| 
			  
			Yirmili yaşlarda okuduğum bu kitabı yeniden basılmış olarak 
			vitrinlerde görmek beni çok heyecanlandırmıştı. Geçenlerde bir 
			programda Işık Öğütçü' yü (Orhan Kemal' in oğlu) de bir programda 
			izleyince, dayanamayıp bendeki kitaba yeniden göz attım. Bu yaşta 
			okumak, okurken o günleri hatırlamak çok heyecan vericiydi. Bu günün 
			olgun emekli bir hanımı olan ben, o günün gencinin duygularını 
			dostlarımla paylaşmak istedim. Tek kelimesini, tek virgülünü 
			değiştirmeden.  
			 
			BİR KİTABIN ARDINDAN 
			Sayın Fikret Otyam, 
			Kitabı elime aldığımda Fikret Otyam’ a oturup sayfalarca mektup 
			yazmayı kesinlikle düşünmüyordum. Ancak bitirdiğim şu an içimdeki 
			coşkuyu, hüznü, şaşkınlığı sizden başka kimse anlamazmış gibi bir 
			duyguya kapıldım. Beni anlayabileceğiniz ve hakikaten değerli olan 
			vaktinizi aldığım için mazur göreceğiniz ümidiyle yazıyorum. 
			Biraz önce bitti. “Gide gide 12” ya da “Arkadaşım Orhan Kemal” 
			isimli kitabın son sayfasını biraz önce kapadım. Gözümde yaşla, 
			yüreğimde sonsuz bir hüzünle. 
			Neden bu denli duygulandım. Niçin böyle acayip değişik hislerle 
			doluyum şu an. Birlikte çözelim ister misiniz? 
			Sanırım en başta, Orhan Kemal’ in, yazar olarak kişiliğine duyduğum 
			sonsuz sevgiyi ele almam gerekiyor. “Baba Evi” isimli eserini 
			ilkokul 5. Sınıfta iken okumuştum ve o yaşımın tüm ciddiyetiyle 
			“Baba Evi” diye cevap veriyordum, en sevdiğim roman sorulduğunda. 
			Sonra defalarca okudum o romanı daha bir başka anlayarak ve bu 
			yaşımda, (26) hala benim için, Murtaza, Yalancı Dünya ve birçok 
			diğerleri Baba Evi’ nden sonra gelir. Bunun nedeni, hem onun Kemal’ 
			den okuduklarımın ilki oluşu, hem de romandaki (ki sanırım küçük 
			Raşit Öğütçü idi) o haylaz çocuğa, o küçük adama duyduğum yakınlık, 
			anlatımdaki o beni çocuk yaşımda içine alıveren sadelik, yalınlıktır 
			sanırım. 
			Son kez onu bu kış Fatih Tiyatrosunda “ Kardeş Payı “ isimli 
			oyunuyla, herkesle birlikte ayakta alkışladım. Bilmiyorum, o an 
			benim gibi, Kemal’ i anan, Tuncer Necmioğlu ve diğerlerinin harika 
			oyunları ile birlikte, Orhan Kemal’ i alkışlayan var mıydı. Kaç 
			kişiydi. Dilerim ki herkesti. 
			Ve bu gün kapattığım bu kitapla ben, Raşit Öğütçü’ yü, “sade 
			vatandaş” ı, “salt insan” ı tanıdım. Bu yüzden de çok mutluyum Size 
			önce kendim için teşekkür etmek isterim. Ayrıca içinde yaşadığım 
			toplumun bir parçası olarak, bu toplum adına da minnetimi belirtmek 
			isterim. 
			Bu kitabı, basit mantıklarla cılız menfaatler için çizgisini sık sık 
			saptıran, ufak tefek açılarla saptıran zavallı insanların okumasını 
			isterdim. 
			Bu kitabı büyük menfaatleri için çizgilerinin yönünü değiştiren 
			kimselerin (ya da tümden vazgeçen), mutlaka okumalarını isterdim. 
			Ve bu kitabı, hiç çizgisi olmayan, nereye varacağını bilmeden giden, 
			yiyip- içip, yatıp- kalkan hiçbir ideali olmadan yaşayıp giden yüz 
			binlerin, milyonların da okumasını isterdim. 
