| 
			  
			Babam Orhan Kemal 1914 yılında Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Ben 
			doğduğum zaman babam Çanakkale'de enveriyeli, bıyıklı kumral bir 
			topçu teğmeni imiş. Dedem doğduğumu babama imzamla bildirmiş: "Ben 
			de dehr'in sitemin çekmeğe geldim dehr'e... Mehmet Raşit"  
			 
			Babamın kendisinden sonra biri erkek dört kardeşi daha olmuştur. 
			Babası avukat, çiftçi, parti lideri (1930'daki demokrasi 
			denemelerine Ahali Cumhuriyet Fırkası ile katılan, bu yüzden çok 
			sert çıkışlar yapan, sonra da memleketi terk ederek Suriye ve 
			Lübnan'da gönüllü sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan) Abdülkadir 
			Kemali Bey'dir. 
			 
			Babam klasik tahsili hiç sevmemiştir. Ortaokul ikinci sınıftan 
			mektebi terk etmiş, babasının yurt dışında olmasını fırsat bilerek 
			özgürlüğünü ilan etmiştir. Futbol onun en büyük tutkusu olmuş, bu 
			tutku da ona romanlarını yazarken büyük yarar sağlamıştır. Yaşamının 
			büyük bir bölümü halkın içinde geçmiştir. Bilhassa kahvehane, kahve 
			hayatı yaşamında büyük bir yer kaplamıştır. 
			 
			İstanbul'da ilk dost kahve Kasımpaşa'da başlar. "Nedense kahve, 
			kahveci, ocakçı, garsonlarla çabucak ahbaplık kurar bu tür insanları 
			kendime oldu bitti yakın bulurum." Sırasıyla Fener, Eyüp, ardından 
			da Meserret Kahvesi gelir. "Meserret Kahvesi bende Bab-ı Âli'den 
			ekmeğini çıkarmaya çalışmanın başlangıcıdır" der. Bu mekana Haldun 
			Taner, Melih Cevdet Anday, Oktay Akbal, Rıfat Ilgaz gibi pek çok 
			yazar gelir; sadece baş yazarlar gelmezdi. Meserret Kahvesi 
			kapanınca yerini uzun bir süre İkbal Kahvesi aldı. 
			 
			"İkbal bizim için evimiz kadar, hatta bir bakıma evimizden daha çok 
			bize yakın oldu. Orada yurt ve dünyanın politik gidişi üzerine az mı 
			fikir yürütüldü. Hikayeciler, şairler, romancılar, piyesler, 
			dergiler burada az mı süzgeçten geçti?" 
			 
			Babamın edebiyata ilk girişi şiirle olmuştur. Kendisine göre çok 
			başarılı olan şiir yaşamı Nâzım Hikmet'le karşılaşana kadar sürer. 
			Nâzım Hikmet şiir değil de hikaye ve roman yazmasını teşvik edince 
			hikaye denemeleri başlar. Yirmi yaşındayken dünya edebiyatı ile 
			tanışır. "Serseriler", "Step'te", "İstirati Mordasti", "Kamelyalı 
			Kadın", "Madam Bovary", "Germinal", "Benim Üniversitelerim", 
			"Kroicher Sonat", "Umumi Tarih", "Fransız İnkilabı Tarihi"... 
			Kendini şöyle tanımlar: 
			 
			"Yüzlerce hikaye, roman, senaryo ve tiyatro yazdım. Kalemimden başka 
			geçim imkanım yok; ama kalemimi hiç mi hiç daha iyi bir geçim için 
			araç olarak kullanmadım, satmadım. Sanat çabalarım yeniyi, doğruyu, 
			ileriyi bulmak kendimi aşmak içindir. Halka dönük halktan yana bir 
			yazarım. Edebiyat sevgisi bende çok sonra, hayata atılıp hanyayı 
			konyayı anladıktan sonra başladı. Bu başlayış rastlantıların karşıma 
			çıkarttığı olgun, anlayışlı, bilinçli ve bilgili dostların benimle 
			ciddi şekilde insanca uğraşmalarıyla gelişti." 
			 
