| 
																		 
																		  
																		
																		
																		Giriş 
																		
																		  
																		
																		Bu 
																		yazıdaki 
																		amacımız, 
																		Orhan 
																		Kemal’in 
																		bazı 
																		romanlarının 
																		olay 
																		örgüsünün 
																		ve 
																		karakterlerin 
																		özelliklerini 
																		“okuyarak” 
																		yazarın 
																		toplumsal 
																		değişmeleri 
																		romansal 
																		kurgularla 
																		nasıl 
																		aktardığını 
																		anlamaktır. 
																		19. 
																		yüzyılın 
																		sonlarından 
																		1950’lere 
																		kadar 
																		uzanan 
																		dönemdeki 
																		siyasal 
																		ve 
																		ekonomik 
																		gelişmelerle 
																		oluşan 
																		toplumsal 
																		olayların, 
																		romanda 
																		kırılarak 
																		yansımalarından 
																		yola 
																		çıkıp, 
																		bazı 
																		roman 
																		karakterlerini 
																		yorumlamayacağız. 
																		Diyalogları, 
																		olay 
																		örgülerini 
																		ya da 
																		romanın 
																		estetik 
																		diliyle 
																		öyküleştirilen 
																		anlatımları 
																		dikkate 
																		alarak 
																		toplumsal-tarihsel 
																		değişimi, 
																		karakterlerin 
																		betimlenen 
																		özelliklerinden 
																		okumaya 
																		çalışacağız. 
																		Çünkü 
																		roman 
																		karakterlerinin 
																		dış 
																		toplumsal 
																		olgularla 
																		ilişkilendirilerek 
																		okunması 
																		ve 
																		yorumlanması, 
																		romanlarda 
																		var olan 
																		ama 
																		açıkça 
																		‘söylenmemiş’ 
																		(‘estetize 
																		edilmiş’- 
																		gizlenmiş) 
																		toplumsal 
																		bilgilere 
																		ulaşabilmemizi 
																		de 
																		sağlar. 
																		
																		Bilindiği 
																		gibi 
																		Orhan 
																		Kemal’in 
																		romanları, 
																		konu 
																		bakımından 
																		dönemsel 
																		gelişmelerin 
																		izlerini 
																		taşır. 
																		Yazarın 
																		kendi 
																		yaşam 
																		çizgisini 
																		paralel 
																		olarak 
																		işleyen 
																		bu konu 
																		ve 
																		toplumsal 
																		olguların 
																		bir akış 
																		yönü 
																		bulunmaktadır. 
																		(Çukurova’dan 
																		Beyrut’a 
																		oradan 
																		tekrar 
																		Adana ve 
																		İstanbul’a) 
																		Bu akış 
																		aynı 
																		zamanda 
																		bize, 
																		sanatın 
																		tarih ve 
																		toplumsal 
																		gerçeklikle 
																		temas 
																		noktalarındaki 
																		anlamlarını 
																		ortaya 
																		çıkarma 
																		imkânı 
																		da 
																		sunar. 
																		Yazarın, 
																		özellikle 
																		bazı 
																		romanlarında 
																		anlattığı 
																		“ağa” ya 
																		da “bey” 
																		karakterlerini 
																		daha 
																		büyük 
																		toplumsal 
																		olgularla 
																		bağını 
																		kurarak 
																		ele 
																		almak 
																		mümkündür. 
																		Romanların 
																		yazılış 
																		tarihlerini 
																		bir 
																		tarafa 
																		bırakarak 
																		estetik 
																		ürünün 
																		toplumsal-tarihsel 
																		gerçeklikle 
																		bağını 
																		[bunu 
																		sosyolojik 
																		bir 
																		“okumanın” 
																		zorunluluğu 
																		olarak 
																		kabul 
																		edip] 
																		kurarak 
																		okumak 
																		bazı 
																		kategoriler 
																		oluşturmamızı 
																		mümkün 
																		kılar.
																		 
