| 
			  
			72. Koğuş, tarafından yılında kaleme alınan eserin seyirlik oyunu. 
			Orhan Kemal’in sahnelenmiş beş oyunundan biri olan 72. Koğuş, bu 
			eserlerin içinde en önemlilerinden sayılıyor. Eserin uygulaması, 
			önce 1967 yılında iyatrosu’nda (AST), sonra , İstanbul Şehir ve 
			Mithat Paşa tiyatrolarında sahnelendi, anımsarım. Benim bildiğim ve 
			izlediğim, en son Sivas tarafından 2007-2008 sezonunda sahnelenmiş 
			olan versiyonu. Seyirlik halindeki başarısını, hiç kuşku yok ki 
			ışıklar içinde yatsın, ’nin uğraşılarına borçlu. “72. Koğuş”, 
			şimdilerde Sadri Alışık Tiyatrosu’nun 2009-2010 repertuvarı içinde 
			Kemal Başar’ın rejisiyle oynanmakta. Köşe bucak Türkiye derken, 
			Londra Hackney Empire Salonu’nda da sahnelendi. Duyduğum kadarıyla, 
			yurtdışı turnesi nisan ayında da sürecek. 
			Eserin konusunu yinelemeyecek, Orhan Kemal’in bu eserinin 
			sahnelenişinde, Asaf Çiğiltepe’nin katkısının öneminden çok söz 
			edildiğini; ancak Orhan Kemal’in tüm öykülerinde, romanlarında ve 
			oyunlarında bulunan oyunlaştırmaya çok elverişli malzemenin de 
			uzmanlarca göz ardı edilmediğini anımsatıp geçeceğim. Orhan Kemal, 
			insan gerçeğini insanın sözlerinin ve davranışlarının dışa yansıyan 
			yanından yakalamaya çalışıyordu. Ortaladığı gerçekler karmaşık, 
			fakat düzenliydi. Belli bir gelişimin tipik ve mantığa uygun 
			halkalarıydı. Işıklar içinde yatsın, Asım Bezirci’nin de dediği 
			gibi: “Gerçekçi oyun yazarı gözlemine serilen yalınlık, ardındaki 
			karmaşıklığı, derbederlik arkasındaki düzeni, dağınıklık ardındaki 
			bütünlüğü, dış görünümün gelişigüzelliğini, renkliliğini, 
			canlılığını bozmadan iletmeye çalışıyordu.” Roman ya da öyküde 
			yararlanabileceği anlatım kolaylıklarından yoksundu. Sözü ve 
			hareketi hem gerçekçi, hem işlevsel, hem de anlamlı kılmak 
			zorundaydı. Her gelişigüzel söz, görünmez bir iplikle mantıklı bir 
			nedene dayandırılmalı, her rastlantısal hareket bir nedenle, hiç de 
			belli edilmeden açıklanmalıydı. Roman ve öykülerinde konuşmayı, 
			hareketi böyle kullanıyor; yaşamsal canlılığı, renkliliği ve 
			çocuksuluğu bozmadan onları anlamla donatıyordu. Roman ve 
			öykülerdeki karşılıklı konuşmaya bolca yer verilmesinin 
			oyunlaştırmaya kolaylık sağladığı ise kuşkusuz bir gerçekti. Gene 
			Bezirci’nin dediği gibi, konuşmalarda yerel ağızların kullanılması, 
			olayları belli bir yöreye mal etmekten çok, yaşamdaki 
			canlılıklarını, renkliliklerini korumak içindi ve bu yönü ile de 
			tiyatroda da işlevsel olmuştu. Orhan Kemal’in öykülerinde, 
			romanlarında ve oyunlarında işlenen hareketin, bazen bir oyunun 
			devinimini sağlamaya yetmediği; oyunlaştırmada malzemeye yeni 
			olaylar eklemek gereksinimi yarattığıysa, pek bilinen ayrı bir 
			gerçekti.  
			Sadri Alışık Tiyatrosu yapımı “72. Koğuş” da, bana göre işte böyle 
			bir oyun. Roman, “adembabalar” koğuşunun geçici varlık döneminden 
			sonra eski yoksulluğuna dönüşü ve koğuşta oturanların baştaki 
			bilinçsiz tavırlarını sürdürüşleri ile son buluyor. Oyunu izlerken 
			hep düşündüğümü kendi kendime bu kere de tekrarladım; oyunda 
			Kaptan’ın ölümü, koğuşta yaşayanların bilinçlenmelerini ve onları 
			sömürenlere karşı direnmelerini sağlasa daha iyi olmaz mıydı, diye. 
			Bugüne değin “72. Koğuş”u sahneye koyan yönetmenlerden herhangi biri 
			finali böyle değiştirse kıyamet mi kopardı, diye de hayıflandım!  
			Bende apayrı bir yeri olan Sadri Alışık Tiyatrosu’nun yapımı olarak 
			izlediğim “72. Koğuş”u sahneye koyarken, gene bende iz bırakan 
			yönetmenlerden Kemal Başar da benim düşündüğümü yapmamış. Orhan 
			Kemal’in bu uzun öyküsünü bugüne taşıyarak işe başlamış. Ustanın 
			eserini eylemden çok söze dayandırması karşısında, devinim 
			eksikliğini kapatmaya çalışmış. Gerçi Orhan Kemal’in sözleri hiç 
			kuşkusuz iç devinimi yansıtıyor, ama kişilerin düşüncelerindeki 
			değişmeleri, dönüşleri, büklümleri konuşmalar yanı sıra devinim ile 
			yansıtmış. Gel gelelim, kendisine pek karamsar gelen tabloları bir 
			bir ayıklamış. Hapishanenin güçlü devleti, içeridekilerinse halkı 
			simgelemesini ortadan kaldırmış. Slogan yerine geçebilecek 
			replikleri oyundan çıkarmış. Zaman zaman çöken hızlı bir tempo 
			tutturmuş. Kavga, itişme-kakışma tablolarındaysa oyuncularının “mış” 
			gibi yapmalarını (nedense) uygun görmüş. Can Kahraman’ın “diş 
			fırçası” repliğinde müziğin sesinin Karaman’ın sesini olabildiğince 
			bastırdığına aldırmamış.  
