|   | 
							
							 
							  
							
								
									| 
									 
									   | 
									  | 
									
									
									"Gerçek olan öğrenmektir.  
									Nereden, nasıl öğrenirsen öğren.  
									Nereden, 
									nasıl öğrendiğin, diploman,  
									hatta neler bildiğin de önemli değil. 
									Ne yaptığın önemlidir." 
									 
									
									
									Orhan Kemal 
									
									
									(Arkadaş Islıkları'ndan) | 
								 
							 
							
							
							Orhan Kemal 15 Eylül 1914’te Adana’da doğdu. 
							Eserlerinde toplumsal yaşamımızın değişim 
							dönemlerini dile getirmektedir. Aydınlık gerçekçi 
							bakışıyla insan-toplum ilişkilerini ustalıkla 
							yansıtmıştır. Babasının partisinin kapatılması 
							sonucunda ailecek Suriye’ye kaçtılar ve daha sonra 
							Beyrut’a yerleştiler. Orada basımevine işçi olarak 
							girdi. 1939 yılında beş yıl hüküm giydi. 1940 
							yılında Bursa cezaevinde Nazım Hikmet ile tanıştı. 
							Bu tanışma, onun sanat yaşamının belirginleşmesinde 
							bir dönüm noktası oldu. 1944’te Adana’ya döndü. 1945 
							yılı yazında Kilis’e giderek, kalan 35 günlük 
							askerlik görevini tamamladı. Çorum’a sürgüne 
							gönderildi. 17 Nisan 1950’de ailece İstanbul’a 
							yerleşti. 7 Mart 1966’da bir ihbar üzerine iki 
							arkadaşıyla birlikte tutuklandı. “Hücre çalışması ve 
							komünizm propagandası’ yaptıkları gerekçesiyle 
							tevkif edilerek Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi. 
							17 Temmuz 1968’de bu davadan beraat etti. Sofya’da, 
							tedavi edilmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970’te 
							öldü  
							
							
							  
							
							
							
							 Edebi Yaşamı  
							
							
							  
							
							
							Yazın yaşamına askerdeyken şiirle başladı. Nazım 
							Hikmet’in etkisiyle düzyazıya yöneldi. İlk 
							düzyazısı, Baba Evi romanının bir bölümü olan 
							“Balık” 1940’ta “Yeni Edebiyat” gazetesinde 
							yayımlandı. İlk öykülerini ise yine aynı gazetede 
							yayımladı.1958’de Sait Faik hikaye armağanını aldı. 
							1969 yılında da Türk Dil Kurumu hikaye ödülünü aldı. 
							Öykü ve romanların yanı sıra senaryolar da yazdı. 
							1967’de 72. koğuş ile ödül aldı. 
							
							  
							
							
							  
							Gerçeğin, Yalnızca 
							Gerçeğin Yazarı Orhan Kemal 
							
							
							Orhan Kemal kimi eleştirmenlerce bazı eserlerini 
							anıların boyunduruğundan kurtaramama 
							değerlendirmesine maruz kalmışsa da bütün bu türden 
							yargıları paranteze almamızı sağlayacak iki önemli 
							güce sahiptir: güçlü diyaloglar ve karakterler 
							arasındaki bağın sağlamca bina edilişi... 
							
							
							Otobüse bindiğinizde, otobüsten inip yolda 
							yürüdüğünüzde rastladığınız insanların, nesnelerin, 
							ilişkilerin, kavramların yazarı... 
							 
							
							
							“Yaşanan” hayatın, “her nasıl yaşanıyorsa öyle” 
							olacak şekilde etkileyici ve inandırıcı, birebir göz 
							önünde canlandırıcı yazarı...  
							
							
							Şimdilerde kitapları yeniden basılmaya başlanan 
							Orhan Kemal’in adı anılır anılmaz akla ilk gelen 
							olgular bunlar. Aramızdan ayrılışından beri aradan 
							geçen onca zamana karşın, hâlâ otobüste yanımızda 
							oturan güngörmüş bir bilge gibi bize seslenen bu 
							adamın sanatının sırrı ne ola? Nasıl anlamış olmalı 
							sanatı ki, büyüsü, gün geçtikçe azalacağına 
							artmakta! 
							
