| 
							 
							 
							 
							Bulutların perdelediği bir gökyüzü, sınırların 
							ötesinde bir savaş, dışarısıyla bağları kopmuş bir 
							kalabalık ve şair olmak için yanıp tutuşan, kendi 
							içeride aklı dışarıda bir insan, bu yazıda fabrika 
							işçiliğinden yazarlığa uzanan bir insanın ve bu 
							serüvende yoldaş olan iki insanın hikâyesini 
							okuyacaksınız. Mehmet Raşit Öğütçü ve Nazım Hikmet 
							Ran, biz onları, Orhan Kemal ve Nazım Hikmet olarak 
							tanır ve biliriz. Türk dilinde eser veren çağımızın 
							en büyük yazar ve şairi Nazım Hikmet, uzun yıllar 
							İstanbul hapishanelerinde yattıktan sonra 
							bacaklarındaki ağrılar nedeniyle Bursa hapishanesine 
							gelmek ister, kaplıcaların siyatiğine iyi geleceğini 
							düşünerek geldiği Bursa’da, iki büyük sanatçının 
							doğuşuna vesile olacak ve bu yazımıza konu olacak 
							birçok şey yaşayacaktır. Orhan Kemal, 1938 yılında 
							henüz bir yıllık evliyken ve askerlik görevini 
							yaparken Ceza Yasası’nın 94. maddesine muhalefetten 
							yargılanarak beş yıla hüküm giydi. Şimdi ne bu kanun 
							maddesini, ne bu kanunu hazırlayanları ne de Mehmet 
							Raşit’e (Orhan Kemal) bu cezayı verenleri tanırız 
							ama bir fabrika işçisi olarak hapishaneye giren ve 
							bu ceza sayesinde, Nazım Hikmet ile tanışan Orhan 
							Kemal’i verdiği eserleriyle çok yakından tanıyor ve 
							saygı duyuyoruz. 
							 
							 
							  
							 
							Nazım Hikmet’in sanatının zirvesindeyken, yazarlığa 
							öykünen tasdiknameli bir Anadolu genciyle kurduğu bu 
							dostluk, onun hem alçak gönüllülüğünü hem de 
							insanlara verdiği değeri gösteren bir tavırdır. 
							Orhan Kemal, Nazım ile anılarının başında şunları 
							anlatır. “Bir sabah kâtip, yeni gelen evrakları 
							karıştırırken Oooo dedi, gözün aydın! Üstadın 
							geliyormuş. Büsbütün şaşırmıştım, benim üstadım 
							filan yok ki… “Canım Nazım Hikmet işte” dedi, “senin 
							üstadın sayılmaz mı?” İnanmamıştım Elinde tuttuğu 
							belgeyi uzattı. Sahiden geliyordu…” 
							 