			İlk hikayesi "Uyku" Varlık'ta yayımlanmış, ilk telif ücreti olan 
			yirmi lirayı Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi'den almıştır. Kitap 
			olarak yine ilk telif ücreti Yaşar Nabi'den gelmiştir. "Baba Evi" 
			romanının telif ücreti olaraksa elli lira almıştır. Babam tüccar 
			olmadığı için eserlerini pazarlamazdı. Paraya çok ihtiyacı 
			olduğundan, üçyüz, beşyüz kim ne verirse alırdı. Hatta evin odun, 
			kömür, yiyecek ve giyeceklerini karşılamak için beş romanını ikibin 
			beş yüz liraya satmış, kitaplarını bu paraya kapatan kitap evi 
			sahibi iyi bir iş yapmanın mutluluğu içinde kitapları yayımlamıştı. 
			 
			Babama çoğu zaman şöyle sorarlarmış: 
			"Bu anlattıklarınız gerçekten oldu mu?" 
			Babam: "Okuduğunuz şeyler gerçekten olabilir mi? Olamaz mı?" 
			"Olabilir." 
			"Şu halde önemli olan gerçekten olmuş olması değil, olabilip 
			olamamasıdır. Hayatta pek çok haksızlıklar var, yazarın görevi 
			bunlarla da savaşmaktır." 
			 
			Babam yeni romanı yazmaya başlamışsa gözü dünyayı görmezdi. O andan 
			itibaren yeni dünyası o roman olurdu. Bizler de annemizin uyarısı 
			ile evin içinde çıt çıkarmadan otururduk. İki katlı ahşap evin 
			içinde saatlerce daktilo tuşlarının çıkarttığı ses duyulurdu. Uzun 
			çalışmanın ardından kısa süren dinlenme anında annemin kallavi 
			fincan içerisinde getirdiği kahve ve beyaz dumanlarını havaya 
			tüttürdüğü sigara onu dinlendirirdi. Bizler uykuya geçtiğimiz zaman 
			daktilosundan çıkan tıkırtılar eve yayılırdı. Romanı bittikten sonra 
			ev halkına okumayı alışkanlık haline getirmişti. İlk tepkiyi 
			bizlerden almayı çok severdi. Eser bittikten sonra son kontrollerini 
			yapar sabahın erken saatinde evden çıkardı. Roman herhangi bir 
			yayınevine satılıp para da alınmışsa, ev halkı için sevinç kaynağı 
			olurdu. Babam eli kolu dolu gelir, sabah kahvaltılarımız bollaşır 
			mutfağın yüzü gülerdi. Birikmiş üç beş aylık ev kirası yatırılır; 
			bakkal, manav, lokantacı Mustafa Kutlu'nun borçları verilirdi. Bu 
			bolluk dönemi uzun sürmezdi. Kısa bir süre sonra yeniden sağa sola 
			borçlanılır, sıkıntı hat safhaya varırdı. 
			 
			"Bir ara kendimi sigorta ettirip hususi bir arabanın altına atmak, 
			sigortadan alınacak parayı çocuklara bırakmak için çılgınca 
			düşüncelerde kafamda ciddi ciddi yer etmedi değil, ama can tatlı be 
			yapamadım..." 
			 
			"1953 kışı... Vakit gece... Dışarda sulusepken kar... Fener, 
			Haliç'in ahşap evlerine, ıssız sokaklarına vuruyordu... Tükürsem 
			donacak bir soğuk... Kemali daha iki yaşında.. Yıldız, Nazım 
			küçük... Nuriye'yle çocuklar her zamanki örtülerinin üzerine evde ne 
			kadar battaniye, kilim varsa almış, birbirine sokularak uykuya 
			geçmişlerdi... 
			 
			Ben uyanık, yalnız o gece değil, günler, haftalar gözüme uyku 
			girmiyor. Ufacık, kutu gibi iç içe iki odada oturuyoruz. Aylık kira 
			otuz mu, kırk mı ne... Bu parayı bile ev sahibine aybaşı gelince 
			veremiyorum. Kimi zaman iki ay, kimi zaman üç ay borcum oluyor... 
			 
