Ana Sayfa

zaman cumartesi eki - 14.haziran.2008 - Sevinç Özarslan / Işık Öğütçü

 

Orhan Kemal'in oğlu: Babamı çok kıskanıyorum



SEVİNÇ ÖZARSLAN
Orhan Kemal, aramızdan ayrılalı 38 yıl oldu. Ancak son sekiz yıldır kitapları hem yurt içinde hem de yurt dışında basılıyor, ilgi görüyor. Tiyatroda sahneleniyor, dizi projeleri tasarlanıyor. Bunda en küçük oğlu Işık Öğütçü’nün büyük payı var. Öğütçü babasını neden geç fark ettiğini anlattı. Isik Ogutcu
Türk romanının ustalarından Orhan Kemal, 1958 yılında yapılan bir ankete katılmış. Sormuşlar kendisine: “İstikbaliniz hakkında ne bilmek istersiniz?” diye. Şu cevabı vermiş: “Hiç olmazsa bir kitabımın geleceğe kalmasını isterim.” Sabahın dördünde kalkıp, daktilosunun başında hiç durmadan çalışan, yayınevine roman, evine de para getirmek için yazı yazan bir adamın bundan daha başka ne isteği olabilirdi ki! 56 yıllık yaşamından geriye 42 eser bırakmıştı. Aradan tam 50 yıl geçti. Bugün Orhan Kemal’in bütün eserleri piyasada... Herkes merak ediyor, alıyor ve okuyor. Sadece ülkemizde değil; Yunanistan, Suriye, İngiltere, İtalya, Makedonya ve Mısır’da da okurlarla buluşuyor... Şehir ve devlet tiyatroları, oyunlarını sahneliyor, yakında “Hanımın Çiftliği” ve “Gurbet Kuşları” adlı eserleri televizyonda dizi olarak karşımıza çıkacak. Elbette bu ilgide bir tuhaflık yok. ‘Olması gereken bu’ diye düşünebilirsiniz. Ancak 1970 yılında vefat eden yani 38 yıl önce aramızdan ayrılan Orhan Kemal’in bu keşfedilişi 2000’de başladı. 8 yıl öncesine kadar, ne adından bu kadar çok bahsediliyor, ne de kitapları böylesine ilgi görüyordu. 1980’den 2000’e kadar geçen 20 yıllık süreçte Orhan Kemal neredeyse unutulmuş bir yazardı. Oğlu Işık Öğütçü’nün deyimiyle “görmezden geliniyordu.” Bu ilgisizlik Öğütçü’yü harekete geçirdi. 2000’de Cihangir’de açılan Orhan Kemal Müzesi ile hem yazarın hem de babasını geç fark eden oğlunun kaderi değişti. Kimya mühendisi olan Öğütçü, babası öldüğünde henüz 13 yaşındaydı. 15’ine geldiğinde bütün eserlerini okumuştu ama yine de onun edebi kimliğinden haberdar değildi. 8 yılda hem kendisi babasını tanıdı hem okurlara tanıttı. Kemal’in bilinmeyen yönlerini ortaya çıkardı; şiirlerini, yarım kalan eserlerini yayınladı. Mektuplarının peşinden koştu. Kitaplarını yurtdışında yayınlatmak için çabaladı. En son Avare Yıllar kitabı Orhan Pamuk’un önsözüyle İngiltere’de Peter Owen yayınevi tarafından yayınlandı. Herkesin imrenerek seyrettiği hayırlı evlat tablosu çizen Öğütçü, 50 yıl sonra babasının hayallerini gerçekleştirdi. İngiltere’den henüz dönen Öğütçü’nün babasına söylemek istediği çok şey var. Her yıl ölüm yıldönümü olan 2 Haziran’da ona mektup yazıyor, duygularını dile getiriyor, heyecanlarını paylaşıyor. Bize ise Babalar Günü vesilesiyle babasını neden geç keşfettiğini anlattı.

Kız çocukları babaya, erkekler anneye düşkün olur derler. Ya siz?

En çok evde annemi gördüğümüz için anneye düşkündük. Onunla daha fazla diyaloğumuz vardı. Annem ailenin yapıştırıcısıydı adeta. Her ikisine de saygım sonsuzdu. Annem iki yıl önce vefat edene kadar hep beraberdik. Bu yaşıma rağmen gider, kucağına otururdum. 13 yaşımdan sonra, hem analık hem babalık yaptı bana.

Babanızla nasıl bir ilişkiniz vardı?

Ben evin en küçüğüydüm. En küçük demek, evin en torpillisi demektir. Ekonomik sıkıntılar Demokles’in kılıcı gibi sürekli ensemizdeydi. O kadar sıkıntının içinde ben tabii neşe kaynağıyım. Küçük çocuklar bilirsiniz düzgün konuşamaz. Bana sorarlardı; ‘oğlum baban ne iş yapıyor?’ diye. Daktilo sesi daima kulağımda olduğu için; “dıgıdık dıgıdık” derdim. Ben bunu söyleyince ailedeki herkes gülerdi.

Sert bir baba mıydı?

Ben sertliğini hiç görmedim. Bir gün ablam anlattı. 1950’li yıllar. Babamla ablam kol kola girmiş İstiklal Caddesi’nde yürüyorlar. Karşıdan Sait Faik çıkagelmiş. Göz kırpmış babama, ‘kimdir bu?’ diye. “Kızım” demiş ve ayaküstü sohbet etmişler. Düşünün baba-kız ilişkisinin ne mertebede olduğunu. Babam herkesle arkadaştı.

