük 
			Adam'dır. 
			
			
			* 
			
			
			Konunun içine konu kattık. Postmodern bir yöntem. Ama belki asıl 
			Orhan Kemal'in en beğendiğim bir yönünü size sunacaktım. Daha 
			doğrusu yapıtlarını bana açan yönünü. 
			
			
			Ben şahsen Orhan Kemal okumayı epeydir ihmal etmiştim. Doğrusu da 
			eserlerinin çoğunu henüz okuyamamıştım. Onu fazla gerçekçi 
			buluyordum. Bizlere bu şekilde tanıtılıyordu hep. Ama birkaç yıl 
			önce güzel bir yönünü keşfettim. Orhan Kemal de, hemşehrisi ve 
			yaştaşı Yaşar Kemal gibi edebiyata şiir yazarak adım atmış. Nedense 
			bu incelikli yönünü o güne kadar gözümden kaçırmışım. Kimse de bana 
			bu konuda yardımcı olmamış. Ona yeteri kadar zaman ayıramadığım için 
			ara ara üzüldüğümü biliyordum. Ama ne yapabilirdim ki! Kendimce bir 
			çekicilik bulamamıştım henüz. Sırf ünlü bir yazarı okumuş olmak için 
			okumayı da içten bulmuyordum. Son yıllarda merak ettim; acaba onun 
			şairlik yönü de, romanlarına ve öykülerine sirayet etmiş mi? 
			Metinlerinde böyle bir duyarlılık görebilir miydim, diye ilgilenmeğe 
			başladım. Yaşar Kemal'de bu vardı. Çoğu yerde görülürdü. Ölmez Otu 
			romanı, baştan sona şiir özentilidir. Onun anlatımında destansı bir 
			nitelik görülür bazan. Ağrı Dağı Efsanesi, bir de bu gözle 
			okunabilir. 
			
			
			Evet yanılmamıştım. Orhan Kemal'de de bu özellik gözlenebilirdi; 
			Cümleleri yer yer bir sözcükle bile olsa, şiirsellik taşıyordu. 
			Üslubunun akıcılığı bu damardan besleniyor olmalıydı. Buna yine Baba 
			Evi'nin sayfalarından şöyle iki kısa örnek verebilirim: 
			
			
			"Çok yapraklı ağaçlarının bahçesine koyu ve nemli gölgeler 
			saldığı büyük bir konak hatırlıyorum. Bahçenin bir kenarında, 
			güneşli suyu taş bir yalağa dökülen, döküldükçe köpüklenen bir 
			çeşmemiz vardı. " (Sayfa 9) 
			
			
			"Deniz uluyordu. Uzaklarda bir şamandıra, denizin üzerinde 
			yükseliyor, sonra gümbürtülerle parçalanan karanlık suların 
			uçurumunda kayboluyor, az sonra tekrar çıkıyordu. 
			"(Sayfa 40) 
			
			
			Benim gibi siz de, Orhan Kemal'i bir de böyle şiirli dili ile 
			keşfederek yeniden okumayı deneyebilirsiniz; romanlarını, 
			öykülerini... 
			
			
			Bir sanat eseri, söz gelimi bir hikaye ve roman için bunlardan daha 
			önemlisi, yapılan, yazılan şeylerin sahici bir sanat-edebiyat ürünü 
			olmasıdır. Her verinin, bu amaç doğrultusunda, ustalıkla, üstün bir 
			araç olarak ne düzeyde kullanılıp kullanılmadığı gerçeğidir. 
			Düşüncenin de, inancın da, bilginin de, üslubun, dilin de... 
			Edebiyat, şiiriyle, öyküsüyle, roman ve tiyatrosuyla, tıpkı sinema 
			gibi bir canlandırma sanatıdır sonuçta. Bir yeniden yaratıdır. Bu 
			olamıyorsa eğer yapılan edilen şeyler eksiklidir, kendiliğindendir. 
			
			
			Orhan Kemal bu yönden de değerli bir yazardır. 
			
			
			Bir de Orhan Kemal'in, okuyucuyu uzun metin okuyuculuğundan 
			kurtaran, oyun diliyle sağladığı ruhsal rahatlık vardır ki, gençleri 
			ve halkı edebiyata çeken çok önemli, seviyeli bir işlev yüklenir. Bu 
			belirgin üslup özelliğiyle de, işçi-emekçi dünyasının yeni bir Ömer 
			Seyfettin'idir sanki Orhan Kemal; bilhassa gençlerimiz tarafından 
			Ömer Seyfettin kadar okunur. 
			
			
			Yazımızı, Orhan Kemal bağlamında, yine başladığımız gibi bitirelim. 
			
			
			Bizdeki devasa kültürel-sanatsal bölünmüşlüğe, artık tamamiyle 
			"dur!" demenin vakti geldi de geçiyor bile. Biz şahsen son 25-30 
			yılımızı hep bu uğurda çaba göstererek geçirdik. Yine de 
			katettiğimiz yolun mesafesi belli. Kanımca, eğer bizdeki tüm zıt 
			fikirler, edebiyat akımları, zihniyetlerin temsilcileri, milletimizi 
			ve halkımızı ortak bir paydada buluşturamıyor; aksine habire kendi 
			çekişmeci görüşlerinin, kısır döngülerinin, yapay farklılıklarının 
			altını çiziyorsa; o ülkede, daha büyük bölünmelerin de (siyasi, 
			etnik, dinsel, dilsel, coğrafi, demografik) bilerek veya bilmeyerek 
			lanetli, uğursuz temsilcileri, sözcüleri olmaktan kendilerini 
			kurtaramazlar. Bir taraf Orhan Kemal'i, öbür taraf Peyami Safa'yı 
			vb. bu bölünmüşlüğe kurban ettikçe, elin oğlu da gelir her iki alanı 
			da tarumar eder. 
			
			
			Demek ki her şeyden önce kültürel birlik gerek milletimize, bize... 
			   |