| 
               
			
				
					
					
						
							
							
								
									
										
										
										
											
												
													| 
													
													
													Orhan Kemal bakışı 
													   
													
														
															
															
															 
															 | 
														 
														
															
															
															60'tan sonra yetişen 
															gençlik Orhan 
															Kemal'in 
															yapıtlarıyla tanıdı 
															toplumu.  
  | 
														 
													 
													O da 
													bir işçiydi, yazı başı 
													çalışan bir yazı işçisi. 
													Telifini alabilmek için 
													Babıâli yokuşunu çıkıp eli 
													boş dönmekten yılmamış, 
													baskıya boyun eğmemiş bir 
													yazar olarak yaşayıp ölmeyi 
													başarmış bir yazı emekçisi
													  
													  
													MAHMUT 
													TEMİZYÜREK  
													Yolu 1940 yılı kışında 
													'düzene isyan'dan girdiği 
													Bursa Cezaevi'ne, Nâzım 
													Hikmet'in kaldığı 52'inci 
													koğuşa düşmeseydi, 'Orhan 
													Kemal' diye bir yazar olacak 
													mıydı, bunu asla bilemeyiz. 
													Daha önce Sabahattin Ali ve 
													Kemal Tahir gibi iki büyük 
													yazarın yetiştiği 'Nâzım 
													Hikmet Hapishane Okulu'nun 
													son parlak öğrencisi oldu o 
													koğuşta Orhan Kemal. Nâzım, 
													aynı koğuştan, Orhan Kemal 
													için Kemal Tahir'e şunları 
													yazıyordu: 'Raşit Kemali'nin 
													sana gönderdiği hikâyeyi 
													nasıl bulacaksın bilmem. 
													(...) Eğer şartlar vefa 
													ederse senin peşinden onu 
													salacağım dünya üzerine. 
													(...) Ona olan güvencim 
													günden güne artıyor. (...) 
													İradesini, sinirlerini 
													kullanabilirse mesele yok. 
													Yolu, doludizgin açık.'  
													Nâzım'la buluştuğunda zor 
													bir yaşamda sinirleri epey 
													yıpranmış olan bu yirmi altı 
													yaşındaki delikanlının, 
													babası müzmin muhalif 
													Abdülkadir Kemali Bey'di. 
													Tek Parti rejiminden kaçıp 
													giden babasının sürgün 
													yaşamı peşinde Kudüs'ü, 
													Beyrut'u, Halep'i dolaşıp 
													gelmişti Adana'ya. Bu kent, 
													ve Çukurova, eşsiz bereketli 
													topraklar, onun 
													yapıtlarında, çırçır 
													fabrikalarında ya da büyük 
													tarım çiftliklerinde ağır 
													sömürü çarkıyla 
													acımasızlığın hüküm sürdüğü 
													bir yeryüzü parçası olarak 
													canlanacaktı. Sonra geldiği 
													İstanbul'da da yine işçi 
													kahramanlarıyla, kent 
													yoksullarıyla iç içe 
													yaşamasıyla işçilerin, kent 
													yoksullarının yazarı olma 
													kararlılığını sürdürdü Orhan 
													Kemal. O da bir işçiydi, 
													yazı başı, parça başı 
													çalışan bir yazı işçisi. 
													Telifini alabilmek için 
													Babıâli yokuşunu umutla 
													çıkıp eli boş dönmekten 
													yılmamış, Yeşilçam için 
													senaryo istediklerinde de 
													yine edebiyatının benzeri 
													senaryolarla isteği 
													yanıtlamış, takibe, 
													soruşturmalara, açlığa, 
													baskıya boyun eğmemiş bir 
													yazar olarak yaşayıp ölmeyi 
													başarmış bir yazı emekçisi. 
													Yapıtlarının sayısal 
													çokluğunu yazarak geçinme 
													ısrarında bulanlar var, 
													doğrudur da. Ama bir yanı da 
													şuydu bu çokluğun; 
													kahramanlarının yaşamının 
													bire bir içinde, keskin bir 
													gözlemci olması ona bitmez 
													bir yazı heyecanı 
													vermekteydi.  
													Gerçeğin yazılması onun için 
													başlıbaşına devrimci bir 
													işlemdi çünkü. Onun 
													edebiyatını var eden de bu 
													anlayıştı. Nâzım'ın 
													deyişiyle, 'realiteye karşı 
													hassaslık'tı Orhan Kemal 
													edebiyatının can damarı. 
													Gerçeğin devrimci olduğu 
													inancı güdülüyordu Nâzım'ın 
													koğuş okulunun bilincini. 
													Nâzım Orhan Kemal'deki bu 
													hassasiyeti bir cevher gibi 
													önemsemiş, onun bu doğal 
													yeteneğini açığa çıkaracak 
													nitelikte bir yazının sert 
													disiplini içinde yol 
													göstermişti. Görünmeyeni 
													görünür kılmaktı gerçekçi 
													edebiyat ama görünmeyenin 
													gösterilmesi bilincin, 
													teorinin tanımladığı, yapıta 
													iğreti biçimde eklenmiş 
													didaktik cümleler değildi. 
													Önceden belirli bir kalıpla 
													ortaya çıkan yazıda da 
													değildi; yazarın kendine 
													özgü biçemiyle yarattığı, 
													hiçbir şeyle ikame 
													edilemeyecek olan o tekil, o 
													biricik yapıtın bütününde 
													belirirdi bu gerçek. Yazarın 
													biçeminde; kahramanların 
													sözlerinde, şivelerinde, 
													esprilerinde, 
													kurnazlıklarında, 
													saflıklarında, çocuksu 
													hallerinde, ilkelse 
													ilkelliğinde, bencilse bunu 
													nasıl yaşadığında, cahilse 
													cahilliğinde, gammazsa bu 
													huyunda, kahramansa 
													eyleminde, gösterişçiyse bu 
													özelliğinde, ona takılan 
													lakapta, gösterdiğinde değil 
													sakladığında, tek ayak 
													üstünde uydurduğu kırk 
													yalanında, sözünde değil 
													davranışında gizliydi 
													'gerçek'.  
 Birey gerçeği ve 
													toplumsal gerçek
													 