							Orhan Kemal bu haberi almasının ardından Nazım’a 
							dair hislerini yoklar, “Herkes gibi onun uzaktan 
							hayranlarındandım. Herkes gibi, ‘nedenini bilmeden’ 
							ona kızıyordum, fakat ihtimal, herkes gibi nedenini 
							bilmeden, yahut pek az bilerek, seviyordum onu: 
							müthiş, muazzam, doyuran sanatını.” Haberi hapishane 
							arkadaşı ve şairlikte rakibi olan İzzet ve Necati’ye 
							duyurur. Necati ise Nazım’a dair kulaktan dolma 
							bilgilerini aktarır. “Şiir okurken duydun mu sen 
							hiç, O okurken insanın yüzü dalga dalga olur! Hem 
							biliyor musun, ağlayan bir çocuğu kucağına alsa, 
							çocuk susuverirmiş!” Nazım gelmeden ona dair tevatür 
							kabilinden hikâyeleri yerleşmişti zihinlere. 
							Velhasıl Nazım gelmiş ve geliş haberi de Bursa 
							hapishanesine yayılmıştır. Haberi alan Orhan 
							Kemal’in önce kalemi elinden düşmüş, ardından 
							tavanın döndüğünü zannedecek kadar heyecanlanmıştır, 
							çünkü kafasında Simavna Kadısı Oğlu’ndan, 
							Benerci’den, Jokont’tan mısralar vardır ve artık bu 
							mısraların yazarı yanı başındadır. Necati Nazım’ın 
							eşyalarını gösterir bunlar pötikareli bir çuvala 
							sarılı yatak dengi, derisi eskimiş iki bavul ve bir 
							sepetten ibarettir. Demek o da herkes gibi bir 
							insanmış diye düşünürler, şiirden başka şeyler, fani 
							şeylerde düşünebilir, yatak dengi, bavul ve sepeti 
							olabilirdi. Sonra Necati’nin anlattıklarını 
							hatırlayıp kendine geldi “Rahatsız edilmeye hiç 
							gelmez, yataklarını topladığı gibi diğer koğuşa 
							gidiverir” bu özellikler büyük ve meşhur adamlara 
							has hususiyetlerdi. Fakat ne olursa olsun, onunla 
							tanışıp ahbaplık etmese de, hiç olmazsa yüz be yüz 
							görecek, sesini duyacaktı ya!” Kendi kendine 
							“Koğuşuna gitmeyiveririm, hiçbir şey sormam, şiir 
							filanda okumam” diye aklından geçirdi. O sırada 
							Cezaevi Müdürü’nün odasından çıkan Nazım Hikmet ile 
							tanışmalarını Orhan Kemal şöyle anlatır “El 
							sıkıştık. Ayaklarının topuklarını hazıroldaki bir er 
							gibi birleştirerek, kendisini resmi törene zorladığı 
							belli olan bir durumda ciddileşmeye çalışarak, “Ben 
							Nazım Hikmet!” dedi. Bütün bunlar o kadar çabuk 
							oluvermişti ki… Zeki gözleri salondakilerin üzerinde 
							dolaşıyordu. Salondakiler bir hayliydiler. Onu 
							evvelce başka hapishanelerden tanıyanlar, hiç 
							olmazsa namını işitmiş olanlar… Nazım, bu bir sürü 
							bu bir sürü insan arasındaki tanışlarını gördükçe 
							onlara koşuyor, sarmaş dolaş oluyorlar, uzun yıllar 
							birbirinden ayrı kalmış baba-oğul yahut 
							kardeş-ağabey hasretinin heyecanıyla öpüşüyorlardı.
							 
							 
							Bu dostluk hikâyesinin en can alıcı yanı ve bize 
							verdiği ders bu tanışma aşamasında gerçekleşmiştir. 
							Meşhur ve saygın insanların bencil ve kendini 
							beğenmiş olabileceği önyargısının yanlışlığını 
							anlayan Orhan Kemal, Nazım’ın eşyalarını sırtlayarak 
							onu kalacağı koğuşuna götürecektir, eşyaları 
							yerleştirdikten sonrada Orhan Kemal’in odasında 
							toplanıp sohbete başlarlar ve Orhan Kemal’in 
							hazırladığı yemeği beraberce yerler, Nazım’ın isteği 
							üzerine Nazım ve Orhan Kemal yemeklerini ortak 
							yapmaya karar verirler. Nazım’ın cana yakınlığını 
							Orhan Kemal şöyle aktarır “Ben ilk tanıştığım 
							herkesi, bilhassa meşhurları şiddetle yadırgarım. 
							Bunun nedeni malum şüphesiz ama Nazım Hikmet’le 
							nasıl hiç farkına varmadan senli benli oluverdiğime 
							hala şaşarım. İnsan onunla öyle kolay, öyle rahat 
							konuşabiliyor ki…” Nazım yalnızlıktan fena halde 
							sıkıldığını söyleyerek aynı koğuşta kalmayı teklif 
							eder Orhan Kemal’in bu teklifi sevinçle 
							karşılamasının ardından Nazım sevinçle cezaevi 
							yetkilileriyle konuşmak için gitmiş ve izin 
							almıştır…  
							 
