| 
			  
			 
			Tam iki hafta önce babamı bir kutuya koydular ve götürdüler. O gün 
			kardeşimin doğum günüydü, babamı götürdüler.  
			 
			Tam iki hafta önce babamı bir kutuya koydular ve götürdüler. O gün 
			kardeşimin doğum günüydü, babamı götürdüler. Ona sormadan alıp 
			götürmelerine itiraz bile edemedim. Hatta aşağıya inip onu 
			koydukları ahşap kutuyu yeşil bir kamyonete koymalarına yardım bile 
			ettim. Babamı götürdüler arkasından baktım. Bu onu son görüşümdü. 
			Hep kocaman görünürdü bana babam. 1960 ve 70 yıllarında siyah-beyaz 
			yün balıksırtı uzun paltosu, mutlaka siyah fötr şapka ve deri 
			eldivenleriyle karlı Ankara kışlarında kocaman adımlarla yürüyen, 
			her zaman Rebul lavanta kolonyası kokan, zamanın moda Clark Gable / 
			Ayhan Işık bıyıklı, çocuklarının her sorununda arkasında duran, 
			ancak yalnızken onlara derslerini veren, iri yarı, çok yakışıklı, 
			otoriter ama yufka yürekli yani tam “baba” bir adamdı. Babam 
			öyleydi. Benim ilk aşkımdı, çocukken yıllarca annemden kıskandığım, 
			gözdesi olmak için annemle rekabet ettiğim, sonuna kadar da “canının 
			içi” ve “kızların kızı” olduğum erkekti babam.  
			“Nerdesin kızım, Orhan Kemal okuma saatimiz geldi, hâlâ ortada 
			yoksun sen?”  
			Ben erkenden genç kızlığa adım atarak babamdan başka erkeklerle 
			ilgilenmeye başlayıp, onun da beni kıskanmaya ve ilişkimizin bu 
			yüzden birkaç yıl buz gibi soğuduğu yıllara gelene kadar, baba-kız 
			beraber yapmaktan keyif aldığımız pek çok şey vardı: evde sakatat 
			yenmesini sevmeyen annemden kaçarak işkembe çorbası ve beyin 
			salatası yemeğe kaçmalarımız, onun altın kaplama kapaklı dolma 
			kalemiyle bana güzel elyazısı öğretmesi, kucağına oturup lostrada 
			ayakkabılarımızı boyatmamız, ayaklarının üzerine basıp boyumu 
			uzatarak dans etmemiz, pazar sabahları annemin hazırladığı kıymalı 
			ve peynirli içleri mahalle fırınında pide yaptırmamız ve onun çok 
			sevdiği “Bülbül aşıkmış güle, gül naz eder bülbüle” şarkısını el ele 
			dinlememiz... Ama illâ Orhan Kemal! Çünkü en dargın olduğumuz, bana 
			sol düşüncelerim ve erkek arkadaşlarım yüzünden en kızdığı ilk 
			gençlik yıllarımda bile daima buluşmamıza neden olan Orhan Kemal 
			kitapları! Babam, annemin Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi 
			Gürpınar düşkünlüğüne biraz da burun bükerek, hayatı kendisi gibi 
			büyük zorluklar ve yokluklar içinde geçtiği için özdeşleştiğini 
			sandığım Orhan Kemal’in edebi gerçekçiliğine hayrandı. “Bereketli 
			Topraklar Üzerinde” onun en sevdiği kitabıydı. Boğaz tokluğuna, 
			insana yakışmayacak koşullarda sefil hayatlar yaşayan ırgatların 
			hikâyeleri babamı derinden etkiler, aslında benim de bunları yazmamı 
			imâ ederdi. Bense ona, her yazarın kendi bildiği, iyi tanıdığı 
			hayatların acı ve sevinçlerini anlatmakta ustalaşabileceğini imâ 
			ederdim. Babam ve annem, bütün iyi ebeveynler gibi kardeşimle bana 
			kendi hayatlarından daha iyisini sunmaya çalıştılar, bu yüzden benim 
			kitaplarımda sorun ve meselelerini anlattığım insanlar babamın 
			yazarı, benim de ustalarımdan Orhan Kemal’in karakterlerinin kentli 
			çocukları oldu.  
			 
			BANA EN ÇOK DOKUNAN  
			Babamı bir kutuya koyup götürdüler. Meğer o kadar kocaman biri 
			değilmiş! Boşlukta yüzer gibi geçen saatler... Artık babam yok. 
			Odası boş, dolmakalemi ve antetli kağıtları, şapkası ve eldivenleri, 
			kitapları, radyosu, saati sahipsiz kalmış. Evin içi üzgün komşu 
			sesleriyle doluveriyor, akın akın insanlar geliyor, annemin yüzü 
			boşalmış, kaşık kadar kalmış, ertesi gün camide başına hangi eşarbı 
			örteceğini soruyor bana ve bu konuda hazırlık yapmadı diye 
			dövünüyor. Annem delirdi galiba, diye üzülüyorum ama kolumu bile 
			kımıldatamadan, donmuş gibi seyrediyorum. Hiçbiri başa örtülmek için 
			alınmamış rengârenk güzel eşarp ve şallarla bir çiçek bahçesine 
			dönmüş yatağın başında sayıklar gibi konuşuyor annem: “Ah neden 
			camide hangi eşarbı örteceğimi önceden düşünemedim ki ben?” diyor 
			pişmanlıkla... 
			Bu sırada birisi elime babamın bir çift ayakkabısını tutuşturuyor. 
			Âdettenmiş; gidenin ayakkabısı sokağa bırakılır, ancak ihtiyacı olan 
			birisi onu alıp giderse o zaman ruhu evini terk eder, başka 
			diyarlara göçermiş. Ayakkabıları alıp yağmurlu sokağa çıkıyorum, 
			babacığımın ayakkabılarını arkası eve, burnu yola doğru bırakıyorum 
			sokağa. Nedense bana en çok dokunan da bu oluyor ve ilk defa orada 
			ağlıyorum. Tıpkı Magrit’in resimleri gibi içi boş, sokakta 
			yapayalnız kalmış 42 numara bir çift erkek ayakkabısı! Artık sahibi 
			olmayan bir çift ayakkabı. Babamın ayakkabıları! Yağmurun altında 
			sokakta yapayalnız. Yukarı çıkıp, programlanmış bir robot gibi 
			gereken her işi yerine getirirken camdan sık sık sokağa bakıyorum; 
			acaba babamın ayakkabıları orada mı diye... Akşam oluyor, sokak 
			kararıyor, herkes evine giriyor, ama onlar hâlâ sokakta duruyor. 
			Yağmur hiç durmadan dolu dizgin yağıyor, sanki İstanbul ağlıyor, 
			ayakkabılar evin önünde bekliyor, yani babam hâlâ gitmemiş. Robot 
			gibi çalışıyor, şeker, börek ikram ediyor, arada annemi dikkatle 
			izliyor, kardeşimle devamlı göz temasında bir denge kurmaya 
			çalışıyorum ama aslında aklım hep sokakta, babamın ayakkabılarında. 
			Dualar okunuyor, içler çekiliyor, çaylar içiliyor, ertesi gün için 
			eşarp seçiliyor. Gidip yine bakıyorum karanlık sokağa; aaa 
			gitmişler! 28 Ocak 2009 gecesi, saat 23:00, babamın ayakkabıları 
			gitmiş, yok! Gülümseyerek el sallıyorum babama, içimdeki Pagan 
			seviniyor. Güle güle babacığım! 
			İşte tam o saat öksüz kalıyorum! 
			 
			 
			 
 
  |