| 
			  
			Unkapanı’nın girintili , çıkıntılı, oldukça çamurlu ve çocuk 
			sesleriyle dolu sokakları o gün sakindi.İnsanların üzerine 
			yıkılacakmış gibi duran; kara kara ahşap evlerde ,şaşırtıcı bir 
			hareketsizlik vardı.Ertesi gün kurulacak pazarın bile hazırlığı daha 
			başlamamıştı. Mahallede büyük bir sessizlik hakimdi. 
			Cibali Fırın Sokak 20 numaralı evin alt katındaki 
			tek odada ailecek toplanıp, günlük gazeteler okunmuş , öğle yemeği 
			olarak annemin yaptığı çiğköfteyi büyük bir iştahla yedikten sonra 
			gevşemiştik.Yemek sonrası , ben ders çalışırken , biri altı diğeri 
			on dört yaşında olan kardeşlerim de suskundu. Annem mutfakta bulaşık 
			yıkarken herkes de kendine uygun bir şeylerle meşgul oluyordu. Babam 
			divana uzanmış , baharın getirdiği güzel yorgunluğun, aile ortamı 
			içinde bir arada bulunmanın keyfini çıkarıyordu.Tabii kolay mıydı? 
			Yalnızca kalemiyle geçinen bir yazarın kendisi dahil beş kişinin 
			karnını doyurması. Bu yaşamı sürdürmesi için gerçekten de büyük 
			emek, beceri ve çelik gibi bir irade gerekiyordu. Sabahın dördünde 
			kalk, kallavi fincanına kahveni doldurup yazı makinesinin başına 
			geç. Fabrika düdüğü ile işinin başına koşuşturan Tekel işçilerinden 
			sonra daktilo tıkırtılarını sonlandır ve Unkapanı, Babıâli yokuşuna 
			kadar yürüyerek git. Bu arada insanların günlük yaşamlarını 
			gözlemle, gerekirse bunları küçük notlar halinde cep defterine 
			kaydet. 
			O da rahat yaşamayı isterdi. Hatta zaman zaman 
			birileri rahata nasıl kavuşacağını kulağına fısıldardı. Ama o 
			“Beynim satılık değil!” demek suretiyle bu fısıltıları cevaplardı. 
			Doğal olarak bu fısıltılar, ilgili yerlere iletilirdi ve onlar da 
			gerekeni daima yapar, birileri de cendereyi biraz daha 
			sıkarlardı.Görünmeyen eller, her fırsatta faaliyetteydi. Hiçbir 
			zaman sanatından da , düşüncelerinden de ,maddi çıkar uğruna ödün 
			vermemişti .Bu ekmek kavgası içinde dinlenmek ,onun da hakkıydı.O da 
			olanakları içinde dinleniyordu. Belki de yazı makinesinin başına 
			geçtiğinde, hangi konuyu yazı makinesine dökeceğini planlıyordu. 
			Alt odanın bir köşesine yerleştirilmiş, üzerine 
			minderler atılmış tahta kerevet üzerinde oturuyor,ders 
			çalışıyordum.1955 mi 56 da mı aldığımız RİTA marka radyomuz, özenle 
			yerleştirildiği yerinde, alçak sesle müzik çalıyordu.Yani alt evde 
			bir Pazar günü sakinliği yaşıyorduk. Annem güzel bir çiğköfte 
			yapmış, büyük bir iştahla yemiştik ve onun ağırlığı hepimizin 
			üstündeydi. Bilhassa babamın. 
			Radyo günlük haberlere başlamıştı. Sanırım öğleden 
			sonra saat üç civarı falan.1963 yılının Haziran ayının ilk günleri. 
			Radyo yine politik haberlerle doluydu. Birbiri ardına sıralanmış 
			haberler. Haberlerin bitimine doğru, aniden hepimizi yerinden 
			sıçratan, evdeki hareketsizliği gergin bir suskunluğa sokan yeni bir 
			haber. Şaşırmıştık, dikkat kesilmiştik. Radyo Nâzım Hikmet’ten söz 
			ediyordu.Yani Bursa hapishanesinde babama “Bir oğlun olursa adını 
			Nâzım koyar mısın?”dediği büyük şair. Benim yıllar önce, çocuk yaşta 
			görüp tanıdığım isim babamın, ölüm haberini veriyordu. Donmuştuk 
			.Babam yattığı yerden doğrulmuş haberin gerçek olup olmadığını 
			anlamaya çalışıyordu. İnanamıyordu.Canından çok sevdiği ,üstadı olan 
			bir büyük insanın ölümünü haber veriyordu radyo. Beyninden yıldırm 
			hızıyla, Nâzım Hikmet’le ortak anıların geçtiği gözlerinden belli 
			oluyordu. Babam uzandığı yerde hüngür hüngür ağlamaya başladı. Kolay 
			mı? O hapis hayatının üç buçuk yılını aynı koğuşta beraberce 
			geçirmişti. Koca bir şiir, sanat ve düşünce deviydi, üstadıydı; 
			bildiklerini kendisine saklamayıp herkese öğretmeye çalışan, her 
			türlü doğallığıyla insan olan kişi .Ölmüştü! Babamı hiçbir zaman 
			ağlarken görmemiştim. Hatta kendi babasının ölümü karşısında bile 
			dayanıklılığını kaybetmemişti. Nâzım’ın mahpus damında 
			şiirleştirdiği bazı dizeleri ilk duyan kişiydi; 
  
			
			
			Onlar ki toprakta karınca, 
			
			
			                           suda balık, 
			
			
			                          havada kuş kadar 
			
			
			                                             çokturlar, 
			
			
			  
			
			
			korkak, 
			
			
			    cesur, 
			
			
			      cahil, 
			
			
			        hakim 
			
			
			            ve  çocukturlar 
			
			
			  
			
			
			ve  kahreden, 
			
			
			              yaratan 
			
			
			                    ki onlardır… 
			Çok şaşırmışlık, biz de kederliydik .Eve bir ölüm 
			acısı çökmüştü. Bu acı içinde düşünmeye başladım.Yıllarca önce, 
			Adana’da Arabacı Mehmet Efendi’nin evinde kiracıyken, top top 
			kumaşlar gelmişti eve, bunları babam satsın diye. Satmış ve gelen 
			parayı Nâzım Hikmet’e göndermişti. O kumaşları ne çok sevmiştim. 
			Sonradan babamın “Nazım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl” kitabından 
			öğrendiğime göre, hapishanede dokumacılığa başlayacağını söylediği 
			zaman babam, Nâzım’ın damarına basmak için “Artık seni de kaybettik, 
			sen de kapitalist oldun!” demişti.  
			. 
			İstanbul’a göç edişimiz dedemin ölümü sonrası 1951 yılında 
			gerçekleşti. Dedem sağken İstanbul’a göç etmemize rıza 
			göstermemişti.1951 yılında Haziran ayının ilk hafta sonu Nâzım 
			Hikmet’in Kadıköy Kurbağalıdere kenarındaki evini, yeni doğan oğlu 
			Memet’i, annesi Münevver Hanım’ı ve adaşımı ilk orada görmüştüm. 
			Bizi Yoğurtçu Parkı’na götürmüştü. Bir daha kendini görmemiştim ama, 
			şiirleriyle Nâzım’ı, yaşayan eserleriyle babamı bugün de anmaya 
			devam ediyorum. 
			 
			 
			Nâzım Kemal Öğütçü 
			 
   |