							ÜSTAT VE ÇÖMEZ  
							 
							Orhan Kemal’in deyimiyle üstat ve çömezin ilişkisi 
							başlamıştır. Nazım, Orhan Kemal’in edebiyata 
							ilgisini öğrendikten sonra onunla özel olarak 
							ilgilenmeye başlamıştır. Tahsili, lisanı ve birçok 
							alandaki yetkinliğini anlamaya çalışmış ve ardından 
							da şiirlerini dinlemek istemiştir. Nazım, şiirlerini 
							dinledikten sonra Orhan Kemal’in şiirlerini berbat 
							bulduğunu söylemiş ve sanat konusunda bizlere de 
							ders olacak şu sözleri söylemiştir “Sizde, sanat 
							için iyi kumaş var, kesin. Demin şiirlerinize fazla 
							haşin davranmıştım… Beni hoş görün, sanat 
							konularında hiç şakam yoktur… Bu itibarla… Evet, 
							sizde iyi bir sanatkar için gereken, iyi bir kumaş…” 
							 
							  
							 
							Nazım, “sizde, sanat için iyi kumaş var”, dedikten 
							sonra Orhan Kemal’e şu teklifle gelir “Sizinle 
							yakından ilgilenmek istiyorum… Yani kültürünüzle… 
							Evvela Fransızca, sonra diğer kültür konuları 
							üzerinde düzenli dersler yapacağız… Tahammülünüz var 
							mı? Var. Bunun üzerine her gün yedi sekiz saat, 
							bazen daha çok ders yapmaya başlarlar ve Orhan Kemal 
							kısa bir süre sonra yazdıklarının daha az pürüzlü 
							olduğunu hissetmeye başlar. Bu çalışmaların devam 
							ettiği günlerden bir gün Nazım Hikmet, hapishanede 
							şair olmaya çalışan üç rakip arkadaşı sınava tabi 
							tutar. Sınava konu olan altı mısradan oluşan bir 
							şiir parçasıydı. Nazım’ın istediği bu şiire 
							mısraların yerlerinin değiştirilmesiyle en uygun 
							şeklin verilmesiydi. Orhan Kemal bu imtihanı şöyle 
							ifade eder “Her birimiz ayrı bir köşede, olanca 
							dikkat ve kabiliyetimizle uğraşarak mısraların 
							yerlerini değiştirip ‘en uygun şekli’ vermeye 
							çalıştık. Bunun bir imtihan, üçümüz arasında bir 
							yarışma olduğunun farkındaydık. Hepimiz ayrı bir 
							şekle karar kılmıştık. Üç rakip, üçümüz de heyecan 
							içinde, üçümüzde birbirimizden nefret ederek, 
							gözlerimiz Nazım’da, kâğıtlarımızı verdik. Nazım 
							kâğıtlarımızı aldı, okudu, ölçtü biçti, sonunda, 
							‘aferin’ dedi, aferin sana, en iyi şekil bu…’ 
							İmtihanı BEN kazanmıştım.” Orhan Kemal bu 
							başarısının ardından zamanını yazmaya daha çok 
							ayırır. Bir küs bir barışık, bazen acı bazen tatlı 
							geçen bu günlerden bir gün, bir tesadüf gerçekleşir 
							ki bu tesadüf Orhan Kemal’in yaşamında önemli bir 
							yer tutar. Bir gün Nazım Hikmet’in eline Orhan 
							Kemal’in yazdığı bir roman başlangıcı geçer, o 
							sırada hapishane avlusunda bulunan Orhan Kemal’in 
							yanına gelen Nazım soluk soluğa “siz mi yazdınız 
							bunu?” diye sorar. Orhan Kemal çekinerek “evet” der. 
							Orhan Kemal’in şiirlerini beğenmeyen Nazım o zaman 
							“Birader, neden bahsetmediniz bundan. Siz düz yazı 
							yazın düz yazı!” der ve o gün o tesadüf ve ardındaki 
							emek bizlere Orhan Kemal’in roman ve hikâyelerini 
							kazandırır.  
							 
