Ana Sayfa

Vatan Gazetesi Pazar Eki - Buket Aşçı - 13 Eylül 2009

 

Diziyi izlerken babamın kitabını okuyorum sandım görseydi o da çok sevinirdi



Başrollerinde Özgü Namal ve Mehmet Aslantuğ’un rol aldığı “Hanımın Çiftliği” daha ilk bölümüyle reyting rekorları kırdı

Buket Aşçı

Türk Edebiyatı’nın görkemli yazarlarından Orhan Kemal’in aynı isimli, üç ciltlik eserinden televizyona uyarlanan dizi için dönemin Adana’sı bire bir canlandırıldığı gibi romandaki çiftliğin de aynısı yapıldı. Açıkçası 56 yıllık kısa hayatına 49 kitap sığdırmayı başaran büyük yazara da bu yakışırdı. Biz de hem bu nedenle hem de ayın 15’inin yazarın 95’inci doğum gününe denk gelmesinden ötürü oğlu Işık Öğütçü ile kurduğu Orhan Kemal Müzesi’nde buluştuk; “Hanımın Çiftliği”ni ve Orhan Kemal’in hayatını konuştuk.


Orhan Kemal’in oğlusunuz, onun kitaplarını satır satır okuyup karakter tahlilleri yaptınız. “Hanımın Çiftliği” romanının yeni uyarlamasını nasıl buldunuz?
Biliyorsunuz; “Hanımın Çiftliği” üç cilttir; “Vukuat Var”, “Hanımın Çiftliği” ve “Kaçak.” Diziye ilk iki kitap uyarlanıyor. Yani biz şu anda “Vukuat Var”ın ilk sayfalarını seyrediyoruz. Ve izlerken bir anda fark ettim ki babamın romanını satır satır okuyorum. Kadrosuyla, oyuncularıyla, yöresel konuşmalarla dört dörtlük uyarlama olmuş. Hiçbir sırıtma yok. Her şey bire bir aynı mı? Tabii ki değil. Beni şaşırtan ise Muzaffer Bey oldu. Muzaffer Bey, kitapta sert bir karakterdir, insafı olmayan, acımasız bir toprak ağası. “Mehmet Aslantuğ onu canlandırabilir mi?” diye çok düşünmüştüm. Çünkü Aslantuğ’u hep bir salon beyefendisi olarak görmüşümdür. İlk bölümde gördüm ki Mehmet Aslantuğ role yakışmış. 1954 yılının karakterini çok iyi canlandırmış.

Özgü Namal Güllü’ye yakışmış mı? Daha uzun boylu, biraz etine dolgun olması gerekmez miydi?
Evet, ama Güllü sadece fiziksel olarak değil karakter olarak güçlü bir kişiliktir. Özgü Namal çok güçlü bir oyuncu, oynadıkça devleşenlerden... Doğru bir tercih. İlk bölüm gösterdi ki, Özgü Namal’ın oyunculuğu Güllü’nün güçlü karakterini çok iyi karşılıyor. Babasına karşı durduğu sahnede Güllü’nün karakterini ortaya koydu.

Orhan Kemal’in romanlarında tanık olduğu olay ve kişilerin önemli bir yer tuttuğunu görürüz. “Eskici ve Oğulları”nda arkadaşım Destan Harmancı’nın dedesi yer alıyor. Aynı şey, “Hanımın Çiftliği” için de geçerli mi?
Şu ana kadar böyle bir söylem duymadık. Ama babam gerçekten gözlemlerine göre yazardı, bu romandaki çiftlik ya da Güllü için “Şunun hikâyesidir” diyemeyiz belki ama muhakkak dönemin Adana’sından, hayatından izler taşıyordur. Mesela karakterlere baktığımda kendi ailemden izler görürüm.

Kimleri benzetirsiniz...?
Güllü’nün sevgilisi Kemal'i büyük abim Nazım olarak. Abim,parlamayan, kızmayan, insanları anlamaya çalışan, hoşgörülü çok tatlı biridir. Babamın “Eskici ve Oğulları” isimli romanında tam tersi iki oğul vardır. Küçük oğul agresiftir, sürekli parlar, sinirlidir. O da benim bir büyüğüm olan Kemali Abime benzer. “Hanımın Çiftliği”ndeki Kemal’in yanında olan ve ona yol gösteren bir de Muhsin Usta vardır. İlerleyen bölümlerde daha iyi göreceğiz. Aslında o, babamın romanlarında kendini sık sık gösteren aydınlık, mantıklı, sağduyulu bir kahramandır. “Avare Yıllar”da adı İlyas Usta’dır, “Arkadaş Islıkları”nda İzzet Usta... Bu ustalar da aslında tek kişidir; babamın çok değer verdiği arkadaşı,ustası Nazım Hikmet’tir. Yani Muhsin Usta da aslında Nazım Hikmet’ten başkası değildir.

