| 
			                 Cihangir’de 
			2000 yılından beri kapıları herkese açık olan Orhan Kemal Müzesi,  
			yazarın ölümünün 40’ıncı yılında da gençlerin ilgisini bekliyor. 
			Müzenin kurucusu olan yazarın en küçük oğlu Işık Öğütçü ‘Orhan Kemal 
			umudun yazarıdır, ben de umutluyum’ diyor 
			Cem Kayıran 
			                Kahvehaneleri, 
			kültürel mekanları ve sakinliğiyle bilinen Cihangir’de belki de 
			diğer binalardan kolaylıkla sıyrılan çok özel bir bina var: 2000 
			yılında açılan Orhan Kemal Müzesi. Türk edebiyatının en önemli 
			kalemlerinden biri olan Orhan Kemal’in ölümünün 30’uncu yılında 
			açılan bu müzede yazarla ve yaşantısıyla ilgili birçok şey görmek 
			mümkün. Orhan Kemal’in daktilosundan, cezaevindeyken ailesine 
			yazdığı mektuplara kadar oldukça zengin bir koleksiyonu 
			meraklılarına sunan bu müze Orhan Kemal’in en küçük oğlu olan Işık 
			Öğütçü tarafından hazırlanmış. Girişin ücretsiz olduğu bu müzenin 
			hemen yanında da İkbal Kahvesi yer alıyor. İkbal Kahvesi Türk 
			edebiyatının en önemli mekanlarından biri olan ‘İkbal 
			Kıraathanesi’ni anmak amacıyla yine Işık Öğütçü tarafından müze 
			açıldıktan 1 ay sonra açılmış. Eskiden Nuruosmaniye Caddesi’nde yer 
			alan kıraathane Orhan Kemal ve arkadaşlarının uğrak yeriymiş. Birçok 
			yazarın gününün büyük kısmını geçirdiği bu mekana gitme alışkanlığı 
			da Orhan Kemal’e babasından geçmiş bir alışkanlıkmış.  
			                Orhan Kemal’in 
			ölümünün üzerinden 40 yıl geçti ve yazarın eserleri hala yabancı 
			dillere çevrilmeye devam ediyor.Türkiye’deki gençlerin ilgisi 
			hakkındaki sorumuz karşısında önce tebessüm eden Işık Öğütçü, 
			İstanbullu öğrencilerin ilgisinin son yıllarda biraz daha 
			arttığından bahsediyor. Liseli öğrencilerin müzeye gelip kendisinden 
			Orhan Kemal’le ilgili bilgiler aldığına değinen Öğütçü, İstanbul 
			dışındaki öğrencilerin de web siteleri aracılığıyla yazar hakkında 
			bilgilere ulaştığını belirtiyor. Yine de gençliğin Orhan Kemal’i ne 
			kadar tanıdığıyla ilgili kendini sorgulaması gerektiğini vurgulayan 
			Öğütçü, ‘Orhan Kemal iyimserliğin, umudun yazarıdır. Eğer o 
			umutluysa, ben de umutluyum’ cümleleriyle sözünü bitiriyor.  Orhan 
			Kemal edebiyatının hayatın içinden oluşundan ve sadeliğinden 
			bahseden Öğütçü, ‘Bence en önemi unsur sahte olmayışı, değişik 
			varyasyonlarla kurgulanmamış bir edebiyat olmayışı’ sözleriyle 
			babasının edebiyatı hakkındaki düşüncelerini belirtiyor.   
			                ‘Babam 1970 
			yılında vefat ettiğinde hem arkadaşlarının, hem ailesinin ortak 
			isteği böyle bir müze kurmaktı’ diyen Öğütçü, gerekli imkanların 
			oluşmasının 30 yılı bulduğunu söylüyor. Orhan Kemal’in hatırlanması 
			ve gelecek nesillere taşınması gerekliliğinin altını çizen Öğütçü, 
			‘Türkiye gibi toplumlarda toplumsal hafıza her şeyi çabucak öğütüyor 
			ve unutuyor, bunun Orhan Kemal’in de başına gelmemesi için bu müzeyi 
			açtık” diyor. Ailecek bu müzeyi hizmete sunduklarının üzerinde duran 
			Öğütçü, herhangi bir sponsordan destek almadıklarını belirtiyor.  
			                2010 Avrupa Kültür 
			Başkenti İstanbul’da yapılacak etkinliklerle ilgili herhangi bir 
			teklfi gelmemesinden yakınan Işık Öğütçü, ‘Biz babamın İstanbul’la 
			ilgili yazdığı 4-5 cümlelik bir paragrafı İstanbul’a hediyemiz olsun 
			diye web sitemize koyduk. Babamın İstanbul’la ilgili düşüncelerini, 
			İstanbul tarifini merak edenler onu okuyabilirler’ diyor. 
			  
			  
			MEKTUP FOTOĞRAFI ALTI 
			 
			İnternette müze ile ilgili araştırma yaparken, ekşisözlük.com’da 
			karşıma çıkan bir sözlük yazarının yazdıkları oldukça dikkat 
			çekiciydi. Müzenin duvarında asılı olan, yazarın cezaevindeyken 
			ailesine yazdığı mektuptan bahseden yazıda ‘Işık Bey o yazıyı her 
			gün görmeye nasıl dayanıyor?’ diye soruyordu. Mektupta geçen ‘Işık 
			hiç üzülmesin, çıkınca bisikletini alacağım’ cümlesinin hikayesini 
			ve sonrasını Işık Bey şöyle anlatıyor; “Benim o satırlardan hiç 
			haberim yoktu. Müzeyi oluştururken o mektubu da arşivde buldum. Çok 
			enteresan olduğu için büyütüp duvara astık. Çok acı bir şey tabii 
			ki. Babanız tutuklanıp götürülüyor, hiç kimse arkada kalan ailesini, 
			çocukları üzerindeki travmayı düşünmüyor. Sonra 35 gün geçiyor, 
			babanız cezaevinden çıkıyor, hiçbir şey olmamış gibi hayata devam 
			ediliyor ama sizin üzerinizdeki psikolojik etki uzun yıllar sizle 
			kalıyor. Yıllar sonra oturup düşündüğünüz zaman diyorsunuz ki 
			‘bisikleti geçtim, o hiç gitmeseydi, benden uzakta kalmasaydı’. O 
			tarihlerde ben 9 yaşındaydım. 9 yaşındaki bir çocuk olarak her gün 
			alışıyorsunuz babanızın görüntüsüne; bir anda kayboluyor. Aynısını 
			ölümünde de yaşadım. O zaman 13 yaşındaydım, 5 Mayıs’ta uçağa binip 
			gitmişlerdi Bulgaristan’a, ben de öğrenciydim, sabah uçak çok erken 
			kalktığı için beni de uyandırmamışlardı. Ben vedalaşamadım babamla. 
			Öpemedim, güle güle diyemedim. Bir ay sonra babamın aldığı bisiklete 
			biniyordum. Bizim orada bir postane vardı, oranın önünden geçerken 
			oradan bir memur bana ‘Işık gel’ dedi. ‘Git ablanı çağır’ dedi. 
			Anlamadım ben hiçbir şey. Evde telefon falan da yok. O zaman 
			Bulgaristan hükümeti devreye giriyor, hastaneden aranıyor. Ben 
			gittim ablamı çağırdım. Ablam da hiçbir şeyden habersiz. Telefondaki 
			annemmiş. Babamın öldüğünü söylüyordu. Bu ikisinde de büyük bir şok 
			yaşıyorsun çocuk yaşta.” 
			
			   |