| 
																		 
																		
																		ORHAN 
																		KEMAL 
																		Asıl 
																		adı 
																		Mehmet 
																		Raşit 
																		Öğütçü 
																		olan 
																		Orhan 
																		Kemal, 
																		şiirle 
																		başladığı 
																		yazın 
																		hayatını, 
																		Nazım 
																		Hikmet'in 
																		yönlendirmesiyle 
																		roman ve 
																		öyküyle 
																		sürdürdü; 
																		aralarında 
																		Ekmek 
																		Kavgası, 
																		Bereketli 
																		Topraklar 
																		Üzerinde, 
																		72. 
																		Koğuş ve 
																		Gurbet 
																		Kuşları’nın 
																		da 
																		olduğu 
																		çok 
																		sayıda 
																		eser 
																		verdi. 
																		Özgül 
																		Apaçe  
																		  
																		
																		
																		Varlıklı 
																		ve köklü 
																		aileler 
																		sahip 
																		oldukları 
																		her şeyi 
																		bir gün 
																		yitirebilir 
																		ve 
																		hayata 
																		sıfırdan 
																		başlamak 
																		zorunda 
																		kalabilirlerdi. 
																		Böyle 
																		durumlarda 
																		yapılması 
																		gereken 
																		hayata 
																		dört 
																		elle 
																		sarılmak 
																		ve çok 
																		çalışmaktı. 
																		O 
																		yıllarda 
																		herkes 
																		bunu 
																		bilirdi. 
																		On yedi 
																		yaşındaki 
																		Mehmet 
																		Raşit 
																		de... 
																		 
  
																		
																		
																		Mehmet 
																		Raşit'in 
																		babası 
																		Abdülkadir 
																		Kemali 
																		Bey, 
																		Birinci 
																		Büyük 
																		Millet 
																		Meclisi'nde 
																		milletvekilliği 
																		yapmış, 
																		hatta 
																		vekiller 
																		heyetinde 
																		adliye 
																		bakanlığı 
																		görevini 
																		üstlenmiş, 
																		bir yıl 
																		öncesine 
																		kadar 
																		Adana'nın 
																		önde 
																		gelen 
																		zenginlerinden 
																		biriydi. 
																		Ama 1930 
																		yılında, 
																		Abdülkadir 
																		Kemali 
																		Bey'in, 
																		Adana'daki 
																		büyük 
																		ahşap 
																		konağının 
																		alt 
																		katında 
																		kurduğu 
																		Ahali 
																		Cumhuriyet 
																		Fırkası 
																		kapatılınca 
																		her şey 
																		birdenbire 
																		değişiverdi. 
																		Tek 
																		partili 
																		yeni 
																		Türkiye 
																		Cumhuriyeti'nde 
																		siyasi 
																		muhalif 
																		olmanın 
																		bedeli 
																		ağırdı. 
																		Abdülkadir 
																		Kemali 
																		Bey, 
																		partisi 
																		kapatıldığı 
																		halde 
																		muhalefeti 
																		sürdürünce, 
																		ödediği 
																		bedel 
																		çok daha 
																		ağır 
																		oldu, 
																		ailesini 
																		de 
																		yanına 
																		alarak 
																		Lübnan'a 
																		kaçmak 
																		zorunda 
																		kaldı. 
																		
																		
																		Mehmet 
																		Raşit 
																		babasının 
																		peşinde 
																		Lübnan'a 
																		giderken 
																		geride 
																		dantel 
																		gibi 
																		işlemeli 
																		tahta 
																		saçakları 
																		olan, 
																		yerleri 
																		beyaz 
																		taşlarla 
																		süslü 
																		cumbalı 
																		eski 
																		konağı, 
																		okulunu, 
																		tüm 
																		arkadaşlarını 
																		yani 
																		genç bir 
																		adamın 
																		sahip 
																		olabileceği 
																		her şeyi 
																		bıraktı. 
																		
																		
																		Babası 
																		bir 
																		avukattı 
																		ama 
																		Lübnan 
																		tebaasından 
																		olmadığı 
																		için, 
																		Beyrut'ta 
																		mesleğini 
																		yapamıyordu. 
																		Önce 
																		annesinin 
																		bilezikleri 
																		bozduruldu. 
																		Bilezikler 
																		karşılığında 
																		ele 
																		geçen on 
																		altın 
																		lira 
																		sermaye 
																		ile 
																		sürgündeki 
																		Abdülkadir 
																		Kemali 
																		Bey yeni 
																		işini 
																		kurdu: 
																		Lokanta 
																		açtı. 
																		
																		
																		Mehmet 
																		Raşit' 
																		in ilk 
																		işi de 
																		bu 
																		lokantada 
																		garsonluk 
																		ve 
																		bulaşıkçılık 
																		yapmaktı. 
																		
																		
																		Ama 
																		olmadı, 
																		lokantada 
																		işler 
																		iyi 
																		gitmedi. 
																		Çok 
																		geçmeden 
																		babası 
																		lokantayı 
																		kapatmak 
																		zorunda 
																		kalınca 
																		Mehmet 
																		Raşit de 
																		babasının 
																		yakın 
																		bir 
																		arkadaşının 
																		bulduğu 
																		küçük 
																		bir 
																		basımevinde, 
																		işçi 
																		olarak 
																		çalışmaya 
																		başladı. 
																		