													İnsanlar arasında ilişkinin 
													kuruluş nedeni ve biçiminde 
													gizliydi. Sonuçta tipiyle, 
													diyaloğuyla, yaşamdaki yeri, 
													üretimdeki konumu, 
													ilişkilerdeki kültürel 
													rengiyle, dilde yeğlenmiş 
													sözcüklerdeydi gerçek. 
													Kuramlarla değil metinlerle 
													kurulmuştu bu gerçekçilik 
													bilinci; Stendhal'ın, 
													Dickens'ın yapıtlarıyla, 
													Gogol'ün, Şolohov'un, 
													Istırati'nin, Gorki'nin 
													Steinbeck'in vb. 
													yapıtlarıyla. Her ülkenin 
													yazarı kendi ülke 
													gerçekliğinin içinde ve 
													kendine özgü bir biçemle 
													yaratmıştı bu gerçeklik 
													anlayışını. Orhan Kemal'in 
													öncülüğü buradaydı; 
													Türkiye'de, Türkçede 
													canlandırdı bunu. Fethi 
													Naci'nin deyimiyle 'Bir 
													Orhan Kemal bakışı' 
													yaratmayı başarmıştı. Bu 
													anlayışla yazılan edebiyatı 
													okuyanlar için: 'Ben bu 
													öykünün yaşandığı ülkenin, 
													yaşanan tarihinin 
													insanlardan biriyim' 
													duygusunu hissettirmekteydi. 
													Orhan Kemal'e göre 'yazarın 
													görevi' de buydu zaten.  
													Orhan Kemal'i okuyanların, 
													anlatılanları yaşamış gibi 
													hissetmemesi, kahramanlarını 
													yakından tanıdığı biri gibi 
													algılamaması olanaksızdır. 
													Güçlü bir sahiciliği, 
													dolaysız bir inandırıcılığı 
													barındırmaktaydı yapıtları. 
													Nâzım, 'Ne kadar çok hayata 
													girersen, ne kadar çok 
													çeşitli insan tanır ve 
													onların içlerine faal olarak 
													karışırsan, bu yirminci 
													asırda o kadar iyi ve 
													kuvvetli romancı olmak 
													imkânı vardır' diye 
													öğütlemişti. Öğrencisi, 
													emekçilerin insan denizinde 
													yaşayıp yazmayı ısrarlı bir 
													yaşam yoluna dönüştürdü. 
													Birey gerçeği ile toplumsal 
													gerçeği nasıl iç içe 
													görüyor, bireyliğin oluşumu 
													ile dış gerçekliği birbirine 
													ezdirmeden yaşıyorsa, 
													kahramanlarını da öyle 
													görmeyi yeğledi. Bu 
													bakışıyla olabildiğince 
													canlı tipler, kahramanlar, 
													sahneler yaratmayı başardı. 
													Dilinde hem yaşantıyı hem 
													ideolojiyi, hem içsel hem de 
													dışsal gerçekliği temsil 
													edebilecek bir yoğunluk 
													vardı. Üstelik bu yoğunluğu 
													olabildiğince yalın bir 
													anlatıyla taşıyordu.  
													1960'tan sonra yetişen 
													gençlik biraz da onun 
													yapıtlarıyla tanıdı toplumu. 
													Toplumsal mücadeleye onun 
													yapıtlarında tanıyıp sevdiği 
													kahramanlar için de girdi. 
													Haksızlık-adalet, 
													zengin-yoksul, emek-sömürü, 
													özgürlük-despotizm 
													kavramlarının yaşamsal 
													karşılıklarını onun 
													yapıtlarındaki canlı 
													sahnelerden tanıdı, onun 
													kahramanlarıyla sevdi 
													halkını.  
  