			Bu eserin, üzerimdeki büyük etkisinin nedenlerinden biri de hakiki 
			dostluğa verdiğim değer olabilir. Yaşadığım sürece aradığım, kısmen 
			belki elde edebildiğim, ama hala özlemini çektiğim harikulade bir 
			dostluk örneği buldum ben bu değerli kitabın satırları arasında. Bir 
			dostluğu ölüme dek (hatta sonrasına da) aynı içtenlikle 
			sürdürebilmek, ne denli güzel bir şeydir kim bilir. Senelerin, 
			mesafelerin yıpratamadığı, argolu, küfürlü, rakılı, nargileli, 
			ihanet ve sırlara izin vermeyen, birlikte ve ayrı yaşanan bir 
			dostluk. Mektuplar… Sımsıcak satırlar… Yaşadığınız bu dostluk için 
			size gıpta ediyorum ve onu, hala en sıcak bir sevgiyle yüreğinizde 
			yaşattığınıza içtenlikle inanıyorum. 
			Ve, yirmi altı yaşına gelmiş birTürk kızı olarak, size, duygu ve 
			düşüncelerimi şöyle anlatmak geliyor içimden: 
			Onu, sade yaşantısı, çaresizlikleri ve imkansızlıklarla 
			sürdürebildiği ve başarıyla sonuçlandırdığı mücadelesiyle Raşit 
			Öğütçü’ yü, büyük yazar Orhan Kemal’ i, aynı şartlar içinde aynı 
			mücadeleyi sürdürmekte olan diğer yazarları, sanatçıları, emekçileri 
			düşünüyorum. Sonra bir de kendimi. Yani yirmi altı yaşında, bir 
			bankada çalışmakta olan genç kızı. Kimim ben, diyorum. “Kimim ben”. 
			“Nereye gidiyor, nereye varmak istiyorum. Varmak istediğim yere 
			nasıl ulaşırım.” 
			Evet, yirmi altı yaşında, kimseye zarar vermeden yaşamaya çalışan 
			sade bir vatandaş. Normalin biraz üstünde İngilizce bilirim. Bol bol 
			kitap okurum. Fırsat buldukça tiyatroya, sinemaya giderim. Oyumu 
			kullanır, vergilerimi öderim. Ve evet, her genç insan gibi ara sıra 
			duygusal şiirler yazarım. Çocukluğun özlemini dile getiren ya da “ 
			nedir hayat” diye başlayan türden. Bir de bol bol düşünürüm. 
			Düşünürüm. Derim ki: “ Yaşantım sonuna dek bu çizgide mi sürüp 
			gidecek. Ülkem için, insanlık için verebileceğim hiç bir şeyim yok 
			mu. Şimdiye dek niçin olmadı. Acaba hata nerede, kimde. Bende mi. 
			Öyleyse nerde başladı, nasıl düzelir, düzelir mi. “ 
			Evet aslında ülkem, benim durumumda, yüz binlerce, hatta milyonlarca 
			gençle dolu. Aynı kısır döngü içinde gidip duruyoruz. Korkarım buna 
			alışıyoruz da. Hatta bu değişmeyen tempo bizi uyuşukluğa, giderek 
			durumdan memnun olmaya itiyor. Ve bu noktada Orhan Kemal’ in Fatih 
			sahnelerinden uzanan eli: “Durun” diyor. “Nereye gidiyorsunuz. Niçin 
			dönüp duruyorsunuz o kokuşmuş çemberlerinizin içinde. Sonra, bir 
			Fikret Otyam çıkıyor karşımıza, “Raşit Öğütçü" örneği ile. Bir inanç 
			ve özgürlük mücadelesindeki kararlılığı, çürümüşlüğe verilen ödünsüz 
			mücadeleyi, kendini satmadan (tüm güçlük ve yoksulluklara karşın) 
			yaşayabilme çabasını gözler önüne seriyor kitabının satırlarında. 
			İki dostun birbirlerine yazdıkları mektuplarla harikalar yaratıyor 
			farkında olmadan. Ve bu kitap tesadüfen elime geçiyor. Okuyorum, 
			duygulanıyorum, aydınlanıyorum . 
			Düşünüyorum… Düşünüyorum… 
			Ataköy, 9 Mart 1978
  |