							
							Ağustos 1970 tarihli Varlık’ta kendisiyle yapılmış 
							bir söyleşide, bu sırrın ipuçları süzülebilir: 
							“Sanatımın amacı... Şöyle özetlemekte bir sakınca 
							var mı acaba? Halkımızın, genel olarak da insan 
							soyunun müsbet bilimler doğrultusundaki en bağımsız 
							koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabası. 
							Ünlü Lincoln'ün demokrasi tarifi gibi: Halkın, halk 
							için, halk tarafından yönetimi der o. Biz de neden 
							şöyle demeyelim? "İnsanlığın, insanlık tarafından, 
							insanlık için yönetilme çabası adına sanat."  
							 
							Orhan Kemal’in Gerçeği 
							
							
							“Toplumcu Edebiyat”ı “Milli Edebiyat”ın bir adım 
							önüne çıkaran Refik Halit Karay’dan sonra, dümeni 
							siyasete kıran Sabahattin Ali ve bireyciliğe geçişin 
							ilk örneklerini sunan Sait Faik ile birlikte 1950’li 
							yılların bir diğer damarıdır Orhan Kemal. Gerek 
							hikâye ve roman kişileri, gerekse bu kişilerin 
							muhtemel dünyalarına bağlılığıyla, edebiyatımızda 
							“Toplumcu Gerçekçilik” şeklinde isimlendirilen bir 
							anlayışın ürünlerini sunar. 
							
							Bir 
							kuramdan süzülen değil, bir yaşantıdan dökülen 
							karakterleriyle gündelik gerçekliği, sanat 
							gerçeğinin bir adım önünde tuttuğunu gizlemez. Bu 
							minvalde yer yer durağan gerçekliği yazının geçişli, 
							akışkan dünyasına “salıvermeme”, tersinden 
							söylersek, yazının tek bir bildirgeye 
							indirgeyemeyeceğimiz çoğul anlamını, yaşanmışın dar 
							kalıplarına hapsetme tehlikesiyle karşılaşmış ve 
							hatta kimi eleştirmenlerce bazı eserlerini anıların 
							boyunduruğundan kurtaramama eleştirilerine maruz 
							kalmışsa da, tüm bunları parantez içine almamızı 
							sağlayacak iki önemli yetkeye sahiptir: güçlü 
							diyaloglar ve karakterler arasındaki bağın sağlamca 
							bina edilişi...  
							
							
							Orhan Kemal, adeta vagon vazifesi gören diyaloglar 
							üzerine bina ettiği anlatımı ve bir kamera gibi 
							kullandığı dili ile düşsel alana, bilinçaltına ve bu 
							dünyanın türlü bilinmezlerine açılarak çok başlılık 
							(başka bir ifadeyle çok uçluluk) sergilemeyi 
							seçmeyen bir yazar. Vurgulamakta yarar var: 
							seçmeyen!  
							
							
							“Gerçeğin yazarı” Orhan Kemal Yelken dergisinde 
							Kasım 1963 tarihinde yapılan bir söyleşide, 
							gerçeklikle ilgili endişelerini dile getirir: 
							 
							
							
							“Gerçeklik, bir bakıma çok kaypak bir kavram. 
							Dışımızda: yani bilincimizin dışında, bilincimize 
							bağlı olmayarak varolan gerçeğin tıpatıp fotoğrafını 
							çekip okurlara göstermek de bir çeşit gerçekçilik 
							sayılır. Ama buna ‘naturalizm’ diyorlar. Şuna 
							benzer: olmakta olanı olduğu gibi yansıtmak, başka 
							bir deyimle doktorun hastasındaki hastalığı görmekle 
							yetinmesi gibi bir şey. Benim andığım gerçekçilik 
							yalnızca bu kertede kalmamalı. Onun için sanatçı 
							gerçeğin ölçülerini kendinde toplayıp ‘olmuş mu?’ 
							ile birlikte ‘olabilir mi?’nin karşılığını 
							verebilmeli. Bununla da kalmamalı, ‘nasıl olmalı?’ 
							ya da karşılık bulabilmelidir. Sanatçı doğanın 
							kopyacısı değil kendinden bir şeyler katan bileşimci 
							olmalıdır. Bilmem anlatabildim mi?”  
							 