													
													
													Vahşi Kapitalizmi 
													sürdürenler
													 
													Kuşkusuz ve kaçınılmaz; 
													anlattığı gerçekler, kimi 
													özden kimi de yüzeyden 
													değişimlere uğradı. 
													'Pavlike'nin adı 'fabrika', 
													'ırgat'ın 'amele'nin adı 
													'işçi' 'emekçi' 'proleter', 
													'sanduka'nın adı 'sendika', 
													toplu iş bırakmanın adı 
													'grev' oldu. O günün 
													'çırçır' ya da 'mensucat' 
													fabrikalarında işleyen vahşi 
													kapitalizmin patronları da 
													değişti. O vahşi kapitalizmi 
													şimdi başkaları, daha başka 
													biçimlerde sürdürüyor. Onun 
													yapıtlarındaki patronların 
													çocukları üniversite 
													kurucusu, sanatsever, eğitim 
													gönüllüsü olarak tanınmayı 
													yeğliyorlar. O günün toprak 
													ağası, tüccarı, bugünün 
													bankacısı, medya patronu, 
													milletvekili, girişimcisi ya 
													da mafya olarak yaşıyorlar.
													 
													Sınıflar değişmedi, biçim ve 
													konum değiştirdi. O günün 
													kendi halinde işçi sınıfı, 
													bugün 'kendi için bir sınıf' 
													olarak yaşamayı öğreniyor. 
													Onun yapıtlarında üst 
													sınıflardan başlayan büyük 
													erozyon, 12 Eylül darbesiyle 
													birlikte tüm ülkeyi sardı; 
													'bize ne oldu' şarkılarını 
													söyletti müzisyenlere. Kirli 
													bir savaş var artık ülkede. 
													'Bereketli topraklar'a İç 
													Anadolu'nun kurak 
													topraklarından karın 
													tokluğuna akın eden 
													mevsimlik işçiler, artık 
													Doğu'dan, Güneydoğu'dan 
													köyünde zulüm altında 
													yaşayamayıp kaçan köylüler 
													oldu. Traktörlerde devrilip 
													ölmezlerse vahşi koşullarda 
													ekmek parasına iş bulmaya 
													razılar. Ekmek Kavgası'nda 
													askeri alayın yemek 
													artıklarını kapmak için 
													yarışanlar şimdi çöp 
													dağlarını bütün gün delik 
													deşik edip oradan ekmeğini 
													çıkarmaya çalışıyorlar. 
													İflahsızın Yusuf, Pehlivan 
													Ali gibilerse çoktan kente 
													göçtüler. Yusuf ve çocukları 
													hizmet sektöründe gayret 
													ediyor, Pehlivan Ali şimdi 
													de grizu patlamalarında, 
													inşaat çökmelerinde can 
													veriyor. O günün Cemile'si 
													şimdi belki üniversite 
													öğrencisi ya da meslek 
													liseli bir tekstil işçisi. 
													Artık ustabaşlarının oyununu 
													bozacak bir sınıf 
													dayanışması, bir araya gelip 
													tartışacakları bir sendika 
													odası var fabrikalarda.  
													Bugün Cemile'nin sorunları 
													daha karmaşık; bir yandan o 
													sendikaların ne kadar sınıfı 
													temsil ettiği, ne kadar 
													demokratik işlediği 
													tartışılıyor, bir yandan 
													kadınlık durumunun 
													boyutları. Sınıfın önündeki 
													engellerden biri olarak 
													sendikasızlık değil, 
													'sendika ağalığı' 
													tartışılıyor artık. Hümanist 
													dil değişti; bir yanı 
													popülistleşti bir yanı 
													akademikleşti. Aydın diliyse 
													Orhan Kemal'in gözettiği 
													gerçekçilik hassasiyetinden 
													uzaklaştı ya da artık 
													karmaşık bir gerçeklik 
													bilinci belirdi. Bütün 
													bunların oluşumunda var 
													Orhan Kemal, bu değişimin 
													akla gelmesinde, 
													olabilirliğinde, 
													arzulanışında, hayal 
													edilişinde, kavgasında, şu 
													ezeli 'insanca bir yaşam' 
													özleminde var. Bu özlem 
													bitmedi; Orhan Kemal bugün 
													de var.   | 
												 
											 
										 
										 | 
									 
								 
								   
							 | 
						 
					 
					 | 
				 
			 
			 | 
             |