| 
							 Orhan Kemal, 15 Eylül 1914'te 
							Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Asıl adı Mehmet 
							Raşit Öğütçü’dür. Babası Abdülkadir Kemali Bey, 
							birinci mecliste milletvekilliği, 3 Mayıs 1920'de 
							Vekiller Heyeti'nde Adliye Bakanlığı yapmış ve 26 
							Eylül 1930'da Adana'da Ahali Cumhuriyet Fırkası'nı 
							kurmuştu. Muhalif görüşleri nedeniyle partisinin 
							kapatılması üzerine 1931'de ailecek Suriye'ye 
							kaçınca, hem Orhan Kemal’in eğitimi yarım kaldı, hem 
							de ailece yoksulluğa düştüler. Suriye ve Lübnan’da 
							bir yıl kadar yaşayan Orhan Kemal, ailesinden 
							ayrıldı ve Türkiye’ye döndü. Ancak Adana’daki hayat 
							da kolay olmadı: çırçır fabrikalarında işçilik, 
							dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu yaptı. 
							1938’de askere gidişiyle birlikte mapusluklukla 
							tanıştı. "Yabancı rejimler lehine propaganda ve 
							isyana muharrik" suçundan yargılanarak, 27 Ocak 
							1939'da beş yıla hüküm giydi. Kayseri, Adana ve 
							Bursa cezaevlerinde yattı. 1940 yılı kışında Bursa 
							Cezaevi'nde Nazım Hikmet'le tanışmasıyla mahpusluk 
							yazarlığa dönüştü Orhan Kemal için. Şiir ve hikaye 
							yazmaya onun teşvikiyle başladı. Ne var ki bu 
							yıllarda henüz yazarlıkla geçimini temin edecek 
							durumda değildi. Hamallık da dahil olmak üzere pek 
							çok yıpratıcı işte çalıştı. Üstelik mimlenmişti bir 
							kez. 1950’de ailesini de yanına alarak İstanbul’a 
							göç etti ve bundan böyle geçimini yalnızca kalemiyle 
							sağladı. 7 Mart 1966'da bir ihbar üzerine "Hücre 
							çalışması ve komünizm propagandası' yaptığı 
							gerekçesiyle yeniden cezaevine düştü Orhan Kemal’in 
							yolu. 13 Nisan 1966'de serbest bırakıldı. Artık 
							yıpranmıştı Türk edebiyatının büyük ustası. Bulgar 
							Yazarlar Birliği'nin çağrılısı olarak gittiği 
							Sofya'da, tedavi edilmekte olduğu hastanede 2 
							Haziran 1970'te öldü.  
							 
							Orhan Kemal’in dünyası 
							1960’lı yıllara kadar Türk romanında 
							zenginlik-yoksulluk karşıtlığı, en çok “köy romanı” 
							olarak adlandırılan akım içerisinde işlenmiş ve söz 
							konusu karşıtlık, bir önceki dönemin kötülük-iyilik 
							çiftinin yerine geçen ezen-ezilen ilişkisinin 
							simgesine dönüşmüştür. Yoksul halk ve onun yanındaki 
							aydının bir tarafta, zengin kesim ve siyasal 
							iktidarın öte tarafta olduğu bir mücadelenin dile 
							getirildiği özel bir alandır toplumcu romanlar. Olup 
							bitenlere, hastalıktan kırılan, bir lokma ekmek için 
							dilenen, iş bulamayan yoksul insanlara, onların 
							yaşadıkları bakımsız ve pis mahallelere, derme çatma 
							evlere ve kentlerin gelişip bölünmesine gerçekçi ve 
							eleştirel yaklaşmalarına rağmen, ilk dönem solcu 
							yazarların kaleminden çıkma metinlerin pek azında 
							-bugüne kalan- edebi bir güzellik bulabiliyoruz.  
							 
							Elbette meseleyi doğru koyan yazarlar da yok 
							değildir. Türk hikayeciliğinin farklı kollarda akan 
							iki büyük ismi Sait Faik ve Sabahattin Ali, zayıf, 
							güçsüz, sinik ve yoksul insanların dünyasına 
							sızmayı, o dünyanın işsiz, hasta, aç, küskün 
							hayatlarını en canlı görüntülerle ve basit bir dille 
							yansıtmayı başarmışlardı. Ancak Türk romanında 
							toplumsal gerçeklikler ve yoksul insan hayatlarından 
							söz ediyorsak eğer, Orhan Kemal’e ayrı bir sayfa 
							açmak gerekir. Çünkü Orhan Kemal, gerek ilk 
							romanlarında sözünü ettiği çocukluk ve gençlik 
							anılarını, gerek Çukurova’yı anlattığı ikinci dönem 
							romanlarını ve gerekse de İstanbul’un kenar 
							mahallelerinde geçen son romanlarını hep aynı 
							kesimden insanlara, hep maddi hayatın ezdiği dar 
							gelirli ve yoksul insanların ayakta kalma 
							savaşlarına, umutlarına, sessiz bir öfkeyle 
							katlandıkları kaderlerine ayırmıştır. Edebi açından 
							başarılı bulunamayacak romanlarında bile alt 
							sınıfların temsili eksiksizdir.  