							“Dinlediğin Senin Hikâyen” 
							Yazarın, günlük hayatta birebir karşılığını 
							bulabileceğimiz “sıradan” karakterlerinin toplumla, 
							düzenle olan münasebetleri ve küçük gerçek konuları, 
							alışılageldik tekniklerle çarçabuk anlatma derdi, 
							eserlerinin mihenk taşını meydana getirir. Somut 
							kişiler ve olaylarla bezeli hikâyeleri, bir varoluş 
							sancısına değil, egemen ideoloji içinde koşulların 
							insanı zaten getirip bıraktığı yere projektör tutar; 
							bu kertede okurun zihninde art arda anlam katmanları 
							oluşturmaz. Kimileyin kişiden hareketle topluma, 
							kimileyin toplumdan kalkışla insana çevrilen bir 
							projektördür bu. Bunda, kişilerin en temel 
							yanlarının toplumda mevcut güçler tarafından 
							belirlendiği düşüncesinin etkisi de yok değildir. 
							Orhan Kemal, gözleme ve dış gerçekliğe dayalı 
							diliyle bu düşünceyi somutlaştırır. Böylece yazarın, 
							sanat eserinin dış gerçekliği yansıttığı düşüncesini 
							benimsediği; buna mukabil, genel, kanıksanmış ve 
							güvenilir olandan meçhule, bilinçaltının türlü 
							geçitlerine doğru bir evrilmeyi hedeflemediği 
							görülür. Kaldı ki, dış dünyayı bu denli merkeze alan 
							ve rotasını bu dünya üzerine sabitleyen bir metinden 
							de iç yaşantının türlü dehlizlerine ışık tutması 
							beklenemezdi.  
							
								
									| 
									 
									   | 
									
									 
									
									Orhan Kemal’in 
									aynı zamanda güçlü bir diyalog yazarı 
									olmasının nedenlerinden biri de, henüz 
									eserlerinde dillendirilmeden önce, 
									kahramanlarını bir bütün olarak tanımlayışı, 
									her birinin tam olarak kim olduğu, ne 
									yaptığına ilişkin bilgisidir şüphesiz. Bir 
									bilinmezliğe kapı aralamayan ve içine 
									doğdukları coğrafyanın alışkanlıklarını 
									paylaşan karakterleri, iç buhranlarıyla 
									değil, dış mekânda durdukları yerle, 
									tutundukları konumla bir statü 
									edinmişlerdir; sır dünyasına kapı 
									aralamazlar. Çağrışım zenginliği, bu 
									zenginliğin kişilerdeki neticeleri, kısaca 
									sancılı tarafımızı meydana getiren ve 
									varoluşumuzu sorgulayan anlam boşluklarından 
									uzakta, -her ne kadar toplumcu edebiyatın 
									nüveleri olarak adlandırılsalar da- tümel 
									birer “birey”dirler bu kahramanlar. 
									  | 
								 
							 
							
							 
							Orhan Kemal’in Eserinin Anlamı 
							Orhan Kemal’in gerek kahramanları, gerekse tipleri, 
							yazının ana anlatım öğesi olarak, bir an’a ya da bir 
							olguya kenetlenmiş anlık tepkileriyle değil, tüm 
							zamana yayılmış kişilik özellikleriyle ortaya 
							çıkarlar. Kimileyin yazar da güçlü gözlemleriyle bir 
							üçüncü göz olarak aralarına katılır. Zaman, bu 
							anlamda devinmez, başladığı noktadan daha ileriye 
							çizgisel bir rota takip eder. Şüphesiz, Orhan 
							Kemal’in kalemi de gerçekliğin sıkça sorgulandığı 
							“Dil gerçekliği yansıtır mı?” sorusu etrafında, 
							eleştirmenlerce türlü değerlendirmelere tabi 
							tutulmuştur. Ancak ne yazar, ne de okur olarak, 
							kendinden menkul, duyarlığımızın dışında, önceden 
							verili bir dış dünya tasavvuruna sahip olabilir, ne 
							de metni bu bağlamda nesnel, nötr bir okumayla 
							“algı”layabiliriz. Algılarımız her zamanki gibi 
							seçtiği an (=parça) üzerine tüm bir yapı inşa 
							edecek, kendisiyle nesnesi arasında özel (=etkin) 
							bir bağ kuracak, çağının, kavrayışlarının ve daha 
							bir sürü tecrübenin ışığında onu dönüştürecek, 
							parçalayacak, kısacası onu “anlam”lı kılacaktır.
							 