																		
																		Rahat 
																		aile 
																		hayatı 
																		babasının 
																		sürgünlüğüyle 
																		beraber 
																		çok 
																		gerilerde 
																		kalmıştı. 
																		Artık o 
																		bir 
																		işçiydi. 
																		Ama genç 
																		bir 
																		adamdı 
																		aynı 
																		zamanda. 
																		Hem de 
																		basımevinin 
																		yanındaki 
																		çikolata 
																		fabrikasında 
																		çalışan 
																		Eleni'ye 
																		gönlünü 
																		kaptırmış 
																		genç bir 
																		adam... 
																		
																		
																		 Mehmet 
																		Raşit 
																		bir gün 
																		iş 
																		çıkışı 
																		Eleni'yle 
																		buluştuğunda, 
																		ona 
																		ayağındaki 
																		eski 
																		postallardan 
																		utandığını 
																		söyledi. 
																		Eleni 
																		"... 
																		Benim 
																		bir 
																		ağabeyim 
																		var, der 
																		ki: Eski 
																		pabuçlarımızdan 
																		zenginlerimiz 
																		utansın!.." 
																		deyince 
																		gözleri 
																		doldu. 
																		Bu 
																		sözler 
																		on yedi 
																		yaşında 
																		zenginliği 
																		de 
																		fakirliği 
																		de 
																		görmüş 
																		bu genç 
																		adamın 
																		aklından 
																		hiç 
																		çıkmayacaktı. 
																		Eleni, 
																		bir gün 
																		ardında 
																		en ufak 
																		bir iz 
																		bırakmadan 
																		Lübnan'dan 
																		ansızın 
																		kaçıp 
																		gitti. 
																		Mehmet 
																		Raşit 
																		onu her 
																		yerde 
																		aradı 
																		ama 
																		nafile 
																		bir 
																		çabaydı. 
																		Yıllar 
																		sonra 
																		"ilk aşk 
																		kolay 
																		kolay 
																		unutulmuyor" 
																		diyecek 
																		ve ünlü 
																		bir 
																		yazar 
																		olunca 
																		kendisinde 
																		ilk 
																		sosyal 
																		uyanışın 
																		Eleni 
																		adındaki 
																		bu Rum 
																		kızı ile 
																		başladığını 
																		söyleyecekti. 
																		
																		
																		Mehmet 
																		Raşit, 
																		Eleni 
																		gittikten 
																		bir yıl 
																		sonra 
																		babasından 
																		izin 
																		kopararak, 
																		Adana'ya 
																		geri 
																		döndü. 
																		Artık 
																		babaannesinin 
																		yanında 
																		kalıyordu. 
																		Günlerini 
																		sokak 
																		aralarında 
																		futbol 
																		oynayarak 
																		ya da 
																		diğer 
																		tüm 
																		Adanalı 
																		gençler 
																		gibi 
																		kahvelerde 
																		geçiriyordu. 
																		Mehmet 
																		Raşit'in 
																		ölene 
																		kadar 
																		sürecek 
																		olan 
																		kahvehane 
																		tutkusu 
																		o 
																		yıllarda 
																		başladı. 
																		
																		
																		Kahvehanelerde 
																		tanışıp 
																		dost 
																		olduğu 
																		biri, 
																		İsmail 
																		Usta, 
																		Mehmet 
																		Raşit'in 
																		hayatını 
																		değiştirdi, 
																		İsmail 
																		Usta, 
																		onun 
																		yılar 
																		sonra 
																		yazacağı 
																		Cemile 
																		romanındaki 
																		İzzet 
																		Usta 
																		gibi, 
																		kitaplara 
																		meraklı 
																		biriydi. 
																		Bu genç 
																		adama 
																		pek çok 
																		kitap 
																		verdi. 
																		Mehmet 
																		Raşit'in 
																		okul 
																		yılları 
																		boyunca 
																		nefret 
																		ettiği 
																		edebiyatla 
																		barışması 
																		da bu 
																		sayede 
																		oldu. 
																		
																		
																		'Bereketli 
																		toprakların 
																		üzerinde' 
																		çalışmanın 
																		zamanı 
																		geldiğindeyse 
																		tanıdığı 
																		bildiği 
																		herkes 
																		gibi 
																		çırçır 
																		fabrikalarında 
																		işçilik, 
																		dokumacılık, 
																		kâtiplik, 
																		ambar 
																		memurluğu 
																		yani ne 
																		iş olsa 
																		yapmaya 
																		başladı, 
																		iş 
																		başlayınca 
																		çok 
																		sevdiği 
																		futbola 
																		veda 
																		etmek 
																		zorunda 
																		kaldı. 
																		Ama 
																		okumayı 
																		bırakamıyordu. 
																		Geceleri 
																		solgun 
																		bir 
																		lamba 
																		ışığında 
																		kelimeler 
																		arasında 
																		mekik 
																		dokuyordu, 
																		gündüzleri 
																		ise 
																		çalıştığı 
																		milli 
																		mensucat 
																		fabrikasıyla, 
																		kahvehaneler 
																		arasında... 
																		