Muzaffer Bey kime benziyor?
Annemin babası, büyükbabam Malik’e... Malik Bey, Yugoslavya’da, Saraybosna’da otoriter bir derebeyiymiş. Toprak Ağası. Zaten Babam “Cemile” romanında da bunu anlatır. Muzaffer Bey’e bakınca ondan izler görüyorum, ama tabii bire bir o demek doğru olmaz çünkü Muzaffer Bey, 1950’li yıllarda Adana’da yaşayan bir kişilik. “Hanımın Çiftliği” çok kritik bir dönemi konu alır. Tek partili dönemden çok partili döneme geçiliyordur, Marshall yardımı vardır... Muzaffer Bey, Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve Atatürk devrimlerine gönül vermiş biridir. Buna rağmen, dededen, atadan kalan toprak ağalığından kopamaz. Sahipsiz topraklara el koymuştur...

Peki ya Güllü’nün annesi?
Güllü’nün annesinde de annemden izler vardır. Çok güzel bir kadındır Güllü’nün annesi, zaten Cemşir de onu bu yüzden alır. Bu kadını da biraz anneme benzetirim. Çünkü onun da hayatında tıpkı annem gibi yokluktan kaynaklanan sıkıntılar vardır.

Güllü’yü benzettiğiniz biri var mı?
O bence direnen, isyan eden herkes olabilir. Güllü çok yaşayan bir karakter... Onun için şu ya da bu diyemem. Güllü başkaldıran, kural diye dayatılanları reddeden biri... Tüm zorlukların ortasında bir kadın olarak ayakta kalmaya çalışıyor. Bunu ilk önce babasına para vermeyerek, daha sonra bir mal gibi satılmasına direnerek gösteriyor. İlerleyen bölümlerde bunu daha iyi göreceğiz. Birinci bölümde Muzaffer Bey’i hamamda yıkayan bir Gülizar gördük. Gülizar, hem evin işlerine bakar hem de Muzaffer Bey’in özel yardımcısıdır.

Ne metrestir, ne sevgili, hatta kapatma bile değildir...

Evet, hiçbiri değildir. Sadece bir kadın motifidir. Güllü, kaderinin bir Gülizar gibi olmasını istemez.

Dizi çekimi için romanda geçen çiftliğin bire bir aynısının yapıldığı söylendi. Siz ne diyorsunuz?

Dediğim gibi romanı satır satır okuyor gibiyim. Zaten babamın romanlarında hem karakterler hem de çevre çok iyi çizilir. O yüzden her şey gözünüzde canlanır, dizi de bunun hakkını vermiş.
Sizce Orhan Kemal yaşasaydı ve bu diziyi görseydi ne hissederdi?

Babamın romanları o yaşarken de sinemaya uyarlanmış ve bunları görmüştü. Ama “Hanımın Çiftliği”ni izleseydi çok sevineceğine, mutlu olacağına eminim. Çünkü bu sayede o da 1950’lerin Adana’sını yaşayacaktı. Çünkü baktığımızda nefis bir çekim görüyoruz. Dönemin Adana’sı o kadar iyi canlandırılmış ki sokakları, sineması, kulübü, evleri, döneminin arabaları, faytonları (kitapta “kerusa” denir) hepsini babam da görebilirdi.

Peki “eserden bir kopuş olur” endişeniz var mı? Çünkü bunu “Aşk-ı Memnu”da da, “Yaprak Dökümü”nde de gördük, bir süre sonra eserden kopmak durumunda kalınıyor...

Sözleşmede şunu dedik: Orhan Kemal’in dünya görüşüne halel getirmeyecek birtakım küçük değişiklikler yapılabilir, ama tersi olmaz. Ama hem yapımcı hem de yönetmen romana ve babama o kadar değer veriyor ki büyük bir değişiklik yapmak gerekirse de bize danışacaklardır, eminim.

Ne yazık ki pek çok kişi bu diziyle Orhan Kemal’in adını duyuyor. Bu yüzden sormak da fayda var, kimdir Orhan Kemal?