			Evin bir de kaynaması gereken tenceresi var. Çocukların ayaklarında 
			ayakkabıları yok, üstlerinde ceketleri yok, palto filan bizim için 
			lüks... Evin reisi kim, ben... Ama cepte dolmuş, otobüs, tramvay 
			parası yok... Soba, odun, kömür hak getire... ne halt edeceğim? Bu 
			işlerin altından nasıl kalkacağım? Çoluğu çocuğu bu kış dondurmadan 
			bahara, yaza çıkarsam iyi, diye kara kara düşünüyordum. Adana'dan 
			İstanbul'a gelişime bin pişmandım ama, kalsaydımn ne olacaktı?.. 
			Veremle Savaş Derneği'nde memur, Bağ ve Bahçeler Derneği'nde katip, 
			yazı, tahsilat işleri görmekten elime geçen iki yüz lirayla 
			geçinecektim. Bu parayı bile Demokrat Partililer çok görüp, beni 
			işimden çıkarmışlardı. Çaresiz büyük şehre göçecektim. Göçmek 
			zorundaydım. Ve göçtüm. O zaman da İstanbul'da... Şimdi de kara kara 
			düşündüğüm günler oldu. Mangal yok, soba yok evimde... 
			 
			O gün eski gaz ocağına yarım kilo mu ne gazyağı doldurmuştum... 
			Geçtim iç odaya... iç oda büsbütün soğuk, buzdolabı sanki... 
			Yakıyorum ocağı... Avuçlarımı hohlayarak başlıyorum işe... Neye?... 
			Günlerdir kafamda dönüp dolaşan '72.Koğuş' hikayesine... Daktilo 
			filan yok... Eski yazım var ya.. İşin tersliğine bak, daha hızlı 
			yazıyorum bu harflerle... Kendimi bu işe kaptırdığımı hatırlıyorum. 
			Bir de kendime geliyorum ki, ohoo sabah olmuş... Ama hikaye de 
			bitmiş... Attığım taş, istediğim kuşu vurmuştu... Kara, fırtınaya, 
			soğuğa karşı ayaklı bir türkü, bir aşk türküsü gibi pırıl 
			pırıldım... Keyiften dört köşe... Sabah kahvaltısı yerine hikayemi 
			büyük bir çoşkunlukla okudum onlara... Sonra oturup yeniden yeni 
			harflerle temize çektim hikayeyi... Bu temize çekme işi öğleye kadar 
			sürdü... Öğleden sonra magazinlerden birine koştum... İçim içime 
			sığmıyordu... Hikayemi hemen kapacaklar... Hiç olmazsa küçük bir 
			avansla eve döneceğim... Et, ekmek, bir şişe Marmara şarabı alıp, o 
			gün felekten bir gün çalacağım... Çalacağım ya!.. 
			 
			İlk hayal kırıklığı... 'Eserinizi okuyalım... Mümkünse bize yarın 
			bir uğrayın...' oldu. 
			Eyvah... Eyvahlar olsun... Hık, mık... Başka çare yok... Onlar da 
			kendilerine verilen bir eseri okumadan... Haklılar elbette... Ne 
			yapalım?... Yarını beklemekten başka çare yok. Bekliyorum... Ertesi 
			gün, alacağım küçük bir avanstan o kadar emindim ki... Su bardağımda 
			bilediğim paslı jiletle kıyak bir traş oluyorum... Ve koşuyorum... 
			'72.Koğuş' u teslim ettiğim derginin sahibi yerine karşıma odacı 
			çıkıyor ve bana: 
			 
			'Eserinizi biraz müstehcen bulmuşlar... Müsveddelerinizi buyurun...' 
			diyor... 
			 
			Buyurduk bakalım... Elimde müsveddem, dolaşan ayaklarımla dergi 
			idarehanesinden çıkıyorum... Kar dinmiş, güneş soğuğu kırmış... 
			Dünya pırıl pırıl... Bana ne?... Bu pırıp pırıl, bu şıkır şıkır 
			dünyadan o kadar uzaktım ki, alamadığım avanstan çok, yaptığım işin 
			anlaşılmaması koymuştu bana..." 
			 