							
							
							Böylelikle, “Dil gerçekliği yeniden mi üretir?” 
							sorusu çok daha elzem bir soru olarak karşımıza 
							çıkar. Bu noktada eleştirmenlerden farklı yankılar 
							bulan yazarın, eserlerinde ipuçlarını verdiği dünya 
							görüşü, insanın özünü zaman dışı bir soyutluk olarak 
							algılamaz; tarihsel, toplumsal ilişkilerden yola 
							çıkarak, kendisini çevreleyen doğa ve toplumla etkin 
							bir iletişime geçer.  
							
							Tam 
							burada, Ocak 1966 tarihli Varlık söyleşisine kulak 
							kabartılmalı: “Hangi türden olursa olsun, sanat 
							eserinin, onu yaratan sanatçının fikri aşamasından 
							gelen bir ‘Propaganda’ aracı olmamasına imkân var 
							mı? Toplumcu bir yazarım demiştim. Toplumcu bir 
							yazar da, düzensizliğini yerdiği bir toplumun düzene 
							girmesini istemekle o toplumu teşkil edenlerden 
							‘Herbirinin’ ekonomik hürlüğünü istiyor demektir. Bu 
							istem, bu isteme karşı olan ‘Çıkarcılar’a, yani 
							mutsuz insanlar mahşeri içinde yalnız kendi 
							mutluluklarını düşünen, ellerine geçirmişlerse bunu 
							kaçırmak, başkalarıyla paylaşmak istemeyenlere 
							karşın olacağından, davranış elbette politiktir ve 
							şüphesiz tiyatro yazarı, eseriyle fikirlerini 
							savunuyordur. Ama bu savunu bir ekonomi, bir 
							sosyoloji, bir ön plâna alınmış, artistik bir savunu 
							olabilir. Yani sanatçının tutumu ‘Eğlendirici’ 
							olmaktan çok, ‘Düşündürücü’ olmalıdır. Ya da bir 
							başka deyimle, gerekiyorsa, ‘Güldürüp ağlatarak 
							düşündürmeli’dir.” 
							
							
							Yukarıda alıntılanan sözlerine karşın, yarattığı 
							tiplerin, içinde bulundukları olumsuz şartları 
							tahkik etmeye değil, göstermeye yönelik “sade” 
							duruşları bir ikilem gibi gözükse de Orhan Kemal, 
							yapmacıksız karakterleri, onları bir metin içinde 
							tiyatrovari örüşü ve sağlam diyaloglarıyla 
							eleştirmenler ve okurlarınca gündemden 
							düşürülmeyecek, sıkça anılacaktır. 
							
							
							
							Şahabettin Kılıç 
							 
							   
							
							
							
							 Orhan Kemal Hakkında
							 
							
							  
							
							
							Ara 
							Güler 
							
							
							
							Adamakıllı bir resmimi çek... Geberip gideceğiz 
							
							
							Varlık Yayınları’nda “Avare Yıllar” adlı bir roman 
							çıktı. Yazarı Adana’da oturuyordu. Adı Raşit Öğütçü 
							idi. Kitabındaki imza ise Orhan Kemal’di. Bu kitap 
							beni yepyeni bir dünyaya soktu. Bundan önce çıkmış 
							bir kitabı daha vardı: “Baba Evi”. Hemen onu da 
							bulup okudum. Kendisiyle tanışmam ise 1952 yılına 
							rastlar. Adana’dan gelmişti. Hüsmettin Bozok, Agop 
							Arad, ressam Fethi Karakaş, şair Zahrad, Orhan Kemal 
							ile arkadaşı Kemal Sülker, Mehmed Kemal, Salih Tozan 
							ve ben hep birlikte Güney Park gazinosuna gittik. 
							Orhan Kemal’le ilk “merhaba” işte böyle başladı. 
							Daha sonra Orhan Kemal İstanbul’a yerleşti. 
							Yeditepe’de ilk romanı 1952’de yayımlandı. Adı 
							“Çamaşırcının Kızı”. 
							