																		
																		 Bir gece 
																		hayatına 
																		aniden 
																		Güzide 
																		adında, 
																		kendi 
																		tabiriyle 
																		'bir bar 
																		kadını' 
																		girdi. 
																		Artık 
																		sık sık 
																		aynı 
																		bara 
																		gidiyor 
																		saatlerce 
																		Güzide 
																		ile 
																		sohbet 
																		ediyordu. 
																		Güzide 
																		de bu 
																		genç 
																		adamdan 
																		hoşlanmıştı. 
																		Ona tek 
																		bir gece 
																		bile 
																		hesap 
																		ödetmiyordu. 
																		Mehmet 
																		Raşit, 
																		Güzide'nin 
																		acıklı 
																		hayat 
																		hikâyesinden 
																		o denli 
																		etkilenmişti 
																		ki onun 
																		hayatındaki 
																		tüm 
																		kötülüklerinin 
																		sorumlusu 
																		kendisiymiş 
																		gibi 
																		hissediyor, 
																		bu 
																		hatayı 
																		düzeltmeye 
																		çalışıyordu. 
																		Güzide 
																		otuzunda, 
																		Mehmet 
																		ise on 
																		dokuzundaydı. 
																		Mehmet 
																		Raşit, 
																		bir gün 
																		Güzide'den 
																		nüfusunu 
																		istedi. 
																		Evlenmeye 
																		karar 
																		vermişti. 
																		Ama 
																		Güzide, 
																		bu çok 
																		sevdiği 
																		genç 
																		adama, 
																		onu 
																		tertemiz 
																		genç 
																		kızların 
																		beklediğini 
																		söyleyerek 
																		kendisini 
																		unutması 
																		tavsiyesinde 
																		bulundu. 
																		Bu 
																		sözler 
																		Mehmet 
																		Raşit'in 
																		sevgisini 
																		daha da 
																		büyüttü. 
																		Ama 
																		Güzide'de 
																		tıpkı 
																		Eleni 
																		gibi bir 
																		gün 
																		aniden 
																		ortadan 
																		kayboluverdi. 
																		Mersin'e 
																		gitmişti. 
																		O da 
																		peşinden 
																		gitti 
																		ama o 
																		Mersin'e 
																		vardığında, 
																		Güzide'yi 
																		istanbul'a 
																		götüren 
																		vapuru 
																		limandan 
																		ayrılırken 
																		yakalayabildi. 
																		Bir kez 
																		daha 
																		sevdiği 
																		kadın 
																		ellerinden 
																		kaçıvermişti. 
																		
																		
																		Güzide'den 
																		sonra 
																		günler 
																		bildik 
																		sıkıcılığına, 
																		boğuculuğuna 
																		geri 
																		döndü. 
																		Her biri 
																		birbirine 
																		benzeyen 
																		ve hızla 
																		akıp 
																		giden 
																		monoton 
																		günlere 
																		noktayı 
																		ise, 
																		Mehmet 
																		Raşit'le 
																		aynı 
																		fabrikada 
																		çalışan 
																		henüz on 
																		dört 
																		yaşındaki 
																		küçük 
																		bir işçi 
																		kız 
																		koydu. 
																		Nuriye 
																		adındaki 
																		bu işçi 
																		kıza 
																		âşık 
																		olmuştu. 
																		1937 
																		yılında 
																		bir 
																		mayıs 
																		gününde 
																		evlendiler. 
																		Sadece 
																		bir yıl 
																		sonra 
																		ilk 
																		çocukları 
																		Yıldız 
																		dünyaya 
																		geldi. 
																		Kızının 
																		doğumunun 
																		hemen 
																		arkasından 
																		Mehmet 
																		Raşit 
																		askere 
																		çağrıldı. 
																		
																		
																		Yıllardır 
																		bıkmadan 
																		usanmadan 
																		okuyan 
																		yirmi 
																		dört 
																		yaşındaki 
																		bu genç 
																		adam, 
																		artık 
																		eline 
																		kalem de 
																		almıştı. 
																		Geceleri 
																		yorgun 
																		argın 
																		oturduğu 
																		ranzasının 
																		üstünde 
																		şiirler 
																		yazıyordu. 
																		Raşit 
																		Kemali 
																		adıyla 
																		dergilere 
																		gönderdiği 
																		bu ilk 
																		şiirlerinden 
																		bazıları 
																		Yedigün 
																		ve Yeni 
																		Mecmua 
																		dergilerinde 
																		yayımlanınca 
																		kendine 
																		olan 
																		güveni 
																		de 
																		arttı. 
																		Ama 
																		askerliğinin 
																		bitmesine 
																		sadece 
																		kırk gün 
																		kala, 
																		okuduğu 
																		kitaplar 
																		başına 
																		bela 
																		oldu. 
																		Nazım 
																		Hikmet'i 
																		ve 
																		Maksim 
																		Gorki' 
																		yi 
																		okuyordu. 
																		Bu 
																		kitaplar 
																		sakıncalı 
																		bulunmuştu. 
																		Üstüne 
																		üstlük 
																		bu genç 
																		adamın 
																		Nazım 
																		Hikmet'ten 
																		ve onun 
																		şiirlerinden 
																		övgüyle 
																		bahsettiği 
																		de 
																		duyulmuştu. 
																		Tezkeresine 
																		kırk gün 
																		kala, 
																		yirmi 
																		beş 
																		yaşındaki 
																		Mehmet 
																		Raşit, 
																		komünist 
																		olduğu 
																		gerekçesiyle 
																		yargılandı 
																		ve 27 
																		Ocak 
																		1939' da 
																		beş yıla 
																		hüküm 
																		giydi. 
																		
																		
																		Cezaevine 
																		girerken 
																		aklında 
																		tek bir 
																		şey 
																		vardı: 
																		Karısı 
																		Nuriye 
																		Hanım, 
																		ilk iş 
																		ona bir 
																		mektup 
																		yazdı. 
																		"Çok 
																		gençsin. 
																		Zaten 
																		hiçbir 
																		şey 
																		veremedim 
																		sana. 
																		Şimdi de 
																		beş 
																		yıllık 
																		mahkûmiyet 
																		girdi 
																		araya, 
																		istersen 
																		ayrıl 
																		benden, 
																		kendine 
																		yeni bir 
																		yol çiz, 
																		beklemekle 
																		geçirme 
																		en güzel 
																		yıllarını. 
																		Çünkü 
																		karıcığım, 
																		biliyorum 
																		ki, 
																		buradan 
																		çıktıktan 
																		sonra 
																		daha da 
																		zor ve 
																		yoksulluk 
																		içinde 
																		geçecek 
																		hayatımız." 
																		diyordu 
																		mektubunda. 
																		Nuriye 
																		Hanım 
																		büyük 
																		bir 
																		sevgi ve 
																		saygıyla 
																		bağlı 
																		olduğu 
																		eşini 
																		teselli 
																		etti. 
																		