							Aylar ve mevsimler geçiyor, pencereden görünen 
							dallar ve yapraklar biçim değiştiriyor, en iyi 
							öğrenme ve gelişme yolunun öğretmekten geçtiğine 
							inanan Nazım ve öğrencisi Mehmet Raşit (Orhan Kemal) 
							içerinin şartları, yapılan dersler ve dışarıdan 
							gelen savaş haberleriyle değişiyor, gelişiyor, bazen 
							seviniyor bazen de isyan ediyorlardı. Büyük bir 
							savaş vardı II. Cihan Harbi denilen bu acımasız 
							savaşın haberleri cezaevi radyosundan içeriye 
							ulaşıyor ve ne zaman özgür olacağını bilemeyen Nazım 
							ve öğrencisi için bazen hüznü bazen sevinci 
							beraberinde getiriyordu. Nazım ile aralarındaki 
							yakınlaşmaya güvenerek aklına her geleni soran Orhan 
							Kemal, bir gün “Üstat, siz dışarıdayken, mesela bir 
							kahveye giriverirmişsiniz, sokulurmuşsunuz en fakir 
							birisine, cebinizden para çıkarır, adama dermişsiniz 
							ki: ‘Sen de çıkar bakayım paranı!’ Adam çıkarırmış 
							üç otuz parasını, sonra birleştirirmişsiniz iki 
							parayı, yarı yarıya paylaşırmışsınız. Doğru mu?” 
							Nazım bu soru karşısında “Asla” dedi “asla… Sizi 
							şeref ve namusumla temin ederim, böyle zıpırca bir 
							tek hareketim olmadı!” Bu ve bunun gibi birçok 
							olayla Nazımdan sanat ve kültür derslerinin yanında 
							insanlık dersleri de aldığını her fırsatta bizlerle 
							paylaşan Orhan Kemal, Nazım’ı şöyle anlatır “Nazım 
							inanmış insandı. Herhangi bir davaya inanmış 
							kimselere saygısı vardı. “Mehmet Akif’e saygısı 
							bundandı. Mehmet Akif’i fikirlerinin doğruluğundan 
							değil, davasına inanmış, “karakter sahibi” bir insan 
							olduğundan dolayı takdir ederdi.” Çalışmaları 
							esnasında Nazım, Orhan Kemal’e dil ile ilgili bugün 
							bizlere de ders olacak şu bilgileri verir “Dilde 
							ölçü halk olmalıdır. Halkın yadırgadığı, her günkü 
							konuşma dilinde kullanmadığı kelimeleri almamaya 
							bilhassa dikkat etmeli”, derdi. Mesela, en sevdiği 
							yeni kelimelerden birisi “olağanüstü” idi. Bu 
							kelimeyi sık sık kullanırdı. Esası Türkçe olan 
							kelimelerin birleşmesiyle meydana gelmiş ve zaten 
							halkın kullanmakta olduğu kelimelere bayılırdı. 
							Halkın kendi dil kuralına uydurduğu, kendi dil 
							bünyesinin şekil verdiği –Arapça, Farsça- 
							kelimelerin atılıp yerlerine Fransızca, Çağatayca, 
							bilmem nece veya ‘uydurmasyonca’ kelimeler 
							alınmasına karşıydı. Ve hiç şüphesiz, bir dilin 
							tepeden inme emirlere değil, sanatçılar tarafından 
							işleneceğine emindi sanıyorum. Bununla beraber, 
							tepeden inme emirlerle empoze edilmek istenen 
							kelimelerden bir çoğunu tuttuğunu, bununla beraber, 
							bu tarz tepeden inmelerin pek de faydasız olmadığını 
							söylerdi.”  
							 
							Bu dostluk ve öğrenme birlikteliği bazen hapishane 
							avlusunda futbol maçına kadar uzanır ve bundan 
							sonrasını Orhan Kemal anlatır, bizlere “Gol 
							yediğinde ifrit olurdu… Kıpkırmızı yüzü, masmavi 
							gözleri ve yüzünün kırmızılığında kaybolan sarı 
							kaşları… Hele çalım yapar, yutturursak öyle 
							içerlerdi ki, sahada bir faul kralı kesilir, elle, 
							kolla, tekmeyle girişirdi. Bir gün esaslı bir 
							tekmesini yemiştim, hani laf aramızda çok nefis bir 
							tekmeydi…” 
							  