																		
																		  
																		
																		
																		Toplumsalın 
																		“ayna”sı 
																		olarak 
																		roman
																		
																		 
																		
																		  
																		
																		Romanın 
																		estetik 
																		bir ürün 
																		olarak 
																		tanımı 
																		konusunda 
																		çok 
																		farklı 
																		yaklaşımlar 
																		bulunmaktadır. 
																		Öncelikle 
																		roman, 
																		yazarın 
																		içinde 
																		yaşadığı 
																		somut 
																		koşulların 
																		ötesinde, 
																		o 
																		koşulları 
																		çok 
																		değişik 
																		boyutta 
																		algılayıp 
																		kurgulaması, 
																		kendince 
																		yeniden 
																		bir 
																		gerçeklik 
																		oluşturma 
																		özgürlüğünün 
																		farklı 
																		bir 
																		yansımasıdır. 
																		Sartre, 
																		bütün 
																		bireysel 
																		yaratım 
																		özellikleriyle 
																		birlikte 
																		romanı 
																		tanımlarken 
																		şöyle 
																		demektedir: 
																		“Roman 
																		bir 
																		aynadır… 
																		Ama 
																		roman 
																		okumak 
																		nedir 
																		acaba? 
																		Aynanın 
																		içine 
																		atlamaktır, 
																		sanırım.” 
																		(1965:13). 
																		Eğer 
																		roman,  
																		Sartre’ın 
																		deyimiyle 
																		bir 
																		“ayna”ysa 
																		hangi 
																		‘gerçeği’ 
																		yansıtır 
																		veya 
																		toplumsal-tarihsel 
																		olanın 
																		bu 
																		aynadaki 
																		yansısı 
																		ne kadar 
																		‘gerçeğine’ 
																		uygundur? 
																		Gerçeğin 
																		toplum 
																		ve 
																		insanın 
																		varoluşuna 
																		dair 
																		hayatı 
																		bize 
																		gösteren 
																		(farklı 
																		biçimde 
																		sunan) 
																		bu 
																		aynanın 
																		niteliği 
																		ve 
																		gerçekliği 
																		göstermedeki 
																		sınırları 
																		nelerdir? 
																		
																		Sanat 
																		(özelde 
																		roman) 
																		anlatmaya 
																		çalıştığı 
																		gerçekliğin 
																		fotoğrafik 
																		bir 
																		yansıması 
																		olmaktan 
																		ziyade 
																		gerçekliğin 
																		üzerindeki 
																		perdeyi 
																		kendine 
																		özgü 
																		yöntem 
																		ve 
																		perspektifle 
																		aralayarak 
																		“hakiki 
																		yüzü” 
																		(Adorno, 
																		1985:242-247) 
																		gün 
																		ışığına 
																		çıkarmaya 
																		çalışma, 
																		onun 
																		anlamını 
																		oluşturma 
																		eylemidir. 
																		Doğaldır 
																		ki, 
																		romanda 
																		gerçekleşenler 
																		somut 
																		tarihsel-toplumsal 
																		dünyanın 
																		doğrudan 
																		yansıması 
																		değildir. 
																		Dolayısıyla, 
																		romanın 
																		oluşturmaya 
																		çabaladığı 
																		görünüşün 
																		gerçek 
																		yaşamla 
																		kesin 
																		bir 
																		bütünlüğünden 
																		de söz 
																		edemeyiz. 
																		Roman, 
																		insanın 
																		gözden 
																		kaçırdığı 
																		bütünlüğün 
																		tamamını 
																		yakalama 
																		iddiası 
																		taşır. 
																		Fakat bu 
																		iddia, 
																		sanatçının 
																		evreni, 
																		toplumsal 
																		dünyayı 
																		algılayabilmedeki 
																		sınırlılığıyla 
																		çevrelenmiştir. 
																		Bundan 
																		dolayı, 
																		roman 
																		hiçbir 
																		zaman 
																		mutlak 
																		bir 
																		gerçekliğin 
																		kendisi 
																		olamayacağı 
																		gibi 
																		dolaysız 
																		yansıması 
																		da 
																		olmayacaktır 
																		(Lukacs, 
																		1969:72–114).
																		 