																		
																		 Mehmet 
																		Raşit, 
																		önce 
																		Kayseri, 
																		ardından 
																		Adana 
																		son 
																		olarak 
																		da Bursa 
																		Cezaevi'ne 
																		gönderildi. 
																		Şiir 
																		yazmaya 
																		devam 
																		ediyordu. 
																		Yeni 
																		şiirleri 
																		Ses, 
																		Yürüyüş 
																		ve Yeni 
																		Ses 
																		dergilerinde 
																		yayınlanıyordu. 
																		Karlı 
																		bir 
																		aralık 
																		sabahında 
																		şiirlerinden 
																		başını 
																		kaldırdığında, 
																		cezaevine 
																		hayatının 
																		yönünü 
																		değiştirecek 
																		yeni bir 
																		konuğun 
																		geldiğini 
																		gördü: 
																		Nazım 
																		Hikmet. 
																		Mehmet 
																		Raşit, 
																		büyük 
																		bir 
																		heyecanla 
																		ve ev 
																		sahibi 
																		inceliği 
																		ile onu 
																		cezaevi 
																		müdürünün 
																		odasının 
																		kapısında 
																		karşıladı. 
																		
																		
																		Bu 
																		tanışmadan 
																		sadece 
																		birkaç 
																		hafta 
																		sonra 
																		Mehmet 
																		Raşit, 
																		Nazım 
																		Hikmet' 
																		in 
																		koğuşuna 
																		taşınmıştı 
																		bile. 
																		Kısa 
																		zamanda 
																		dost 
																		olmuşlardı. 
																		Bu 
																		dostluğa 
																		sığınan 
																		genç 
																		şair, 
																		bir gün 
																		üstadına 
																		şiirlerini 
																		okumaya 
																		başladı 
																		ve hiç 
																		beklemediği 
																		bir 
																		tepki 
																		aldı. 
																		Nazım, 
																		karşısındaki 
																		genç 
																		adam 
																		hangi 
																		şiirini 
																		okumaya 
																		başlarsa 
																		başlasın, 
																		"Kâfi, 
																		bir 
																		başkasına 
																		geçin 
																		kardeşim" 
																		diyordu. 
																		En 
																		sonunda 
																		Nazım 
																		Hikmet, 
																		"Berbat. 
																		Bütün bu 
																		laf 
																		ebeliklerine, 
																		hokkabazlıklara, 
																		affedin 
																		tabirimi, 
																		ne 
																		lüzumu 
																		var?" 
																		deyince 
																		elindeki 
																		şiirlerle 
																		dolu bir 
																		tomar 
																		sarı 
																		kağıt 
																		yere 
																		düşüverdi. 
																		Hayranı 
																		olduğu 
																		Nazım, 
																		hayallerini 
																		yıkmıştı. 
																		Ama, 
																		"Sizinle 
																		yakından 
																		meşgul 
																		olmak 
																		istiyorum... 
																		Yani 
																		kültürünüzle... 
																		Evvela 
																		Fransızca, 
																		sonra 
																		diğer 
																		kültür 
																		bahisleri 
																		üzerinde 
																		muntazam 
																		dersler 
																		yapacağız. 
																		Tahammülünüz 
																		var mı?" 
																		diye 
																		sorunca 
																		Mehmet 
																		Raşit'in 
																		gözlerinde 
																		tekrar 
																		bir umut 
																		ışığı 
																		belirdi. 
																		
																		
																		Artık 
																		cezaevi 
																		koğuşu 
																		onun 
																		için 
																		adeta 
																		bir 
																		okula 
																		dönmüştü. 
																		Her gün 
																		sekiz 
																		saat 
																		aralıksız 
																		ders 
																		çalışıyordu. 
																		Nazım 
																		Hikmet'ten 
																		Fransızcanın 
																		yanında 
																		dünya 
																		edebiyatı, 
																		felsefe, 
																		ekonomi-politik 
																		dersleri 
																		alıyor, 
																		bol bol 
																		kitap 
																		okuyordu. 
																		Bu arada 
																		gizli 
																		gizli 
																		roman 
																		yazmaya 
																		da 
																		başlamıştı. 
																		Bir gün 
																		Nazım'ın 
																		eline, 
																		genç 
																		koğuş 
																		arkadaşının 
																		yazmaya 
																		başladığı 
																		romanının 
																		ilk 
																		sayfaları 
																		geçti. 
																		Bu 
																		sayfaları 
																		büyük 
																		bir 
																		hızla 
																		okuyan 
																		Nazım 
																		Hikmet, 
																		soluğu 
																		Mehmet 
																		Raşit'in 
																		yanında 
																		aldı ve 
																		ona 
																		roman 
																		yazmaya 
																		başlamasını 
																		kendisine 
																		haber 
																		vermediği 
																		için 
																		sitem 
																		ettikten 
																		sonra 
																		okuduklarını 
																		çok 
																		beğendiğini 
																		söyleyerek 
																		öykü 
																		yazması 
																		tavsiyesinde 
																		bulundu. 
																		Mehmet 
																		Raşit'in 
																		öykücülük 
																		serüveni 
																		bu 
																		tavsiyeyle, 
																		yirmi 
																		altı 
																		yaşında, 
																		bir 
																		cezaevi 
																		koğuşunda 
																		başladı. 
																		Fabrikalarda 
																		işçiler 
																		arasında 
																		geçen 
																		çocukluğunun 
																		ve ilk 
																		gençliğinin 
																		sayesinde 
																		genç 
																		yazar, 
																		ırgatların, 
																		işçilerin, 
																		vurguncuların 
																		portrelerini 
																		son 
																		derece 
																		gerçekçi 
																		bir 
																		biçimde 
																		anlattığı 
																		ilk 
																		öykülerini 
																		yazıyordu. 
																		Nazım 
																		Hikmet, 
																		Mehmet 
																		Raşit'in 
																		yazdıklarını 
																		beğeniyordu. 
																		Genç 
																		adamın 
																		Güllü ve 
																		Asma 
																		Çubuğu 
																		adlı iki 
																		öyküsünü 
																		yayımlanması 
																		için 
																		ikdam 
																		Gazetesi'nin 
																		gece 
																		sekreteri 
																		olan 
																		arkadaşı 
																		Kemal 
																		Sülker'e 
																		bir not 
																		eşliğinde 
																		gönderdi. 
																		Notta 
																		genç 
																		yazarın 
																		paraya 
																		ihtiyacı 
																		olduğunu, 
																		bunun 
																		için 
																		telif 
																		hakkı 
																		alınması 
																		gerektiğini 
																		yazıyordu. 
																		Kemal 
																		Sülker, 
																		Mehmet 
																		Raşit'in 
																		öykülerini, 
																		altına 
																		Orhan 
																		Kemal 
																		takma 
																		adını 
																		yazarak 
																		yayınladı. 
																		