			Malike Başkan’ın dekoru kötü üstü… Ben Malike Başkan’ın yerinde 
			olsam 1967’nin koşullarıyla Ankara Sanat Tiyatrosu’na dekor yapan 
			Osman Usta (Şengezer) ile görüşürdüm, yorumunu alırdım. Öyle 
			üfürükten dekor mu olur Allah aşkına! Mangalı (romanda sobadır), 
			kuru fasulye yemeğini, çay demlemeyi, leğende çamaşır yıkamayı 
			birebir yapmak çok mu zor? Yerlere yaydığı çaputlarla “bataklık” 
			havası vermeye çabalamış, tamam da, o öndeki parmaklıklar ne öyle 
			ayol?! Ya gene Malike Başkan imzalı kostümlere ne demeli? İnsan 
			Rizeli Kaptan’ın beline bir kuşak sarmaz mı? “Adembabalar” perişan 
			vaziyette mahkum mu, boya atölyesinde işçi mi?  
			Mahmut Özdemir’in ışık tasarımı da olamazcasına kötü… “Neden kötü” 
			diye sual eyleyecek olursanız, son tabloda soğuktan donarak ölmüş 
			Kaptan’ın üzerine turuncu ışık vermiş diyeyim, varın gerisini siz 
			yorumlayın. Turuncu ışığın sonradan düzeltildiğini söylemeyin, ben 
			gördüğümü bilirim, gördüğüm kadarını eleştiririm. Zaman, mekan, 
			duygu, tema, atmosfer, derinlik, üçboyutluluk, falan… Mahmut 
			Özdemir’in ışık tasarımında hiçbirine yer yok. Kerem Kuraner’in 
			koreografisindeyse koreografi yok.  
			Oyunda Berbat’a can veren ve 2000 yılından bu yana mercek altında 
			tuttuğum Kerem Alışık’ın, bu kere de gözle görülür bir ilerleme 
			kaydetmesi benim açımdan gerçekten gönendirici. Bedeni artık tepki 
			özgürlüğüne iyice kavuştu. O günlerde kötülediğim diksiyonu giderek 
			rahat, kendine özgü bir konuşma tarzına dönüştü. Abartısız bir oyun 
			vermekte. Kaptan’da Yavuz Bingöl, Fatma’da Azra Akın için “Herkes 
			kendi işini yapsın” falan demeyeceğim, bu işe hevesleri olduğu 
			belli. Belli olmasına belli de, tiyatro oyunculuğu kamera karşısı 
			oyunculuğuyla ya da podyumda salınmayla pek eşdeğer sayılmıyor. Biri 
			ya da birilerinin onlara oyunculuğun ses, söz, beden, kültürden 
			oluştuğunu bir güzel anlatması gerekmekte… Hele Kemal Başar 
			anlatmamışsa, kim anlatır, kim nasıl anlatır, kim daha güzel 
			anlatır, bilemem! Gene de Kemal Başar’ı, Yavuz Bingöl’e oyun içinde 
			(“Mahpushane Çeşmesi” hariç) türkü çığırtmadığı; Azra Akın’a da bale 
			yaptırtıp işi sulandırmadığı için kutlamalıyım.  
			Diğer oyunculukları detaylandırmadan önce, Bobi’de Serhat Özcan’a 
			sormak isterim: “Elindeki parayı kaptırmamak için yere düşünce 
			parayı yukarı kaldırmak yeterli olur mu?” Fuat Onan, Can Kahraman, 
			Yıldırım Gücük ve Ömer Duran’a sormak isterim: “Bobi’nin elinde 
			havaya kaldırdığı parayı almak için öyle mi uğraş verilir?” Ömer 
			Duran’a yeniden sormak isterim: “Elde demlik-çaydanlık öyle mi 
			koşulur?” 
			Bu sorulara “hayır” yanıtını alıp, söz konusu devinimlerin 
			düzeltildiğini/düzeltileceğini varsayarsam, İzmirli’de Yıldırım 
			Gücük’ün, Bobi’de Serhat Özcan’ın, Tavukçu’da Fuat Onan’ın, Leşçi’de 
			Can Kahraman’ın, Yusuf Atala’nın, Ayhan Anıl’ın, Ömer Duran’ın 
			görevlerini yapmakta olduklarını söyleyebilirim. Sadri Alışık Kültür 
			Merkezi (SAKM) oyuncuları Şenay Aksoy, Sinem Çatalbaş, Nihan Sevinç, 
			Cem Hamzaoğulları, Derviş Tezcan, Emin Aydın, Cem Güler, Murat Çoban 
			“umut vermekteler” derim. Seda Demir’in kalabalık oyuncu kadrosu 
			arasında parıltısı olanlardan olduğunun altını çizebilirim. Eylem 
			Öden’i de kalabalık kadro arasından öne çekerim. Nedime’de İlknur 
			Soydaş için “iyi yolda” derim. Bu değerlendirmemle yetinmeyip bir de 
			Tuncer Yenice’yi sual edecek olursanız, “hayli özensiz ve kötü” diye 
			eklerim.  
			H. Şener Vurkaya ve Neslihan Bulut’un oyunculuklarınıysa şimdilik 
			sormayın, daha çok “kırık”.  
			Son söz olarak ne diyeyim?  
			Tümünün emeğine sağlık…
  |