| 
							  
							 
							Anlattığı bütün sıradan hikayeler gibi, Pazartesi 
							öyküsü de Orhan Kemal’in bizi şahit tuttuğu sıradan 
							bir yaşamı canlandırır gözümüzde. Okumaya başlarken, 
							Orhan Kemal bunun neresinden öykü çıkaracak diye 
							zihnimize bir bunaltı çöker. Her gün gördüğümüz, yüz 
							yüze geldiğimiz hadiselerin bir benzerini niye öykü 
							olarak okuyalım, diye düşünürüz. Oysa çok aşina 
							olduğumuz bu sıradanlıklar, yaşamın özünü ve 
							açıklayıcılığını içinde taşıyor oluşuyla, olayı 
							kanıksadığımız anda görünmez olur. Orhan Kemal 
							öyküleri, “kör gözüm parmağına” tavındadır. Ne 
							diyebiliriz ki, "bizi bize anlatma"da üstüne yok. 
							Her anlattığından; kendimizi görerek ve anlayarak 
							'bir dünya' çıkarabiliriz. 
							 
							Pazartesi öyküsünde, çalışma yaşamından çoğu insana 
							tanıdık bir kesit, karşımıza çıkar. Öykü, bir 
							patronla ve işçinin dalaşından (daha doğrusu, 
							patronun işçiye dalaşması) şekillenir. "Hiçbir sebep 
							yokken öyküdeki adamcağızın rahatsız edilmesi 
							nedendir" demeden, meseleyi daha iyi anlamak için 
							öyküden sonuçlar çıkarmaya çalışalım; 
							 
							Birincisi, tarih boyunca burjuva sınıfı kadar 'mal' 
							ve 'para'yla beraber anılmayı hak eden bir sınıf 
							çıkmamıştır. Karşılığında para verdiği her şeyi, 
							kendi malıymış gibi görür. Verdiği emeği 
							karşılığında para alan işçiyi, insan olarak "satın 
							aldığını" zanneder. Kendine ait zannettiği bu insana 
							(ona göre mala) diğer mallarına davrandığı gibi 
							davranabilir. Öyle ki; sinirlenip masaya vurduğu 
							gibi, bir işçiye bağırabilir de. 
							 
							İkincisi, bir patrona göre paranın "doğal sahibi" 
							kendisidir. Bütün parayı tek başına kazandığını 
							düşünür. Mesela; İşçinin bir aylık maaşını bir 
							gecede harcayabilirken, işçiye verdiği maaş gözünde 
							büyür. Öyküde anlatılan olay da bu minvaldedir. 
							Patron, çalıştırdığı herkesi fazlalık olarak görür. 
							Ona göre; her işçi, kendisine ait olan paradan pay 
							koparan bir varlıktır. Eğer ücret artışı talebi 
							varsa, zaten fazla olan ücretin (kendisine göre) 
							niye artması gerektiğini anlayamaz ki bunu anlayacak 
							his ve zekaya da sahip değildir aslında. Küfür, bu 
							talepten daha makbuldür. Ücretini ödediği saatlerin 
							boşa geçmesine tahammül edemez. Çalışıyor gibi 
							görünmeyi bile, çalışmamaya yeğler. Bundan 
							hareketle, en anlamsız öğün, öğle yemeğidir mesela.
							 
							 
							Üçüncüsü, işçinin yaptığı hiçbir şeye "minnet" 
							duymaz. Yaptığı her yararlılık, işçinin zaten 
							görevidir. Onun gözünde, minnet duyması gereken yine 
							işçilerdir . İşçiye verdiği parayla işçinin emeği 
							arasındaki bağı hissedemez. “Ekmek vermek” gibi 
							anlamsız bir tabirin kaynağı, bu düşünce olsa 
							gerek... 
							 
							Dördüncüsü, patronun bakış açısından işçiler, "ayrı 
							bir sınıftır”. İşçilerin, arkasından hep bir şeyler 
							çevirdiğini ya da onun hakkında ileri geri 
							konuştuklarını düşünüp vesveseye kapılır ve bu 
							vesveseyi hiç bırakmaz. Onları "bir sınıf" olarak 
							görmesine rağmen, her çalışana diğerinden farkını 
							hep hatırlatır. Fark yoksa bile "öyleymiş gibi" 
							hissettirir. Kendi iradesi dışındaki ortak 
							davranışların olmaması için, her şeyi yapar. Sürekli 
							olarak “hepimiz aynı gemideyiz” gibi mantıksız 
							cümleler sarf eder ancak "aynı gemi"nin olumlu 
							sonuçlarından tek başına yararlanır. 
							 
							Beşincisi, en katı hiyerarşi, sermaye 
							hiyerarşisidir. Parasal güç hiyerarşisinin 
							değişmesi, çok zordur. Buna rağmen en temel 
							felsefesi; “en zenginin en yetenekli” olduğudur . 
							Mesela; Para sahibi olmayı -hiç de alakası yokken- 
							kendi yeteneğine bağlar. Kendisine fayda 
							sağlamayacaksa, çalışanların yeteneklerini kıskanır 
							ve istemez. Bu tür yetenekler karşısında; paralı 
							olduğu ve paranın her şeyden üstün olduğu fikrini 
							kendine hatırlatarak, rahatlamaya çalışır. 
							 
							Bütün bu söylediklerimiz, bir öykünün içinden 
							çıktığı gibi, "sıradan" bir yaşamdan ve gözlemden de 
							çıkarılabilir. Demek ki sıradanlığın içinden dünya 
							anlaşılabilir ve oradan bir dünya kurulabilir. 
							Mesele, sıradanlığa nereden baktığımız ve ne 
							seçtiğimizle ilgilidir... 
							 
							Resul ÖZDEMİRCİ 
							 
							 
 
  |