																		
																		 Mehmet 
																		Raşit 
																		artık 
																		Orhan 
																		Kemal 
																		olmuştu. 
																		Genç bir 
																		şair 
																		olarak 
																		girdiği 
																		cezaevinden, 
																		Orhan 
																		Kemal 
																		adıyla 
																		1943 
																		yılında 
																		bir 
																		öykücü 
																		olarak 
																		çıktı. 
																		Soluğu 
																		memleketi 
																		Adana'da 
																		aldı. 
																		Hamallıktan 
																		sebze 
																		nakliyeciliğine 
																		karşısına 
																		hangi iş 
																		çıkarsa 
																		yapmaya 
																		başladı. 
																		O 
																		günlerde 
																		ilk kez 
																		roman 
																		yazma 
																		fikri de 
																		aklına 
																		düştü. 
																		Hâlâ 
																		cezaevinde 
																		olan 
																		Nazım 
																		Hikmet'e 
																		mektupla 
																		bu 
																		fikrini 
																		açtı. 
																		Ünlü 
																		şairden 
																		gelen 
																		cevap 
																		"hemen 
																		başla" 
																		olunca, 
																		büyük 
																		bir 
																		hevesle 
																		kağıda 
																		kaleme 
																		sarıldı, 
																		ilk 
																		romanı 
																		Baba 
																		Evi'ni 
																		yazmaya 
																		başladı. 
																		
																		
																		Öyküleri 
																		iyiye 
																		gidiyor, 
																		gittikçe 
																		daha 
																		büyük 
																		beğeni 
																		topluyordu. 
																		Ama bu 
																		arada 
																		para 
																		sıkıntısı 
																		da 
																		büyüyordu. 
																		Oğlu 
																		Nazım'ın 
																		dünyaya 
																		geldiği 
																		sıralarda 
																		bir 
																		nakliyat 
																		ambarında 
																		bulduğu 
																		işten de 
																		çıkarıldı. 
																		Öykülerini 
																		yayınlayan 
																		dergilerden 
																		aldığı 
																		telifler, 
																		iki 
																		çocuklu 
																		ailesini 
																		geçindirmeye 
																		yetmiyordu. 
																		Üç ayrı 
																		dernekte 
																		birden 
																		çalışmaya 
																		başladı. 
																		Kâtiplik 
																		yapıyordu 
																		artık. 
																		Tam 
																		işleri 
																		biraz 
																		yoluna 
																		girer 
																		gibi 
																		olmuştu 
																		ki 
																		Demokrat 
																		Parti 
																		iktidara 
																		geldi. 
																		Çalıştığı 
																		derneklerdeki 
																		üç ayrı 
																		işine 
																		birden, 
																		aynı gün 
																		içerisinde 
																		son 
																		verildi. 
																		Orhan 
																		Kemal, 
																		politik 
																		sebeplerle 
																		veyahut 
																		da 
																		kendisinden 
																		boşalacak 
																		yerlere 
																		partililer 
																		yerleştirileceği 
																		için bir 
																		kez daha 
																		işsiz 
																		kalmıştı. 
																		
																		
																		Üçüncü 
																		çocuğu 
																		Kemali 
																		dünyaya 
																		gelmişti 
																		ve para 
																		sıkıntısı 
																		artık 
																		dayanılmaz 
																		boyutlara 
																		ulaşmıştı. 
																		Ona tek 
																		çare 
																		istanbul'a 
																		göç 
																		etmek 
																		gibi 
																		görünüyordu. 
																		Zaten 
																		Adana'da 
																		kalması 
																		için 
																		ısrar 
																		eden, 
																		çok 
																		sevdiği 
																		babası 
																		da artık 
																		hayatta 
																		değildi. 
																		1949 
																		yılının 
																		bu son 
																		günlerinde 
																		hayatındaki 
																		tek iyi 
																		şey, ilk 
																		romanı 
																		Baba 
																		Evi'nin, 
																		Varlık 
																		Yayınları'nca 
																		basılması 
																		olmuştu. 
																		Ama bu 
																		güzel 
																		habere 
																		dahi 
																		doğru 
																		dürüst 
																		sevinemiyordu. 
																		
