Cihangir’deki İkbal Kahvesi’ne 
												yolunuz düştü mü hiç?
												
												Kimsenin pek de uğramadığı o 
												hüzünlü evde, bir yazarın ince 
												bıyıklarından, hüzünlü yaşamına 
												dek birçok şeye tanık olursunuz.
												
												Burada Orhan Kemal Müzesi var. 
												Oğlu Işık Öğütçü’nün binbir 
												emekle hazırladığı pek hoş bir 
												müze. Gidin görün, eski bir bina 
												da olsa Cihangir’deki tüm yazar 
												çizer kalabalığının arasında bir 
												alınlık gibi duruyor hâlâ. Ben 
												ne zaman gitsem gözüm ilk önce o 
												büyük camlı dolaba takılıyor. 
												Bir takım elbise var orada. Kaç 
												tane yaşayan “büyük” Türk 
												yazarının, pantolonu üstünde 
												başında paralanıyor artık 
												bilmiyorum ama o dolapta, sanki 
												çoğu günler yağmur çamur 
												demeden, yaz kış ayıramadan 
												Beyoğlu’na ya da Sirkeci’ye 
												yürüyen bir yazarın iyice 
												solmuş, yıpranmış ama yine de 
												onun satırlarının yüreklerimizde 
												bıraktığı iz kadar tertemiz 
												duran bir takım elbise var. Yine 
												de yoksulluğun onurunu koruyan 
												bir şey... Orhan Kemal’in 
												ardından kalan eşyalarda bile 
												yoksulluğun onuru...
												
												Gidin bakın İkbal’e. Orada Tarık 
												Dursun K’nın, ustası bildiği 
												yazarımıza kitabını imzalarken 
												yazdıkları: “Hepimizin ustası, 
												babamız Orhan Kemal’e saygıyla.” 
												Edebi ya da belki ebedi saygı mı 
												eksildi, öyle ustalar mı yoksa 
												hayat mı azalarak çekip gidiyor 
												yaşamımızdan bilmiyorum. Hayat, 
												yani ustanın yazdıklarında satır 
												satır, kelime kelime, sabah 
												dörtlerde o Cibali’deki 1 
												numaralı evin penceresinden 
												dökülen daktilo şıkırtılarında 
												karşımıza çıkan... O saatlerde 
												kalkıp yazan incecik bir 
												gölgeden bahsediyorum. Kışsa 
												sobayı yakmaya çalışan bir adam. 
												Sıcacık yatağından kalkarak... 
												Yazsa eğer pencereleri açarak, 
												yanında orta kahvesi, saat 
												dokuza kadar. Önce hiç sevmediği 
												ama para kazanmak için mecbur 
												edildiği senaryolar, başka 
												yazılar, sonraysa belki 
												günışığında, kendi incelikleri, 
												kendisi, romanları.
												
												İşte Orhan Kemal’in her 
												yazdığında kendini belli eden; 
												aydınlık gerçekçi roman 
												anlayışının bildirisi 
												sayılabilecek Bir Filiz Vardı’ya 
												bakalım. Bu satırlar, roman 
												yazmanın ilk olarak insanın 
												içindeki tutkuya içkin bir şey 
												olduğunu anlattı bana yıllar 
												boyu, roman yazacak adamdaki 
												hayat aşkından, şiir aşkından, 
												içindeki “büyük hasret”ten dem 
												vurdu. Ne olduğunun öyle kolayca 
												tarifi olmayacak ama Orhan 
												Kemal’in günümüze ulaşmış her 
												eserinde bir yıldız gibi 
												parlayan tutkudur bu. Sadece 
												yazma tutkusu belki, belki 
												içindekiyle başa çıkamamak, 
												belki kendiyle savaşında yenilen 
												orduları insanın, her neyse ve 
												her kimse:
												
												“Dünya şimdi bambaşka. 
												Birdenbire Bedri Rahmi 
												turuncusu, mavisi, moru, sarısı, 
												pembesi uçuşmağa başladı içimde. 
												Sait Faik hikâyelerindeki 
												İstanbul. Ben ki, daha çok işçi 
												ve köylüler Türkiye’sini kendime 
												konu olarak almışım. Galiba bu 
												renkler cümbüşüyle uğraşan 
												hikâyeci, romancı, ressam, şair, 
												müzisyen dost ya da yabancılar 
												anadan doğma âşık.
												
												...Ben dünyanın bunca güzel 
												olduğunu kırklardan sonra mı 
												seçecektim?”
												
												İki türlü yazarlık olduğunu 
												düşünürüm. Biri hayatın en 
												uzağında duran, oturduğu yerden 
												dünyaya sataşan, onu okşayan, 
												ona bir şeyler söyleyen ya da 
												onu hiç umursamadan satırların, 
												dizelerin arasına karışan; öteki 
												de adının dilimize çevrilmiş 
												hali ‘büyük acı’ olan Maksim 
												Gorki gibi, Saroyan gibi, Orhan 
												Kemal gibi yaşamış gözlerin 
												ışığıyla yapılan. Çok yaşamış, 
												bilmiş, görüp anlamış gözlerin 
												kırışığında, emeğinde.
												