																		
																		Herhangi 
																		bir 
																		sanat 
																		yapıtında 
																		olduğu 
																		gibi, 
																		romanda 
																		da 
																		toplumsallaşan 
																		bireyin 
																		yaşantısıyla 
																		dışlaştırdığı  
																		bilgiler 
																		ya da 
																		veriler 
																		bulabilmek 
																		mümkündür. 
																		Düşüncenin 
																		en 
																		önemlisi 
																		“duygunun” 
																		egemen 
																		olduğu/olacağı 
																		sanat 
																		eserinde 
																		‘toplumsal’ 
																		olan 
																		 (dolayısıyla 
																		tarihsel 
																		anlam ve 
																		değeri 
																		bulunan) 
																		bireyin 
																		öznel 
																		perspektifinden 
																		yansıyan 
																		olguların 
																		izleri 
																		taşınır.  
																		Her 
																		zaman 
																		romanın 
																		gerçeklikle 
																		(realite) 
																		arasına 
																		giren 
																		bir 
																		gerilim 
																		veya 
																		mesafe 
																		tehlikesi 
																		söz 
																		konusudur. 
																		Bu 
																		gerilimden 
																		dolayı 
																		romanı 
																		anlama 
																		çabasındaki 
																		sosyoloji, 
																		romanın 
																		içinde 
																		geliştiği- 
																		yazıldığı 
																		toplumsal 
																		çevrenin 
																		özelliklerini 
																		gözden 
																		uzak 
																		tutmamalıdır. 
																		Bütün 
																		insani 
																		olgular 
																		gibi, 
																		roman da 
																		ancak 
																		daha 
																		büyük ve 
																		etkili 
																		olguların 
																		içinde 
																		anlamlıdır. 
																		Dolayısıyla, 
																		 romanda 
																		anlatılan 
																		herhangi 
																		bir 
																		toplumsal 
																		olgunun 
																		anlaşılma 
																		çabası 
																		ve 
																		isteği, 
																		onun 
																		daha 
																		geniş 
																		dünyasını 
																		bilmeyi 
																		de 
																		gerektirir 
																		(Goldmann, 
																		1981:82). 
																		Çünkü 
																		herhangi 
																		bir 
																		romanın 
																		yazılmasında 
																		olduğu 
																		gibi, 
																		edebi/sanatsal 
																		gelişim, 
																		toplumsal-tarihsel 
																		koşulların 
																		bütün 
																		izlerini 
																		taşıyarak 
																		gerçekleşir.
																		 
																		
																		Eagleton, 
																		estetik 
																		ürün 
																		anlamında 
																		edebiyatın, 
																		hangi 
																		dönem 
																		olursa 
																		olsun, 
																		belli 
																		başlı 
																		etkileri 
																		kendinde 
																		taşıdığını 
																		ve ancak 
																		ürünün 
																		bu 
																		etkilerin 
																		içinden 
																		geçerek 
																		oluşabileceğini 
																		söylemektedir. 
																		Ona 
																		göre, 
																		toplumun 
																		varoluşsal 
																		gerçekliği 
																		ile 
																		eserin 
																		(romanın) 
																		ortaya 
																		konma 
																		nedeni 
																		çakışır.  
																		Roman ve 
																		toplum, 
																		biri 
																		diğeri 
																		için 
																		zorunluluk 
																		olarak 
																		kabul 
																		edildikçe, 
																		eserin 
																		her 
																		aşamasında 
																		‘toplumsal’ 
																		olan, 
																		kendini 
																		romana 
																		sirayet 
																		ettirecektir 
																		(1986:45-54). 
																		Benzer 
																		biçimde 
																		Lowenthal, 
																		edebiyatın 
																		kendi 
																		zamanının, 
																		toplumsal 
																		sınıfların, 
																		alt 
																		grupların 
																		ya da 
																		daha 
																		geniş 
																		anlamında, 
																		ulusların 
																		değerlerini 
																		ve diğer 
																		ahlaki 
																		yargılarını 
																		da 
																		içinde 
																		barındıran, 
																		sembolleri 
																		günümüze 
																		kadar 
																		taşıyan 
																		uygun 
																		bir araç 
																		olduğunun 
																		söylemektedir. 
																		Bu 
																		taşıyıcılık 
																		görevi 
																		gerçek 
																		hayattaki 
																		benzer 
																		kültürel 
																		karmaşalara 
																		da denk 
																		düşebilir 
																		(1957:22). 
																		Eagleton 
																		ve 
																		Lowenthal’in 
																		bu 
																		görüşlerini 
																		izlediğimizde 
																		romancının 
																		kendisi, 
																		toplumsal 
																		özne 
																		olarak 
																		sınırlılıklarının 
																		ötesinde 
																		gerçekliği 
																		duyumsayıp, 
																		‘kendine 
																		göre’ 
																		yansıtan 
																		kişidir. 
																		Çünkü 
																		yazarın 
																		ve 
																		romanın, 
																		kendine 
																		“sorun” 
																		gördüğü, 
																		‘estetize 
																		ettiği’ 
																		gerçeklikle 
																		kurmaya 
																		çalıştığı 
																		bağ, 
																		doğrudan 
																		değil, 
																		dolayımlıdır. 
																		
