|   Enver Aysever 
			Nâzım Hikmet, Bursa Hapishanesi’nden Orhan Kemal’e yazdığı bir 
			mektubunda ‘umut etmek’ten söz açar. Orhan Kemal için zorlu 
			günlerdir yaşanan. İki dost uzun süre birlikte yatmışlardır 
			Bursa’daki soğuk koğuşta. Orhan Kemal tahliye olur olmaz iş aramaya 
			koyulur. Adana’ya gider. Gerisi bildik öykü... Bu ülkenin tüm 
			duyarlı insanlarına, yazarına, çizerine ettiği türden bir zulüm...
			  
			Kişi şaşar duruma; içerdeki umut etmek der, dışarıdakinin boynu 
			büküktür...  
			Nâzım’ın nasıl bir sosyalist olduğunu bilmeyen yoktur. 
			Şiirlerindeki insan sıcağı, bu öğretinin söze gelmesidir. Geçen 
			hafta Bursa Cezaevi’nde yaptığı bir resim daha açığa çıktı. Mahkûm 
			dostlarından birini çizmiş Nâzım. Hani şu Memleketimden İnsan 
			Manzaraları’nda ete kemiğe bürünmüş olan kahramanlardan biridir o.
			 
			Umut etmek üstüne, Nâzım’ın sosyalistçe bir yaklaşımı var elbet. 
			Bir yazarın, sanatçının umutsuz olmasını anlayamıyor. Yüreğinde 
			dünyayı değiştirmeye yönelik bir umudu taşımayan birinin bu işlere 
			bulaşmaya hakkı olmadığını söylüyor. Yazmanın, üretmenin başka bir 
			dünya düşü için olduğunu yazıyor. “Başka bir dünya mümkün” dediğimde 
			kuşku duyan dostlarım düştü aklıma... “Buna gerçekten inanıyor 
			musun” diye sordular!  
			Eline kalem almak, kurgu yapmak, kişiler yaratıp onların 
			sevdalarına tanıklık etmek, yürüdükleri yolda gitmek, içtikleri suyu 
			yudumlamak, yani yaratmak başlı başına kafa tutmaktır. Bunu 
			namusluca yapabilmekse hiç kolay değildir... Çoğu zaman içtenlik 
			sorunu yaşar kişi. Popülerliğin bataklığı içine alır şairi, 
			yazarı... Ama umut etmek için çok neden var; soluk aldığımız her an, 
			bir romana yazdığımız her satır zaten umuttur...  
			İşin tuhafı Nâzım demir parmaklıklar ardından dostuna umudu 
			yazıyor; belki insan içine karışmış, gün ışığını teninde hisseden 
			Orhan Kemal’in hapislikten daha ağır bir tutsaklığa, karamsarlığa 
			düştüğünü sezdiği için söylüyor tüm bunları... Umut ve özgürlük 
			içimizde başlıyor elbet ve içimizde gömülüp gidiyor çoğu zaman...
			 
			Kimi kavramların günlük dilde harcandığını fark ediyorum. ‘Özgür 
			olmak istiyorum’ diyen bir çocuğun, hangi taleple bu isyana 
			taşındığını sormak gerek! Günlük gereksinimleri karşılanan ve 
			Allah’a avuç açıp şükür eden, af dileyen birinin özgürlükle 
			arasındaki ilişkiyi sormak gerek!  
			Özgür olmak isteyen kişinin, uzlaşmaz olmasını da anlamalıyız.
			 
			Yeryüzünün giderek daraldığını, bizi dinleyen koca kulakların 
			varlığıyla, dev gözlerin sarsıcı bakışlarıyla içinden çıkılmaz bir 
			koca hapislik yeri olduğunu bilmeyen kaldı mı? Bu yazgı değişir 
			diyenlerin, küresel kırbaçları şaklatanlara karşı, yüksek sesle 
			haykırışlarına bir ses vermekten kaçındıkça, yalnızlaşıp, 
			soysuzlaşacağımızı unutmayalım...  
			Umut, emekle gelişir. ‘Gün gelir, her şey yoluna girer. Allah 
			devletimizi, milletimizi korur.’ diyerek; ilahi bir gücün yazgımıza 
			yön vermesini bekleyerek; yani, bir piyango alır gibi, 
			rastlantıların yaşamı düzenlemesini istemek utanmazlık, tembellik ve 
			umudu yeşertmek için çalışanlara saygısızlıktır...  
			Kapitalizmin insanı nasıl çirkinleştirdiğini defalarca, türlü 
			örneklerle gördük. Biçimden biçime bürünen, her yeni haliyle 
			canımızı acıtan; içinde bir tek insani sözcük bulundurmayan bir 
			dille konuşan düzendir kapitalizm...  
			Bilmeyenimiz yok elbet, ama tekrar anımsamalı...  
			Bakın; kapitalizmin ürettiği sözcüklerimiz, bir acayip mahluk 
			yaratıyor... Diyeceğim; ağızlarımız konuşuyor, fikirlerimizi 
			söylüyoruz sanıyoruz, ama, değil işte... Sokakta simidini, denize 
			bakarak ısıran adamın ABD borsasının diliyle konuşmasının, yanındaki 
			oltacıyla söyleşirken, küresel krizin yarın evini yangın yerine 
			dönüştüreceğini dillendirmesinin anlamı ne?  
			Sözümüzü tutsak ediyorlar, şarkımızı, neşemizi...  
			Eskiler anlatıyor; Kuzguncuk sahilinde kovalar sallandırıp, 
			kendiliğinden doluşan uskumruların olduğunu...  
			Balıkçılar ‘balık kaçtı’ derler...  
			Bunun tasasına düşen var mı?  
			Çiftliklerde yetişen, içi saman gibi çipuraları, levrekleri 
			yedirten düzenin adıdır kapitalizm... Önce denizi tüketip, ardında 
			çözüm diye ürünler koyar önümüze ve biz de bayıla bayıla yeriz...
			 
			Hani obez çocuklar yaratmak için uydurdukları fast-food sanayine 
			insanları tutsak edip; ardında ilaç sektörüyle, zayıflamacılarla kol 
			kola girmemize zorunlu bıraktıkları gibi...  
			Nâzım ‘Umut’ diyor; hakkı var... Orhan Kemal pes etmiyor; emeği 
			var..  
			Siz ne dersiniz? l  
			   |