							İlk romanları “Baba Evi”(1949) ve “Avare 
							Yıllar”(1950)da, başıboş gezen lümpen kesimden 
							gençlerin sürdürdüğü hayatı yoksulluk, açlık, 
							çekilen sıkıntılara duyulan bir öfke ile birlikte 
							yansıtır Orhan Kemal, ama onun maddi paylaşımın 
							sınıfsallığına ilişkin romanları “Bereketli 
							Topraklar Üzerinde”(1954) ile başlar. Yoksulluk, 
							emeğin üzerindeki sömürünün zorunlu bir sonucudur 
							artık. “Memleketimizin insanlarının kalkınmasını, 
							refahını, yükselmesini istedim. Bu işin de köyden 
							başlaması kanısına vardım” düşüncesiyle yazmıştı 
							“Bereketli Topraklar Üzerinde”yi o. Yoksul 
							köylerinden kalkıp çalışmak için Çukurova’ya inen üç 
							garip köylünün hikayesini anlatan bu romanında, 
							girdikleri her işte acımasızca sömürülen, kente 
							geldiklerinde horlanan, alay edilen, kendileri gibi 
							sefalet içerisinde yaşayan insanlara sığınan, ama 
							biri dışında ayakta kalmayı beceremeyen köylülerin 
							bir daha köye dönmek şansı da yoktur. Hem toplumsal 
							hem de ekonomik hayatın çok iyi gözlemlendiği roman, 
							tarımsal alandaki değişmeleri -özellikle 
							makineleşmeyi- eksiksiz kaydeder. Yaşama kavgasından 
							-uyanıklığıyla- sağ çıkan İflahsız Yusuf, yazarın 
							“Gurbet Kuşları”(1962) romanında yeniden karşımıza 
							çıkmak üzere kente doğru giderken biter roman.  
							Orhan Kemal, Vukuat Var(1958), Hanımın 
							Çiftliği(1961), Eskicinin Oğulları(1962) ve Kanlı 
							Topraklar(1963) romanlarında da aynı temayı işlemeyi 
							sürdürür. Adana çevresindeki toprak ve fabrika 
							işçilerinin hayatları Çukurova'daki ekonomik ve 
							toplumsal değişimler ve tarım ve sanayideki 
							gelişmelerle paralellik içerisinde ama romanının 
							merkezine daima insani dramlar konularak en iyi onun 
							romanlarında yer almıştır. Hem bu romanlarında, hem 
							de üçüncü dönemi sayılan kent romanlarında kentten 
							köye, köyden kente göçleri, ırgatlıktan işçiliğe 
							geçişi, gecekondulaşmayı, köylünün şehirde tutunma 
							çabalarını, yozlaşmasını, sömürü çarklarının 
							işleyişini anlatır Orhan Kemal.  
							Orhan Kemal, 1949’da yayınlanan hikayelerinde, 
							“civar mahalleler –bunlar işçi mahalleleriydi- 
							geceye gömülmüş evler kalabalığı halinde alt alta ve 
							üsteydiler” tarzında bir ifadeyle, işçi 
							mahallelerinin kentten ayrı duruşunu, o hüzünlü 
							manzarasını hemen hissettirir. “Vukuat Var”(1958) 
							romanında, o yılların varoşları sayılabilecek 
							mahallelerde yaşayanları, “Balkanlardan çeşitli 
							tarihlerde gelip kat kat yığılmış göçmenler, 
							Alasonyalılar, Yanyalılar, Giritliler, Boşnaklar, 
							Mehmet Ali Paşa ordusu kalıntıları Arap uşaklar, 
							Doğu Anadolulular” olarak saydığı için “vatandaşlar 
							arasında soy ve mezhep ayrılıklarını tahrik ettiği” 
							yolunda suçlamalarla karşılaşan Orhan Kemal, köyden 
							kente göçü, ırgatlıktan işçiliğe geçişi eksiksiz 
							yansıtmıştır. Kendi yaşamında yaşadığı talihsizlik, 
							bir anda içine düştükleri yoksullukla dağılan 
							ailesinin hayali, yazarın her romanında belli eder 
							kendisini. Bu nedenle, yoksullaşmanın bir göstergesi 
							olarak mahallenin ve evin de özel bir yeri vardır 
							yazdıklarında. “Eskicinin Oğulları”(1962) romanında, 
							annenin özlemini çektiği –hayali- “gümgüm gümüleyen 
							konak”, ailenin yaşadığı izbelik ile iç burkultucu 
							bir karşıtlıktadır.  