																		
																		17 Nisan 
																		1950'de 
																		ailesini 
																		de 
																		yanına 
																		alarak 
																		istanbul'a 
																		göç 
																		etti. 
																		Artık 
																		yalnızca 
																		yazarlıkla 
																		geçinmeye 
																		karar 
																		vermişti. 
																		Gelirken 
																		çantasında 
																		yeni 
																		öykülerinin 
																		yanında, 
																		Avare 
																		Yıllar, 
																		Cemile 
																		ve 
																		Bereketli 
																		Topraklar 
																		Üzerinde 
																		adlı 
																		romanlarının 
																		taslakları 
																		da 
																		vardı. 
																		Geride 
																		ise 
																		dededen, 
																		babadan 
																		kalma ne 
																		varsa 
																		bırakmıştı. 
																		Aslında 
																		Orhan 
																		Kemal'e 
																		ailesinden 
																		büyük 
																		araziler 
																		kalmıştı. 
																		Ama o 
																		parasızlığına 
																		rağmen 
																		bu 
																		toprakları 
																		beraber 
																		çalıştığı 
																		işçilere 
																		bıraktı, 
																		istanbul'a 
																		bir 
																		kalem 
																		işçisi 
																		olmaya 
																		geldi. 
																		Bu 
																		onurlu 
																		duruşunu 
																		hayatı 
																		boyunca 
																		sürdürecekti. 
																		
																		
																		 En yakın 
																		arkadaşları 
																		Muzaffer 
																		Buyrukçu, 
																		Edip 
																		Cansever 
																		gibi 
																		edebiyatçılardı. 
																		Orhan 
																		Kemal'in, 
																		Adana'da 
																		ilk 
																		gençlik 
																		yıllarında 
																		başlayan 
																		kahvehane 
																		tutkusu 
																		İstanbul'da 
																		da 
																		sürüyordu. 
																		Kasımpaşa, 
																		Fener ve 
																		Eyüp 
																		kahvehanelerine 
																		postu 
																		sermişti. 
																		Bu 
																		kahvehanelerde 
																		insanlarla 
																		tanışıyor, 
																		yeni 
																		romanlarını 
																		düşünüyor, 
																		kurguluyor 
																		ve 
																		yazıyordu. 
																		Çünkü 
																		ona göre 
																		bir 
																		yazar 
																		halkın 
																		içinde 
																		olmalıydı, 
																		halkın 
																		değişimi 
																		ancak 
																		böyle 
																		kavranabilirdi. 
																		Bir nevi 
																		laboratuardı 
																		bu 
																		kahvehaneler 
																		onun 
																		için. 
																		
																		
																		Orhan 
																		Kemal, 
																		İstanbul'da 
																		bu 
																		kahvehanelerde 
																		yazmaya 
																		başladığı 
																		romanlarında, 
																		öykülerinde 
																		olduğu 
																		gibi 
																		işçileri, 
																		köylüleri 
																		yani 
																		emekçileri 
																		konu 
																		etti. 
																		Onları 
																		zaman 
																		zaman 
																		kendi 
																		şiveleriyle 
																		konuşturuyor, 
																		romanlarını 
																		diyaloglar 
																		üzerine 
																		kuruyordu. 
																		Küçük 
																		memurlar, 
																		çalışan 
																		çocuklar, 
																		kötü 
																		yola 
																		düşen 
																		genç 
																		kızlar, 
																		çalışmak 
																		için 
																		kente 
																		göçen 
																		köylüler 
																		onun 
																		satırlarında 
																		hayat 
																		buluyordu. 
																		Onların 
																		gitgide 
																		acımasızlaşan 
																		yaşam 
																		karşısındaki 
																		mücadelelerini 
																		yazarak 
																		aslında 
																		çağdaş 
																		toplum 
																		problemlerine 
																		değiniyordu. 
																		Murtaza, 
																		Cemile, 
																		Bereketli 
																		Topraklar 
																		üzerinde, 
																		Suçlu, 
																		Devlet 
																		Kuşu, 
																		Vukuat 
																		Var, 
																		Gavurun 
																		Kızı 
																		romanlarının 
																		arasında 
																		Murtaza 
																		büyük 
																		ses 
																		getirdi. 
																		Eleştirmenler 
																		Murtaza'nın 
																		bir 
																		başyapıt 
																		olduğu 
																		konusunda 
																		hemfikirdi. 
																		