							 
							Hapishanenin ruhi durumunu Orhan Kemal şu güzel 
							cümlelerle bizlere aktarır “Koğuş pencerelerinde 
							uçurum karanlığı, el ayak çekilmiş hapishanede 
							“kadınsız erkekler” in hasret dolu gözlerini yumup 
							uykuya geçebilme mücadelesi ve bitmeyen geceler… 
							Geceler haydi neyse… İlle gündüzler… Böyle 
							gündüzleri iyi tanırım. Böyle günler, değil 
							hapishanede, dışarıda, “hürriyet dolu caddeler” in 
							avareliğine kendimi kaptırdığım zamanlarda bile 
							yüzde yüz olumsuz mıknatıslı havasıyla beni 
							bunaltır. Birbirimize sadece bakıp göz göze 
							geldiğimiz, tek kelime söylemeden öylece durduğumuz 
							bir sırada Nazım içini çeker, sonra ne dediği 
							belirsiz, mırıldanırdı. “Anasını… Daha yirmi sene 
							var!” Ve birden bire silkinir, yatağında doğrulur, 
							piposunu aranır, bulur, fakat hala gamlı, piposuna 
							tütün koyar, ateşler, acele acele duman alırken, 
							gözlerime endişeyle tekrar endişeyle bakar: “Adam 
							sen de…” derdi, “şey yap… Şu Fransızcanızı çıkarın 
							da…” ve derslere devam ederek endişelerinin üzerine 
							yürürlerdi. 
							 
							Orhan Kemal, anası babası ve hatta bir yıllık eşi ve 
							yavrusundan çok artık Nazım için endişeleniyordu, ne 
							de olsa diyordu kendi kendine bana, karıma ve 
							yavruma bakacak bir babam var dışarıda ya üstat? 
							Nazım’a Piraye’den gelen haberler, parasızlık, soğuk 
							ve verem olmak üzere olan yavrusuna dairdi. Orhan 
							Kemal, Piraye yengesinin gerçekten zor durumda 
							olmasa metanetini bozup Nazım’a bu haberleri 
							ulaştırmayacağını bilir ve bu nedenle üzülür, 
							kahrolur ama yapabileceği bir şey yoktur, yaşanacak 
							ve nerede olunursa olunsun emek ile mücadele 
							verilecektir. Bir mahkumun verdiği fikri uygun 
							görüp, tahliye olan bir mahkûmun dokuma tezgâhıyla 
							dokumacılığa başlayan Nazım, emek ve üretimin 
							kutsallığını da Orhan Kemal’e uygulayarak 
							öğretiyordu. Bu konuda Orhan Kemal, Nazım Hikmet’i 
							şöyle anlatır “İnsanlar vardır, kuramcıdırlar bir 
							takım kurallar, ilkeler peşinde koştuklarını iddia 
							ederler, fakat pratikte kuramlarıyla taban tabana 
							zıttırlar. Nazım, teoride ve pratikte aynı olmaya 
							çalışırdı.” Hapisteki dostları dokuma tezgâhı 
							sebebiyle Nazım’a ‘Patron’ diye takılmaya 
							başlamışlardır, Orhan Kemal bu meseleyi şöyle 
							anlatır Nazım, bu laflara gülerek “Evet ben patron 
							oldum, artık bozuldu tabiatım benim” derdi. 
							Hapishanede Nazım ve Orhan Kemal’i çekemeyenler ve 
							kötü planlar yapanlarda vardı mesela bir gün Nazım 
							Hikmet’e birisi gelip, “Nazım Abi… Öyle mangizleri 
							çok gördük biz yazık değil mi Nazım ağabeyime 
							benim.. Keriz beni haybeci zannetti. Sıkıysa kendin 
							vursana” gibi laflarla bir ağanın kendisine bir 
							miktar para verip Nazım Hikmet’i öldürmesini 
							istediğini bildirir buna benzer olayların en ilginci 
							ise adam öldürmekten cezalı üç mahkûmun meşhur olmak 
							için kendi aralarında Nazım’ı öldürme planları 
							yapması meselesidir. Nazım’ın haberi olunca “Bak 
							sen” diye gülmüş, “adı tarihlere geçsin diye, herif 
							beni vuracak.. Geçse bari… Tarihe geçmek için 
							yapacak başka iş kalmadı da…”  
							 