																		Bir 
																		romanın 
																		kendisi 
																		bize 
																		doğrudan 
																		apaçık 
																		anlama 
																		nesnesi 
																		vermez 
																		(bunu 
																		yapmaya 
																		çalışan 
																		“roman”lar 
																		olabilir). 
																		Bu 
																		“anlam” 
																		her 
																		zaman 
																		onda 
																		(romanda, 
																		metinde) 
																		gizil 
																		olarak 
																		vardır 
																		ve 
																		ortaya 
																		çıkarılmayı 
																		bekler. 
																		Martin’e 
																		göre, 
																		romancı 
																		eserinde 
																		bir 
																		olayı, 
																		doğruyu 
																		veya 
																		durumu, 
																		belli 
																		kurgusal 
																		düzen 
																		dâhilinde 
																		bize 
																		aktarır. 
																		Burada 
																		gelişigüzelliğe 
																		yer 
																		yoktur. 
																		Roman 
																		yazarı 
																		“doğruları” 
																		ya da 
																		“bilgiyi” 
																		açıklayan 
																		bir öğe 
																		değildir, 
																		bunları 
																		biz 
																		okuyuculara 
																		sadece 
																		(romansal 
																		tekniklerle) 
																		duyurmakla 
																		yetinir. 
																		Bu 
																		nedenle, 
																		roman 
																		yazarının 
																		zihninden 
																		estetik 
																		yaratımın 
																		bütün 
																		özgürlük 
																		ve 
																		sınırlılığıyla 
																		birlikte 
																		yansıyan 
																		imgeler 
																		sonsuz 
																		olaylar 
																		evrenin 
																		küçük 
																		bir 
																		kesitidir. 
																		Dolayısıyla, 
																		sanatçının 
																		sübjektif 
																		değerleriyle 
																		çok 
																		yakın 
																		etkileşimleri 
																		söz 
																		konusudur 
																		(2002:41-50). 
																		Yazarın 
																		bütün 
																		öznel 
																		durumlarına 
																		paralel 
																		olarak 
																		romanı 
																		inceleme 
																		çabasındaki 
																		sosyolojinin 
																		de 
																		önünde 
																		ciddi 
																		sorunlar 
																		her 
																		zaman 
																		olacaktır. 
																		Buna ek 
																		olarak 
																		Lowenthal, 
																		 okuyucu 
																		veya 
																		yorumcunun, 
																		romanın 
																		olay ve 
																		karakter 
																		örgüsünden 
																		elemeler-seçimler 
																		yaparken 
																		‘önemli’ 
																		olanla 
																		olmayanı 
																		ayırmada, 
																		en az 
																		yazarın 
																		anlam 
																		oluşturma 
																		süreçlerindeki 
																		kadar, 
																		öznel 
																		perspektiflere 
																		açık bir 
																		durumun 
																		olduğunu 
																		söylemektedir 
																		(1961:13).
																		 