																		
																		Artık 
																		kitapları 
																		birkaç 
																		baskı 
																		yapan 
																		ünlü ve 
																		başarılı 
																		bir 
																		yazardı. 
																		Hatta 
																		dönemin 
																		sosyalist 
																		ülkelerinde 
																		dahi 
																		tanınıyor, 
																		seviliyordu. 
																		Ama ne 
																		hikmetse 
																		bir 
																		türlü 
																		doğru 
																		dürüst 
																		para 
																		kazanamıyordu. 
																		1957 
																		yılında 
																		önünde 
																		duran 
																		kağıtlara 
																		dördüncü 
																		çocuğunun 
																		doğumu 
																		üzerine 
																		şu 
																		satırları 
																		not 
																		düşmüştü: 
																		"1957 
																		Türkiyesi'nin 
																		pahalılığı 
																		ile alay 
																		eder 
																		gibi, 
																		dördüncü 
																		çocuk 
																		babası 
																		olarak, 
																		yeni 
																		güne 
																		giriyorum. 
																		Hayırlısı." 
																		Şaşılacak 
																		şeydi 
																		doğrusu, 
																		ünlü ve 
																		başarılı 
																		bir 
																		yazardı 
																		ama hâlâ 
																		evinde 
																		bir 
																		sedir, 
																		tahta 
																		masa ve 
																		sandalyeler 
																		dışında 
																		doğru 
																		dürüst 
																		bir şey 
																		yoktu. 
																		Romanlarında 
																		anlattığı 
																		insanlar 
																		gibi 
																		yaşıyordu. 
																		Zaten 
																		hep işçi 
																		mahallelerinde 
																		oturmayı 
																		seçmişti. 
																		Ama her 
																		şeye 
																		rağmen 
																		umudunu 
																		yitirmiyordu. 
																		Evde 
																		şakalaşan, 
																		çocuklarıyla 
																		top 
																		oynayan, 
																		tavla 
																		oynayan 
																		-yenildi 
																		mi 
																		tavlayı 
																		kaldırıp 
																		atan- 
																		hafta 
																		sonlarını 
																		ailesiyle 
																		birlikte 
																		geçirmekten 
																		hoşlanan 
																		iyi bir 
																		aile 
																		babası 
																		olmaya 
																		çalışıyordu. 
																		
																		
																		Çok 
																		geçmeden 
																		kendi 
																		dertlerini 
																		tamamen 
																		unutturacak 
																		bir şey 
																		oldu. 
																		Artık 
																		bir 
																		zamanlar 
																		olduğu 
																		gibi 
																		sabahları 
																		yine çok 
																		erken 
																		kalkıyor, 
																		daktilonun 
																		tuşlarına 
																		daha 
																		büyük 
																		bir 
																		hızla 
																		vuruyor 
																		sonra 
																		türküler 
																		söyleyerek 
																		evden 
																		çabucak 
																		çıkıyordu. 
																		Onun bu 
																		davranışları 
																		tek bir 
																		şeyin 
																		işaretiydi: 
																		Aşkın. 
																		Bir 
																		kitabevinde 
																		tanıştığı 
																		on yedi 
																		yaşındaki 
																		genç 
																		okuruna 
																		âşık 
																		olmuştu. 
																		O ise 
																		tam 
																		tamına 
																		kırk 
																		yedi 
																		yaşındaydı. 
																		Bu genç 
																		kızın 
																		teslim 
																		olmayan 
																		inatçılığı, 
																		dışa 
																		dönüklüğü, 
																		hayata 
																		bağlılığı, 
																		heyecanı 
																		onu çok 
																		etkilemişti. 
																		Ülkü'yle 
																		Orhan 
																		Kemal'in 
																		ilişkisi 
																		uzunca 
																		bir süre 
																		devam 
																		etti. 
																		Ama 
																		Orhan 
																		Kemal en 
																		yoksul 
																		günlerini 
																		paylaştığı 
																		eşi 
																		Nuriye 
																		Hanım'ı 
																		ve 
																		çocuklarını 
																		hiçbir 
																		zaman 
																		terk 
																		etmedi. 
																		Her 
																		zaman 
																		onların 
																		yanında 
																		oldu. 
																		
																		
																		Ta ki 
																		1966 
																		yılında 
																		edebî 
																		sohbetler 
																		için sık 
																		sık 
																		ziyaret 
																		ettiği 
																		Türkiye 
																		işçi 
																		Partisi, 
																		Orhan 
																		Kemal'in 
																		yolunu, 
																		52 
																		yaşında 
																		tekrar 
																		cezaevine 
																		düşürene 
																		kadar. 
																		Partide 
																		toplantı 
																		yaptıkları 
																		7 Mart 
																		1966 
																		günü bir 
																		ihbar 
																		üzerine, 
																		TİP 
																		Fatih 
																		ilçe 
																		Başkanı 
																		Mehmet 
																		Şahin 
																		ile 
																		birlikte 
																		"Hücre 
																		çalışması 
																		ve 
																		komünizm 
																		propagandası 
																		yaptıkları" 
																		gerekçesiyle 
																		tutuklandılar 
																		ve 
																		Sultanahmet 
																		Cezaevi'ne 
																		götürüldüler. 
																		Üç buçuk 
																		ay 
																		sonunda 
																		tekrar 
																		özgür 
																		kalınca 
																		yeniden 
																		kağıda 
																		kaleme 
																		sarıldı. 
																		Birbiri 
																		ardına 
																		yeni 
																		kitaplarını 
																		yazdı. 
																		Artık 
																		eline 
																		fena 
																		sayılamayacak 
																		bir para 
																		da 
																		geçiyordu 
																		ancak bu 
																		kez de 
																		sağlığı 
																		bozulmuştu. 
																		Bir kalp 
																		krizi 
																		atlatmıştı 
																		ve artık 
																		evden 
																		pek 
																		çıkamaz 
																		olmuştu. 
																		Elli beş 
																		yaşındaydı 
																		ama 
																		adeta 
																		yetmiş 
																		yaşında 
																		gibiydi. 
																		Çocukluğundan 
																		itibaren 
																		yaşadığı 
																		zor 
																		hayat 
																		şartları 
																		onu 
																		yormuştu. 
																		Buna 
																		rağmen 
																		Bulgar 
																		Yazarlar 
																		Birliği'nden 
																		gelen 
																		daveti 
																		geri 
																		çevirmedi. 
																		Artık 
																		pasaport 
																		da 
																		alabiliyordu. 
																		Eşi 
																		Nuriye 
																		Hanım'la 
																		birlikte 
																		Sofya'ya 
																		doğru 
																		yola 
																		çıktılar. 
																		