15 Eylül 1914 de Ceyhan'da dünyaya geliyor.Babamın babası ilk Meclis’in Kastamonu milletvekili Abdülkadir Kemali Bey’di. 1923’te vekilliği bitince siyasete atılır, ama pek çok kez de soruşturmaya uğrayıp hapse girer. 1930’da çok partili sistemi deneme sürecinde, o da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kurar. Ancak bir süre sonra Mustafa Kemal, ondan da -arkadaştırlar- partisini kapatmasını ister. Böylece dedemin sekiz buçuk yıllık gönüllü sürgün dönemi başlar: Halep, Kudüs, Beyrut... Mesela babam 1931-32 arasında Beyrut’tadır ve lokantacılık yapar. O zaman 18 yaşındadır ve ilk aşkı orada tanıştığı Eleni isimli bir Rum kızıdır. 1932’de babam Türkiye’ye gelir, para-pul yoktur ama kendini çok iyi yetiştirir, bol bol kitap okur. Avarelik de yapar, futbolcudur hem de santrafor. Bize “her maçta mutlaka golüm vardı” derdi. 1938’de ablam kırk günlükken askere gider ve orada hem Nazım’ın kitaplarını okuduğu ve “Neden bizim ülkemiz Balkan ülkelerinden geri” diye konuştuğu için beş yıl hapis cezası alır. Niğde,Kayseri,Adana ve Bursa cezaevlerinde kalır.1940 yılında Bursa cezaevine nakledilen Nazım Hikmet'le tanışır ve beraber 52.koğuşta karşılıklı ranzalarda kalırlar.

1940 yılında Orhan Kemal o zaman romancı değil mi?

Sadece şiir yazan biri... Nazım'a şiirlerini okuyor.Nazım beğenmiyor. “İnanmadığın şeyleri niye yazıyorsun.Şiirlerin berbat” diyor. Ama bir gün babamın bir düz yazısını okuyunca “Sen düz yazıya devam et.Sen de çok iyi bir kumaş var,” diyor. O da ustasının sözünü tutarak yazmaya devam ediyor.

Orhan Kemal Türk Edebiyatı’nın en üretken yazarlarından biri... 49 kitabı var değil mi?

Evet, hem de 21 yılda 49 kitap. İlk kitabı 1949’da çıktı. 1970’de vefat etti.

Dünya edebiyatından da Stephen King’in hızlı yazmak gibi bir özelliği vardır. Ama Orhan Kemal daha hızlıymış. Bunu nasıl başarıyordu?

Babam sadece kaleminden para kazandı. Bir ara Adana’da Kızılay Derneği’nde, Bağ ve Bahçeler Derneği’nde çalışmış ama 1950 seçiminden sonra DP artık her yere kendi adamını yerleştirmeye başlayınca babamı da işten çıkarmışlar. Babam da Adana'da iş bulamadığı için İstanbul’a göç etmiş. O yüzden 1951-70 arasında hep kalemi ile yaşadı. Hep yazmak zorundaydı. O yazsın ki, eve ekmek parası gelsin. Mesela annem semtimizde kurulan pazara akşamları çıkardı. Akşama kalan sebze ve meyve nispeten daha ucuz olduğu için böyle bir tercih yapardı. Ekonomik sıkıntımızın had safhalarında sabah-öğle-akşam üç öğün kıvırcık salata yediğimi bilirim. Sonra kuru fasulye! Üç gün yediğimiz günler olurdu. Bulgur pilavı da öyle... Bazen babam bir eserini tefrika olarak gazeteye sattı mı işte o zaman ödül olarak evde çiğköfte yapılırdı. Gerçi ben sevmezdim ama babam için büyük kutlamaydı. Yani biz karnımızı yazdığı bu romanlarla doyurduk, bayramlıklarımızı bu romanlarla aldık.

Konsantrasyon diye de bir şey var ama... Öyle ha deyince roman yazılır mı?

Babam için böyle bir sorun yoktu. O, “Ben daktilonun başına geçtiğimde zaten iş bitmiştir.. Çünkü benim etrafımda gözlemlediğim zengin bir yaşamım vardı. İş hayatını, işçileri, toprak ağalarını biliyordum. Böyle bir hayatı kaleme almak da benim için çok kolaydı. Konu sıkıntısı çekmezdim” derdi.

Peki en hızlı yazdığı roman...

1954’te bir röportajda bu soruyu kendisine de sormuşlar. Şöyle demiş; “Vukuat Var’ı 20 günde daktiloyla yazdım.” Yani şu an televizyonda gösterilen dizinin ilk cildini. 400 sayfalık bir romandır bu... Ama insan düşündüğünde, ne zaman ve nasıl yazdın diye sormak geliyor içinden. Bu arada ne içtin, ne yedin? Üstadın bu hızına ve mücadelesine hayran olmamak elde değil.

 


info@orhankemal.org