							Dışarıda II. Dünya Savaşı, içeride yoklukla, 
							sefaletle ve zihinlerde çıldırmamak için süren bir 
							savaş devam ediyorken, Nazım, Memleketimden İnsan 
							Manzaraları eseri için çalışıyor ve yazdıklarını 
							Orhan Kemal ve diğer dostlarıyla paylaşıyordu 
							dinleyenler çoğu zaman gözyaşlarını tutamıyordu. 
							Eserin yazılış süreci öyle bir hal almıştı ki 
							hapishane insanları birer malzeme olarak kimi zaman 
							özgün hikâyeleriyle kimi zamanda esinlenerek 
							ekleniyordu bu manzaralara, böyle büyük bir eserin 
							yaratımının her aşamasında var olmak Orhan Kemal’e 
							büyük katkılar sağlamıştı hiç kuşkusuz. Nazım’ın 
							sözleri, davranışları, bilgileri Orhan Kemal’e, 
							Orhan Kemal’in yaşam ile ilgili tecrübeleri ve 
							dostluğu da Nazım’a katkı sağlıyor ve soğuk kış 
							günleri bazen tembellik ve bazen de üretimle dolu 
							olarak geçiyordu. Nazım boş durmuyor, Orhan Kemal’in 
							deyimiyle “karşılıksız ve kendisinde bitecek işlere 
							erinmiyor ve hapishane insanlarının dertlerine 
							tercüman olmak için kapılar, merdivenler ve duvarlar 
							aşıyor ama bazen bütün bu gayretlerine karşılık bir 
							teşekkür sözü bile duymuyordu”. 
							 
							Orhan Kemal, Piraye yengesinin, Ustası Nazım’ı 
							ziyaretlerine anılarında büyük yer vermiş ve bu 
							ilişkiden belli ki çok etkilenmiştir. Nazım’ın 
							Piraye’yi alelade bir kocanın karısını sevmesinden 
							çok başka bir biçimde sevmesine dikkat eden Orhan 
							Kemal bu sevginin zaman zaman bir saygı ifadesi 
							olduğunu fark etmiştir. Orhan Kemal, Nazım’ın annesi 
							ve eşi ile ilgili olarak ta birçok anıya sahip 
							olmuştur. Bilindiği gibi Nazım Hikmet’in annesi 
							ressamdır, o yaşta bir kadının resim yapması o 
							yıllarda ülkemizde olağanüstü bir durum kabul 
							ediliyordu. Ve annesi geldiğinde oğlunun tablosunu 
							yaparken neredeyse bütün hapishane bu yaşlı kadını 
							görmek için geliyor, birçoğu anlamsız garip 
							bakışlarla bakıyor ve çekip gidiyordu. Nazım ile 
							annesinin arasında anne-oğul ilişkisinin yanında bir 
							sanatçı bağıda vardı, bazen bu bağ sanata farklı 
							bakış açıları nedeniyle münahazaraya dönüşüyor ve 
							bir süre sonra Orhan Kemal hakem konumuna geliyordu. 
							Annesinin “vallahi bu çocuk çılgın” sözüyle ortalık 
							yumuşuyor, Nazım’ın yaptığı tabloları getirmesiyle 
							bu tatlı tartışmalar yeniden alevleniyordu.  
							 