			"Türk edebiyatı bu hikayeyle her zaman övünecektir. 
			 
			Falih Rıfkı Atay" 
			 
			Bab-ı Âli esnafının da iyi davrandığı söylenemez Orhan Kemal'e. Onun 
			bir öğle yemeğine muhtaç olduğunu bilir. En kötü tercümeye bile en 
			azından ikibin lira verirken, Orhan Kemal'in içinde "Bereketli 
			Topraklar" da dahil altı kitabına ikibinbeşyüz lira verir. Bu çağda 
			asıl zulüm, baskı, vahşet, utanılacak olan şey yazarın buna mahkum 
			edilmesidir. 
			 
			Babamın hikaye ve romanları dışında senaryoculuğu da vardır. Senaryo 
			işinde de yeteri kadar kazanamamıştır. Altmışlı yılların ortalarında 
			babamın öykü ve romanlarından yola çıkılarak tiyatroları sahnede boy 
			göstermeye başlar. İlk oyunu "İspinozlar" dır. Şehir tiyatrolarında 
			sahnelenen bu eser büyük olay olmuştur. Her gece kapalı gişe oynanan 
			oyun birden ne olduğu anlaşılamadan aniden kaldırılmıştır. Babamın 
			sırasıyla "72.Koğuş", "Eskici ve Oğulları", "Kaçak" eserleri 
			sahnelendi. Bilhassa bunlardan "72.Koğuş" Ankara Sanat Tiyatrosu'nda 
			yıllarca sahneden inmeden. 
			 
			Babam tip yaratmak için uzun arayışlara girmezdi. Roman ya da öykü 
			kahramanları her zaman çevresinde bulunurdu. Sezgisi ile 
			dinlemesiyle konuyu hemen kapar, şayet kendi deyimiyle attığı taşın 
			kuşu vurması gerçekleşirse yapıt ortaya çıkardı. 
			 
			"Kendi kendimle barışık olmadığım anlar, attığım taş istediğim kuşu 
			vurmamıştır. Daha açığını söyleyeyim kuvvetli bir konu 
			yakalamışımdır da bunu gönlümce verememişimdir. Hatta o kadar ki 
			doğru dürüst cümle kuramadığım anlar oldu. İşte o zaman müthiş bir 
			öfke duyarım. Öyle anlarda kalemi kağıdı bir yana bırakıp kendimi 
			sokağa atmayı uygun bulurum. Canım İstanbul'un ne yanını çekmişse o 
			yana çekip giderim. Ne bileyim İstanbul kazan ben kepçe... Gerçekci 
			bir yazar çok iyi bildiği şeyi yazmalıdır. Görmeliyim, yaşamalıyım 
			ve içimdeki o hız beni itmeli. İşçi ve köylüler çocukluğumdan beri 
			içime öylesine yerleşmişler ki karınca kararınca bunları yazmak 
			istiyorum, yurdumun insanlarını yazmak istiyorum, bunlar tanıdığım 
			insanlar, tanıdığım, konuştuğum, birlikte sigara içtiğim, sırtını 
			sıvazladığım, sırtımı sıvazlayan insanlar..." 
			 
			Orhan Kemal ellialtı yıl süren uzun mücadelesinde hiçbir şeyden 
			yılmadı. Koştu, didindi; ama kalbi bu yorgunluğa dayanamadı. 1970 
			yılının 2 Haziran'ında yaşama gözlerini kapadı. 
			Ölmeden önce kaleme aldığı şu satırlar çok önemlidir: 
			 
			"Eşe dosta selam... İnandığım doğruların adamı olduğum, böyle 
			yaşadığım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok 
			sanatımda yapmaya çalıştığım kursağıma hakkım olmayan tek kuruş dahi 
			girmemiştir". 
			 
			 
			A.Kemali Öğütçü 
			 
			 
 
  |