							
							İstanbul’a yerleştikten sonra Orhan Kemal’i herkes, 
							her yerde, her zaman görebilirdi. Çünkü gündüzleri 
							hep Cağaloğlu’ndaki kahvelerde romanları için not 
							alır, geceleri ise çoğu zaman Beyoğlu Balık 
							Pazarı’ndaki Cumhuriyet lokantası, daha önceki zaman 
							Lambo’nun meyhanesi veya cepte daha çok para olunca 
							da Çiçek Pasajı’nda olurdu. Benim evim 
							Galatasaray’da, merkezi bir yerde olduğu için, kimi 
							vakit bana gelip birbirlerini de beklerlerdi. 
							Lambo’ya en çok Orhan Veli, Sait Faik, Orhan Kemal, 
							Bedri Rahmi, Halim Şefik Güzelson, bizim kuşaktansa 
							Metin Eloğlu, Orhan Peker, Edip Cansever, Özdemir 
							Asaf giderdi. Bir de zaman zaman düşenler vardı: 
							Fazıl Hüsnü Dağlarca, Baki Süha Ediboğlu, Mücap 
							Ofluoğlu, Mehmed Kemal, aktör Salih Tozan, 
							aktör-şair Cahit Irgat, Aktedron Fikret gibi... 
							
							
							Fotoğrafça düşününce Orhan Kemal benim için bir film 
							kahramanıydı adeta. Kafasında hep Borsalino şapka, 
							beyaz gömlekli, kravatlı, koyu renk elbiseli. 
							1935-40 modeli sinema artistlerine benzerdi tıpkı. 
							Kışın gene aynı şapka olurdu başında, ancak bir de 
							palto giyerdi. Hep resmi gibi hali vardı. Rejisör 
							olsam, hangi filmde oynatırım diye düşünebilirdim.
							 
							
								
									| 
									 
									   | 
									
									 
									
									Yıllar sonra bir gün resim çekmeye karar 
									verdik. O Cibali’de oturuyordu, bense 
									Beyoğlu’nda. İkisinin ortasında bir yerde, 
									Galata Köprüsü’nün başındaki Ziraat 
									Bankası’nın önünde buluştuk. Yürürken onu 
									hangi fonun önünde çekeceğimi düşünüyordum. 
									İlkin Şişhane ile Karaköy arasındaki ara 
									sokaklarda çalışan, romanlarındaki insanlara 
									benzeyen insanların içine yerleştirmek 
									istedim onu. Sonra Cibali’deki kahveye 
									gittik. Oradaki arkadaşlarıyla resimlerini 
									çektim. Başka bir gün yine buluşup evine 
									gittik. Çalışırken, çocuklarıyla resimlerini 
									çektim. Borsalino şapkalı, beyaz gömlekli, 
									kravatlı başyıldızımı İstanbul fonunda 
									senaryolamak istiyordum. Çekerken boyuna 
									soruyordum ona: “Bu sokaktan çok geçer 
									misin? Kahvenin en çok hangi köşesinde 
									oturursun? Dolmuşa nereden binersin?” İşte 
									bütün bunların sonucu çektiğim bu 
									fotoğraflar oldu.  | 
								 
							 
							
							
							Günün birinde Galatasaray’daki yazıhaneme şeytan 
							dürtmüş olacak ki her zamankinden erken gitmiştim. 
							İçimde garip bir duygu vardı. Saat 10:30’da kapı 
							çalındı. Orhan Kemal karşımdaydı. “Ne haber, ulan?” 
							dedi. İçeri girip benim masaya oturdu. Ben bu tertip 
							arkadaşları genellikle akşamüstü altıdan, yediden 
							sonra görmeye alışıktım. Orhan bir sigara yaktı, 
							“Sofya’ya gidiyorum” dedi, “Gebermeden adamakıllı 
							bir fotoğrafımı çek, elinde bulunsun.” Dediğini 
							yaptım. Ciddi, klasik denecek tarzda, ışıklarla 
							Orhan Kemal’in bir sürü resmini çektim. “Ha şöyle!” 
							dedi. Fotoğrafları çekerken, Adana’dan gelen Raşit 
							Öğütçü’yü, Meserret kahvesinde oturup romanını 
							yazmaya çalışan Orhan Kemal’i, Cağaloğlu’nun ara 
							sokaklarındaki bir kahvede loş bir ışıkta eğilmiş 
							prova düzelten Orhan Kemal’i, Kumkapı meyhanesine 
							inan yokuşta sisli bir fonda bir yanında Recep 
							Bilginer, bir yanında Agop Arad, ortadaki Orhan 
							Kemal’i ayrı ayrı gördüm.  
							