							Kentsel toplumsal düşünsel değişimler 
							1950'li yıllar, Türkiye tarihinde Demokrat Parti 
							iktidarı ve köyden kente göç olgusu ile birlikte 
							anılır. Batıda büyük acılarla yaşanan sanayileşme 
							anı gelmiş, konut ve iş yokluğu Türkiye gündeminin 
							merkezine oturmuştu. Önceleri kente yığılan 
							insanların başlarını sokacak bir yer ihtiyacıyla 
							ürettikleri derme çatma evlere göz yumuldu. Güzel de 
							bir ad takıldı onlara; "gecekondu". Gecekonduların 
							ortaya çıkışı ile roman ve öykü içinde yerini alması 
							eş zamanlıdır. Mekansal farklılıklarla temsil edilen 
							ilk dönemin Doğu-Batı karşıtlığının, yerini, yine 
							mekanda somutlaşan ezen-ezilen, ya da işçi-burjuva 
							çiftine terk ettiği bu yıllarda, hem köyü hem de 
							kentteki yeni mekanları en iyi dile getiren yazar 
							yine Orhan Kemal’dir.  
							 
							Sosyalist sözcüğünü kullanmanın sakıncalı olduğu 
							yıllarda kendilerine toplumcu gerçekçiliği 
							yakıştıran kuşağın en etkili isimlerindendi Orhan 
							Kemal. 1950’li yılların Türkiyesinde yoksulluk ve 
							zenginliğin ifade ettiği anlam ve karşıtlıkları kimi 
							zaman mekanda, kimi zaman tarlalarda, bazen 
							fabrikalarda, hapishanelerde, Yeşilçam kapılarında 
							ve yüksek tahsil etrafında, bireysel dramların 
							ardındaki ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri 
							ihmal etmeden ve fukaralık edebiyatına kaçmadan 
							kolaylıkla özetleyiverir Orhan Kemal. Maddi 
							sorunlardan söz edilmesi doğrudan açlıktan, 
							sefaletten dem vurulması demek değildir, sosyal 
							dengesizlik ve onun yarattığı acılar, karakterlerin 
							bireysel kaderleri ve tutkularında çıkar ortaya. 
							Kurtulmayı düşledikleri bu hayatın sıkıntıları 
							içinde bile bütün insani özellikleriyle yaşar onun 
							romanlarındaki kahramanlar ve o dönem romanlarındaki 
							sterotiplerle hiç benzemezler.  
							1950’li yılların sonlarından başlayarak, İstanbul’un 
							kenar mahallelerindeki işçilerin, aşağı tabaka 
							insanlarının yaşama savaşını yansıttığı romanları 
							arasında en önemlileri “Devlet Kuşu”(1958) ve 
							“Gurbet Kuşları”dır(1962). İlkinde, fakir 
							mahallelerdeki değişimi, apartman sahibi olmanın 
							temsil ettiği anlamı, lümpen proleterin oluşumunu 
							anlatan Orhan Kemal, “Gurbet Kuşları”nda, kente 
							göçü, gecekondulaşmayı, köylünün şehirde tutunma 
							çabalarını, zenginlerin karşısındaki ezikliğini, 
							giderek yozlaşmasını ve sömürü çarklarının 
							işleyişini anlatır.  
							1966 tarihli “Evlerden Biri” ise, edebi açıdan çok 
							başarılı olmamakla birlikte, yoksul hukuk öğrencisi 
							Erdal ve ailesi üzerinden, üniversite diplomasının 
							ifade ettiği anlamları eksiksiz yansıtır. Bundan 
							böyle paraya tahvil edilecek bir unvandır eğitimin 
							karşılığı; etle tırnakla söküp kazanılacak bir 
							kurtuluştur! Yalnız Erdal’ın değil, ailesinin, 
							kardeşlerinin de umududur uğruna fedakarlık 
							ettikleri hukuk diploması. Hepsi de -diğerlerini 
							dışarıda bırakan- hayallere dalarlar. Hatta mahalle 
							halkından bile, bir akrabalık tesisiyle yoksulluktan 
							kurtulmayı umanlar vardır. Ama devir değişmiş, 
							gemisini kurtaran kaptan olmuştur; Erdal, bu çaresiz 
							insanları terk edip gider zengin insanların 
							dünyasına. Romanını, daha önce sözünü ettiğim 
							hayranlık ve kıskançlık ikilemi üzerine kuran Orhan 
							Kemal, geleceğin -bugünün- köşe dönmeci, sınıf 
							atlamacı zihniyetinin ipuçlarını yakalayabilmiştir.
							 
							A. Ömer Türkeş 
   |