1959-Unkapanı, Orhan Kemal, Işık Öğütçü (2 yaşında)
‘Çocuk psikolojisini iyi bilirdi’
Şanslı bir evlat olduğunuzu düşünür müsünüz?

Şöyle anlatayım, gerisine siz karar verin. Unkapanı’nda 12 yıl yaşadığımız bir ev var. Babam üst kattaki odasına kapanır, romanlarını yazardı. Ben de kapısının önüne gider, oynardım. Soluk almak için çalışmasını bıraktığında beni yanına çağırır; “Işık gel bak, kuş sana ne getirdi.” derdi. Çalışma odasındaki yatağının üzerinde duran siyah battaniyenin üstüne bir tane gofret koyardı. O gofreti zevkle yerdim. Çünkü o zamanlarda gofret sadece bayramlarda alınırdı ya da babam sürpriz yaptığında...

Kendisini ne zaman keşfetmeye başladınız?

Babam vefat ettiğinde 13 yaşındaydım. 15’ime kadar bütün kitaplarını okumuştum ama o yaşlardaki bilinç düzeyi ile şimdiki bilinç düzeyi elbette aynı değil. 2000’de müzeyi açtığımızda hayatım, kaderim, her şeyim değişti. Hakikaten edebiyatçı babamı tanıdım. Başka bir boyuta atladım. Bu kadar hayranı olan, edebiyat dünyasında iz bırakan bir insanın niçin, neden iz bıraktığını benim de mutlaka öğrenmem lazımdı. Araştırdıkça önüme müthiş bir dünya çıkmaya başladı.

Değerini mi fark ettiniz?

Kaybettikten sonra onu incelemeye başlayınca değerini, büyüklüğünü anlıyorsunuz. 5 Mayıs 1970’te, sabah 5’te Bulgaristan’a gitmek üzere havaalanına gittiler. 2 Haziran’da ölüm haberi geldi. Vedalaşamadım, öpemedim. Tabii anlayamıyorsunuz, şok oluyorsunuz. Babanız gitti, gelecek işte... Hatta hâlâ bana bir sürpriz yapacak da Bulgaristan’dan çıkıp gelecek diye beklenti içindeyim. Değil tabii. Ama o bambaşka bir duygu.

Net olarak hatırladığınız diyaloglarınız var mı?


1970’in son aylarıydı. Divanda babam, ağabeyim oturuyor. Ağabeyim çok kitap okurdu. Benim de tembel, dalgacı bir yanım olduğunu biliyor, ‘Oğlum kitap oku’ diye bana nasihatte bulunuyor. Ben de okumamak için işi yokuşa sürüyorum. Babam bizi dinliyor. “Oğlum sana bir kitap söyleyeceğim onu oku.” dedi. Önerdiği kitap “İki Çocuğun Devrialemi.” Babam çocuk ruhunu çok iyi anlayan bir insandı. Benim işi yokuşa sürmemi gördüğü için macera kitabı öneriyordu. Çocukluk yıllarındaki o heyecanı, serüven duygusunu o kitapta bulacağımı biliyordu. Böylelikle beni kitaba alıştıracaktı.

Babanız evin geçimini sağlamak için sürekli yazmak zorundaydı. Sizinle fazla ilgilenmediği için ona küser miydiniz?

Babam bütün çalışmasını evde yapardı. Cumartesi-pazar kesinlikle evde olurdu. Pazar günleri herkesin evde olmasını çok isterdi. Sabaha karşı 4-5’te kalkıp 10’a kadar yazısını yazardı. Sonrasında zamanı bize kalırdı. Hafta sonlarımız çok şenlikli geçerdi. Hep birlikte kahvaltımızı yapardık. Biraz cebinde parası varsa, “Nuriye bize bir çiğköfte yap.” derdi anneme.

Hiç dayak yediniz mi?

Annemden çok dayak yedim, babamdan bir fiske dahi yemedim. Kızmazdı bize. Beni kıramazdı. Sabahları Cağaloğlu’na giderdi. Ben gitmesini istemezdim. ‘Baba ne olur top oynayalım’ derdim. Annemi kaleye geçirirdik. Kağıttan top yapardık. Kağıtları yuvarlak hale getirir, iple bağlardık. Babam acayip çalımlar atar, ben yerlerde yuvarlanırdım. O çok güzel goller atardı. Bizim parasızlık dünyamızda bunlar mutluluk pırıltıları, neşe ışıklarıydı.

Onu kıskanır mıydınız?

Şu anda kıskanıyorum. Çok güzel yazıyor da ondan. Bana bazen, neden sen de yazmıyorsun diye soruyorlar. Babam Nazım Hikmet için bir gün şöyle demiş: “Önümde dağ gibi Nazım Hikmet vardı, şair olamazdım.” Şimdi benim de önümde dağ gibi Orhan Kemal var. Ben nasıl yazayım. Okuduğum her satır o kadar muhteşem sihirli geliyor ki, hayran oluyorum. Üstadı kıskanmamak elde değil ki...
Sayı: 133
Bölüm: Röportaj


 

info@orhankemal.org