																		
																		Roman 
																		okunduğunda, 
																		ondan 
																		anlamlar 
																		oluşturulmaya 
																		çalışıldığında 
																		başka 
																		bir 
																		öznellikle 
																		karşı 
																		karşıya 
																		kalınır. 
																		Sartre’ın 
																		sözünü 
																		ettiği 
																		‘ayna’daki 
																		kırılma 
																		bu kez, 
																		okuyucunun 
																		anlam ve 
																		yorum 
																		inşasında 
																		vardır. 
																		Romandan 
																		anlam 
																		çıkarma 
																		peşinde 
																		olan 
																		okuyucunun 
																		da 
																		(sosyolojinin 
																		de) 
																		farkında 
																		olması 
																		gereken 
																		bu çoklu 
																		kırılma 
																		ve 
																		yansımanın 
																		yarattığı 
																		estetik 
																		dünyanın 
																		varlığıdır.
																		 
																		
																		  
																		
																		  
																		
																		
																		Orhan 
																		Kemal’in 
																		“ağa”ları 
																		ve 
																		toplumsal 
																		değişim 
																		
																		  
																		
																		Orhan 
																		Kemal’in 
																		romanlarındaki 
																		olayların 
																		coğrafi 
																		mekânı 
																		Çukurova, 
																		uygun 
																		tarım 
																		koşulları 
																		ve geniş 
																		arazilerinin 
																		yanında 
																		mülkiyet 
																		biçimleri, 
																		üretim 
																		ilişkileri, 
																		çok 
																		kültürlü 
																		yapı 
																		gibi 
																		koşullarla 
																		birlikte 
																		karakterlerin 
																		yaşamındaki 
																		yükseliş 
																		ve 
																		düşüşlere 
																		sahne 
																		olur. 
																		Pamuk 
																		tarımının 
																		öncelik 
																		taşıdığı 
																		bu 
																		bölgede, 
																		19.yüzyıldaki 
																		çok 
																		farklı 
																		boyutlarıyla 
																		beraber 
																		Cumhuriyet 
																		dönemine 
																		taşınan 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahipliği, 
																		güçlü 
																		bir 
																		olgudur. 
																		Ekonomik 
																		değer 
																		anlamında 
																		tarımın 
																		önemi, 
																		Çukurova 
																		toplumsal 
																		yapısının 
																		Türkiye’nin 
																		diğer 
																		bölgelerinden 
																		önce 
																		keskin 
																		dönüşümler 
																		yaşanmasına 
																		da zemin 
																		hazırlar. 
																		Siyasal 
																		ve 
																		teknolojik 
																		gelişmelerden, 
																		pek çok 
																		bölgeye 
																		nazaran, 
																		daha 
																		erken ve 
																		doğrudan 
																		etkilenen 
																		bir 
																		özelliği 
																		vardır 
																		(Bkz. 
																		Zürcher, 
																		2001). 
																		19. 
																		yüzyıldan 
																		itibaren 
																		Çukurova 
																		tarımının 
																		ulusal 
																		ve 
																		uluslararası 
																		pazara 
																		eklemlenmesinin 
																		yanı 
																		sıra 
																		bölgede 
																		çok 
																		farklı 
																		kültürlerin 
																		ve etnik 
																		grupların 
																		yaşaması 
																		bunun 
																		nedenleri 
																		arasında 
																		yer 
																		alır. 
																		