							6-7 
							Eylül olaylarında elimde fotoğraf makinesi, 
							Beyoğlu’nun feci durumunun resimlerini çekerken, 
							yine Orhan çıktı karşıma. Her gördüğüne küfrü basıp 
							duruyordu. Sonra Taksim’den Harbiye’ye doğru hızlı 
							hızlı yürüdüğümüzü anımsıyorum. Derken fotoğraf 
							çekmeye dalıp onu Harbiye’de kaybettim. Bu tür 
							siyasal olaylarda ta babasının zamanından kalma bir 
							öfkesi vardı. Birlikte yürürken bana bir şeyler 
							anlattı ama, şimdi ne olduklarını anımsamıyorum. 
							Babası Halep’e mi kaçmış, ne olmuş, bilemiyorum.
							 
							
							
							Derken acı haberi duyduk. Stüdyoda son 
							fotoğraflarını çektiğimden aşağı yukarı bir hafta 
							sonra. Elimde o günlere ait benim evde çektiğim bir 
							fotoğraf var. 1956’da çekilmiş. Fotoğrafta Orhan 
							Kemal ve Salih Tozan da var. Her ikisi de yok şimdi. 
							Ötekiler ise Buyrukçu, Ofluoğlu, Kocagöz ve Bozok. 
							Düşünüyorum da, Lambo da, Meserret kıraathanesi de 
							yok artık. Cağaloğlu yokuşundaki kahve ise iş hanı 
							oldu. Yeditepe’nin bulunduğu Vahan’ın iş hanındaki 
							çilekeş kahveci Mevlüt da ölmüştür herhalde. 
							Cibali’de Orhan’ın oturduğu önü ağaçlı kahve 
							biçimini çoktan değiştirdi. Cibali Fırın Sokak’ta 
							Orhan’ın oturduğu 30 numaralı evi de sarıya 
							boyamışlar. Bunları yazarken Orhan’ın son cümlesini 
							duyar gibi oluyorum: “Adamakıllı bir resmimi çek, 
							ulan. Geberip gideceğiz...” 
							
							
							  
							
							
							 Eserleri  
							
							
							  
							
							
							ÖYKÜ 
							
							
							1949   Ekmek Kavgası  
							1951   Sarhoşlar  
							1952   Çamaşırcının kızı  
							1954   72.Koğuş  
							1954   Grev  
							1956   Arka Sokak  
							1957   Kardeş Payı  
							1957   Babil Kulesi  
							1963   Dünyada Harp Vardı  
							1963   Mahalle Kavgası  
							1966   İşsiz  
							1968   Önce Ekmek  
							1971   Küçükler ve Büyükler, (ö.s.)  
							  
							
							
							Ayrıca öykülerinden yapılan 
							derlemeler Bilgi Yayınevi’nce dört cilt olarak 
							yayınlandı:  
							1974   Yağmur Yüklü Bulutlar   I. Cilt 
							1974   Kırmızı Küpeler   II. Cilt 
							1975   Oyuncu Kadın   III. Cilt 
							1976   Serseri Milyoner/İki Damla Gözyaşı   IV. Cilt 
							
							  
							
							
							1976   Arslan Tomson, (ö.s.) 
							1979   İnci’nin Maceraları, (ö.s.)  
							
							  
							
							
							ROMAN 
							
							
							1949   Baba Evi  
							1950   Avare Yıllar 
							1952   Murtaza 
							1952   Cemile 
							1954   Bereketli Topraklar Üzerinde  
							1957   Suçlu 
							1958   Devlet Kuşu 
							1958   Vukuat Var 
							1959   Gavurun Kızı  
							1960   Küçücük 
							1960   Dünya Evi 
							1960   El Kızı 
							1961   Hanımın Çiftliği  
							1962   Eskici ve Oğulları  ( Eskici Dükkanı adıyla 
							1970) 
							1962   Gurbet Kuşları  
							1963   Sokakların Çocuğu  
							1963   Kanlı Topraklar  
							1965   Bir Filiz Vardı  
							1966   Müfettişler Müfettişi  
							1966   Yalancı Dünya  
							1966   Evlerden Biri 
							1968   Arkadaş Islıkları 
							1968   Sokaklardan Bir Kız  
							1969   Üç Kağıtçı  
							1969   Kötü Yol 
							1970   Kaçak, (ö.s.)  
							1986   Tersine Dünya, (ö.s.)  
							
							  
							
							  
							
							Emre Işındağ'a
							teşekkürlerimizle
							 
							
							Denizce 
							  
							29.11.2006  
							
							  
							
							  
							
							  
							
							   
							Kaynakça: 
							
							
							http://orhankemal.org/ 
							
							
							                         
							Varan / Yol 
							Boyunca Dergisi - Kasım 2004  |