																		
																		Sofya'ya 
																		gider 
																		gitmez 
																		yerleştikleri 
																		otelde 
																		masasının 
																		başına 
																		kuruldu 
																		ve 
																		yazmaya 
																		başladı. 
																		Kelimelerle 
																		oynadığı 
																		Sofya 
																		gecelerinden 
																		birinde 
																		Orhan 
																		Kemal' i 
																		uyku 
																		tutmadı... 
																		Ağrısı 
																		vardı... 
																		Apar 
																		topar 
																		hastaneye 
																		kaldırdılar... 
																		Beynine 
																		giden 
																		damarlardan 
																		biri 
																		tıkanmıştı. 
																		Aslında 
																		Orhan 
																		Kemal'in 
																		vücudu 
																		uzun 
																		zamandır 
																		alarm 
																		veriyordu. 
																		Ama 
																		sonunda 
																		ölüm, 
																		onu 
																		Sofya'da 
																		buldu, 
																		hastanede 
																		geçirdiği 
																		birkaç 
																		günün 
																		ardından 
																		hayata 
																		gözlerini 
																		yumdu... 
																		
																		
																		"insan 
																		dediğin 
																		cart 
																		diye 
																		ölmeli, 
																		altına 
																		oturak 
																		falan 
																		sürülmeden... 
																		Her şey 
																		birdenbire 
																		olmalı... 
																		Böyle 
																		ölmek 
																		isterim... 
																		Kimseye 
																		muhtaç 
																		olmadan..." 
																		demişti... 
																		Öyle de 
																		oldu... 
																		• 
																		
																		
																		  
																		
																		
																		 
																		72'NCİ 
																		KOĞUŞ'tan 
																		
																		
																		72'inci 
																		Koğuş 
																		kim 
																		bilir 
																		kaçıncı 
																		uykusunda, 
																		horluyordu. 
																		
																		
																		Kaptan, 
																		koğuşun 
																		cezaevi 
																		avlusuna 
																		bakan 
																		penceresine 
																		her 
																		zamanki 
																		gibi 
																		tüneyerek 
																		kalın 
																		bilekli 
																		kollarını 
																		pencere 
																		demirlerine 
																		geçirmiş. 
																		Güzel 
																		Fatma'yı 
																		düşünüyordu: 
																		Demek 
																		Fatma, 
																		Bobi'den 
																		çamaşırların 
																		sahibini 
																		sormuş. 
																		Boğaz 
																		vapurlarında 
																		değil. 
																		Pire, 
																		Napoli, 
																		Marsilya, 
																		Hamburg, 
																		Rusya'ya 
																		uğrayan 
																		kocaman 
																		şileplerde 
																		kaptanlık 
																		ettiğini 
																		öğrenmişti? 
																		Demek 
																		biliyordu 
																		artık ne 
																		adam 
																		olduğunu? 
																		O daha 
																		anasının 
																		memesindeyken, 
																		kahpece 
																		öldürülen 
																		babasının 
																		kanını 
																		yerde 
																		komamak 
																		için 
																		buraya 
																		düştüğünü 
																		bilmeliydi. 
																		
																		
																		Hem 
																		bilmeli, 
																		hem de 
																		öteki 
																		hükümlü 
																		kadınlara, 
																		"Benim 
																		dostum 
																		Kaptan!" 
																		demeliydi. 
																		"Kaptan 
																		ama, 
																		Boğaz'da 
																		çalışan 
																		küçük 
																		vapurlarda 
																		değil, 
																		şileplerde. 
																		Buraya 
																		düşmeden 
																		önce 
																		dünyanın 
																		bütün 
																		limanlarına 
																		yük 
																		taşır, 
																		yolcu 
																		taşır, 
																		liman 
																		meyhanelerinde 
																		kadeh 
																		kırar, 
																		iskemle 
																		devirirdi. 
																		Benim 
																		Kaptan'ım 
																		benden 
																		başkasını 
																		sevmedi 
																		bana 
																		gelinceye 
																		kadar, 
																		istese 
																		onu 
																		sevmeyecek 
																		kadın 
																		yoktu, 
																		istemedi. 
																		Beni 
																		bekledi. 
																		Allah 
																		benim 
																		sevgimi 
																		ben daha 
																		doğmadan 
																		düşürmüştü 
																		yüreğine..." 
																		(...) 
																		
																		
																		Tekin 
																		Yayınevi, 
																		72'nci 
																		Koğuş 
																		
																		
																		Babası 
																		Abdülkadir 
																		Kemali 
																		Bey, 
																		siyasi 
																		muhalif 
																		olmasının 
																		bedelini 
																		çok ağır 
																		ödedi 
																		
																		
																		"... 
																		istersen 
																		ayrıl 
																		benden, 
																		kendine 
																		yeni bir 
																		yol çiz, 
																		beklemekle 
																		geçirme 
																		en güzel 
																		yıllarını. 
																		Çünkü 
																		karıcığım, 
																		biliyorum 
																		ki 
																		buradan 
																		çıktıktan 
																		sonra 
																		daha da 
																		zor ve 
																		yoksulluk 
																		içinde 
																		geçecek 
																		hayatımız" 
																		
																		
																		Kahvehaneler, 
																		Orhan 
																		Kemal 
																		için bir 
																		çeşit 
																		laboratuardı 
																		
																		
																		Yayımlandığında 
																		büyük 
																		ses 
																		getiren 
																		Murtazanın 
																		bir 
																		başyapıt 
																		olduğu 
																		konusunda 
																		bütün 
																		eleştirmenler 
																		hemfikirdi 
																		
																		
																		  
																		
																		   |