												Bu ikinci tür yazarlığın sonucu 
												eserlerde hep bir ses 
												duyagelirsiniz. Hiç tükenmez bir 
												ses. Okuduğunuz kişi 
												konuşuyordur sizinle. Konuşmak 
												deyince bilirsiniz ki Türk 
												edebiyatının en ölmez diyalog ya 
												da iç konuşma ustasıdır Orhan 
												Kemal. Yaşananı, kâğıda döktüğü 
												kişiyi, kurduğu atmosferi, 
												içinden geldiği çevreyi anlatıya 
												dökerken konuşturma tekniğini 
												öyle güzel kullanır ki... 
												Oradan, çok içerden birinin 
												konuştuğunu sanırsınız. 
												Unutursunuz romancıyı. Buyrun 
												usta konuşsun biz susalım, yine 
												Bir Filiz Vardı’dan:
												
												“Ağlamak geçti yüzünden:
												
												- Bilmiyorum kim, babamın 
												kulağını doldurmuşlar...
												
												- Ne diye?
												
												- Yaşlı birisiyle konuşuyor 
												diye...
												
												İçimde bir lamba kısıldı.”
												
												Oğlu sünnet olduğunda ona 
												limonata ısmarlayacak parayı 
												bulamamış bir yazardan söz 
												ediyoruz. (Fikret Otyam 
												anlatıyor, Arkadaşım Orhan Kemal 
												adlı tekrar basımı yapılan 
												kitabında, oradan devşirdiğim 
												bilgiler bunlar.) Kızına 
												yanlışlıkla bir tokat attığında 
												içi günlerce acıyan bir babadan; 
												bir kitabını “tüm kahrımı çeken 
												Cemile’me, hayat arkadaşıma,” 
												diye imzalayan bir kocadan; 
												hapisten yazdığı mektuba, şimdi 
												o mektubu ve babasını bizlere de 
												anlatma mutluluğuna erişmiş oğlu 
												için, “ona söz verdiğim 
												bisikleti çıkınca alacağım,” 
												diyen adamdan.
												
												Hazır Fikret Otyam’a ait 
												Arkadaşım Orhan Kemal adlı 
												kitaptan da bahsettik. Bu 
												kitaptan bir mektupla bitirelim 
												yazımızı. Tarih 6.12.1965. Usta, 
												Türkan Şoray’ı çok severmiş, 
												önce bundan bahsediyor. 
												Beyoğlu’nda bir sinema önünde 
												duruyoruz sonra. Afişlere 
												bakıyoruz. Bir Türkan Şoray 
												filmi var. Yerli filmdir, pek 
												iyi değildir gibi önyargılar 
												taşısa da giriyor filme. 
												Amacının Türkan Şoray’ın 
												gözlerini izlemek olduğunu 
												belirtmiş. Söz konusu film, 
												Ertem Eğilmez’in yönettiği 
												Sürtük, bakın neler yazıyor:
												
												“Fakat birader, çarpıldım adeta! 
												Bir sefer başta Türkan, ardından 
												hemen Cüneyt, Ekrem Bora, 
												ötekiler çok ama çok nefis 
												oynuyorlar. Bir Sofia, bir ne 
												bileyim hangi karın ağrısı da 
												ancak bu kadar güzel 
												oynayabilirlerdi bu rolü... 
												Oyunlar nefis, senaryo enfes, 
												reji, kamera, şu bu hakeza.
												
												...Hatta filmin şerefine daldım 
												bir Beyoğlu ara sokağına, Üç Nal 
												mıydı neydi adı, oraya, iki 
												duble...”
												
												Bu yazıyı yazarken öyle yalnızım 
												ki. Şimdi balkonuma bir güvercin 
												kondu. Telli pullu bir şey 
												bekledim ama değildi. Bilmem 
												gerek herhalde. Yazının 
												yalnızlığında yaşanan şeydir 
												yazarlık. Bir filmi, bir 
												tiyatroyu, bir müzik parçasını, 
												bir romanı çok beğenip onun 
												şerefine çay ya da rakı içmeye 
												bir yerlere hep yalnız 
												gidilecek. İki kişi gidilse bile 
												yalnız, kalabalık gidilse bile 
												yalnız. Bunlar hep yalnız 
												anılacak. Ne diyordu Sait Faik, 
												“yaldızlı karyolalarda çift 
												yatanlar bile tek, yalnızlık 
												doldurmuş dünyayı... “ Ben de 
												bugün seni anmak için ey Orhan 
												Kemal, Yağmur Yüklü Bulutlar’ın 
												arka kapağında bir elinde çay 
												bardağın, bir elinde marpucun, 
												öyle eski bir resmin var, onun 
												hatırına Emirgan Çınaraltı’na 
												gidip nargile içeceğim. Senden 
												üç beş satır bir şeyler daha 
												okuyacağım. Bir de bu yazı işte. 
												Bu yazı da bugün sadece senin 
												için sevgili usta... Doğum günün 
												için, 94 yaşın için. Saygıyla...
												
												Onur CAYMAZ