							Memleketimden İnsan Manzaraları hızla ilerliyor ve 
							Orhan Kemal’in hapishaneden çıkma vakti de 
							yaklaşıyordur. Yazımızın bu bölümüne bir kişi daha 
							dâhil oluyor, bu kişi genç irisi bir köylü 
							çocuğuydu, onu ilk kez Nazım’a yardım ederken fark 
							eden Orhan Kemal, Nazım’ın bu gençle ilgili olarak 
							anlattıklarını şöyle paylaşır bizlerle Nazım “Gördün 
							ya, demir gibi çocuk” dedi “Ne esrar, ne afyon, ne 
							bıçak, ne kumar” işte bu çocuk “Bir tarla yüzünden, 
							biraz da babasının teşvikiyle komşu tarla sahibini 
							öldürmüş, on beş seneye mahkûmmuş. Karakalemle ve 
							murabba usulüyle şunun bunun fotoğrafını 
							büyütürmüş…” Geldi yanıma, “Sana çıraklık etsem bana 
							yağlıboya öğretir misin?” diye sordu. Anlaştık… 
							Yarın veya öbür günden itibaren başlayacak.” Bu 
							çocuk görüşme günü babası geldiğinde siparişleri 
							ısmarlayacağını söyledi. Bu çocuk her sabah gelir 
							Nazım resim yaparken yanında oturur, ona çıraklı 
							ediyordu. Fırçalarını yıkıyor, paletine boya 
							sıkıyor, tutkal ve üstübeçle resim bezi hazırlıyor, 
							bilhassa iri gözlerini büyük bir dikkatle Nazım’ın 
							fırçasına dikerek dinç bir sabırla bakıyor, 
							bakıyordu… 
							  
							 
							Peki, Nazım’ın sık sık büyük yeteneğinden bahsettiği 
							bu çocuk kimdi? Bu genç, çoğumuzun yakından 
							tanıdığı, yaşayan en büyük Türk ressamlarından 
							İbrahim Balaban’dır. Nazım hapishanede çok kişinin 
							yaşamını ve düşüncelerini etkilemiş ve bu 
							insanlardan Orhan Kemal, İbrahim Balaban ve Kemal 
							Tahir zihnimize ve sanat dünyamıza kazınmıştır. 
							Nazım Hikmet ile dostlukla, emekle ve paylaşımla 
							geçen üç buçuk yılın ardından kendi deyimiyle 
							kafasını bir limon gibi, son damlasına kadar sıkıp 
							bu güzel dostluğu bize aktaran Orhan Kemal’e 
							şükranlarımızı sunuyoruz. Bana yazımda kaynak teşkil 
							eden Orhan Kemal’in 1947 yılında yazdığı “Nazım 
							Hikmet’le 3,5 Yıl adlı eserini okumanızı öneriyorum, 
							bu eser bize hem Nazım Hikmet’in insan yanını, 
							hatalarını ve doğrularını gösterirken, bir insanın 
							yazarlık serüvenini ve bu yolda bildiklerini hiç 
							esirgemeden paylaşan büyük ustayı anlatıyor. 
							 
							Son olarak şunu belirtmek isterim, bu yazıda 
							kendisine küçük bir yer vermemize karşın, İbrahim 
							Balaban’ın hayatı kitapları dolduracak öneme 
							sahiptir. İbrahim Balaban’a üretimle dolu uzun 
							yıllar temenni ediyor, Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve 
							Orhan Kemal’in aziz hatıraları önünde saygıyla 
							eğiliyorum. 
							 
							MEHMET ÖNDER 
							ADANA 
							Ocak / 2009 
							 
							 
							 
							 
							 
							 
							Orhan Kemal’in hapishanede bıraktığı ustasına 
							yazdığı şiiri: 
							 
							KOMİK HÜRRİYET 
							 
							Evet 
							Demek 
							Demek üç gün sonra 
							Evet 
							Senin dediğin 
							“Komik ve tatlı 
							HÜRRİYET!” 
							 
							“Canım efendim 
							Üstadım benim!” 
							Beton, demir ve tozlu ampulleri bırakmak birtakım
							 
							insanlara! 
							 
							Evet 
							Bu hürriyet, 
							Kampana, kilit gıcırtısı ve gardiyanlar 
							Bütün bu şeyleri geride bırakabilmek hasreti! 
							Fakat 
							Sana mavi göklerin altından bakmak 
							Seni hapishanede bırakmak! 
							Demirsiz ve kilitsiz, 
							Ampulleri tozsuz 
							Ve gardiyansız 
							Bir başka nevi hapishanede ben. 
							Senin dediğin hürriyet 
							KO-MİK! 
							Trenler gelir, gider 
							İstediğin caddeye düşürebilirsin gölgeni… 
							… 
							… 
							Hangi hürriyet? 
							Geç efendim, 
							İlahi üstadım benim. 
							 
							ORHAN KEMAL 
							 
							 
   |