																		Osmanlı’dan 
																		Cumhuriyet’e 
																		uzanan 
																		süreçte 
																		bütün 
																		siyasal 
																		gelişmeler, 
																		bu 
																		bölgenin 
																		ekonomik 
																		yapısı 
																		üzerinde 
																		derin 
																		izler 
																		bırakmıştır. 
																		19. 
																		yüzyıldan 
																		itibaren 
																		başlayan 
																		ve 
																		öncülüğünü 
																		çoğunlukla 
																		bölgedeki 
																		Ermenilerin 
																		yaptığı, 
																		tarımsal 
																		ürünlerin 
																		işlenmesindeki 
																		modernleşme 
																		ve 
																		makineleşme 
																		çabaları, 
																		Osmanlı’nın 
																		son 
																		dönemindeki 
																		olaylardan 
																		doğrudan 
																		etkisinde 
																		kalır. 
																		Anadolu’da 
																		gerçekleşen 
																		tehcir 
																		ya da 
																		Anadolu’ya 
																		doğru 
																		olan 
																		nüfus 
																		hareketlerinden 
																		bu süreç 
																		de pek 
																		çok 
																		bakımdan 
																		etkilenir.
																		 
																		
																		Yine bu 
																		bölgede 
																		Cumhuriyet 
																		döneminde 
																		de devam 
																		eden 
																		‘göçmenlik’ 
																		olgusu, 
																		demografik 
																		yapıda 
																		değişiklikler 
																		yaratırken, 
																		asıl 
																		etkiyi 
																		çalışma 
																		kültürü, 
																		ucuz 
																		emek ve 
																		diğer 
																		toplumsal 
																		ilişkiler 
																		üzerinde 
																		yapmıştır. 
																		Ülke 
																		dışına 
																		veya 
																		içine 
																		doğru 
																		gerçekleşen 
																		insan 
																		nüfus 
																		hareketliliği, 
																		zenginleşme 
																		ve mülk 
																		sahibi 
																		olmada 
																		farklı 
																		boyutları 
																		ortaya 
																		çıkarmıştır. 
																		İlerleyen 
																		dönemlerde 
																		modernleşme 
																		ve 
																		makineleşmenin 
																		tarım 
																		üzerinde 
																		daha 
																		dönüştürücü 
																		olmasıyla 
																		feodal 
																		ya da 
																		yarı-feodal 
																		ilişkilerdeki 
																		değişimler, 
																		çözülmeler 
																		yaşanır. 
																		Bu süreç 
																		boyunca 
																		zenginler 
																		ve 
																		zenginleşme 
																		biçimleri 
																		değişirken, 
																		toplumsal 
																		işleyişte, 
																		yeni 
																		karakterler 
																		daha da 
																		belirginleşmeye 
																		başlar. 
																		
																		  
																		
																		1. 
																		19. 
																		yüzyıldan 
																		20. 
																		yüzyıla 
																		değişen 
																		zenginler 
																		ve 
																		zihniyetler 
																		
																		1.a. 
																		Modernleşmenin 
																		karşı 
																		aktörleri 
																		olarak 
																		“Resul 
																		Ağa” ve 
																		“Topal 
																		Eskici” 
																		
																		  
																		
																		On 
																		dokuzuncu 
																		yüzyıldaki 
																		olaylara 
																		kadar 
																		geri 
																		götürülebilecek 
																		bir 
																		toplumsal 
																		gelişmeler 
																		tarihini 
																		yazarın 
																		“Eskici 
																		Dükkânı” 
																		(1973)
																		 romanıyla 
																		başlatmak 
																		mümkündür. 
																		Modernleşme 
																		çabalarının 
																		en somut 
																		yansımalarından 
																		biri 
																		Çukurova’daki 
																		makineleşme 
																		serüvenidir. 
																		Bu 
																		süreçte 
																		öncü 
																		olanlar 
																		Çukurova 
																		Ermenileri 
																		ve 
																		onlarla 
																		“yakın” 
																		ilişkileri 
																		olan 
																		Müslüman 
																		ahalidir. 
																		“Eskici 
																		Dükkânı” 
																		bu 
																		çabalarla 
																		birlikte 
																		toplumsal 
																		çözülmenin 
																		farklı 
																		boyutlarını 
																		anlatan 
																		bir 
																		romandır. 
																		
																		Romanın 
																		asıl 
																		karakteri 
																		olan 
																		yaşlı 
																		eskicinin 
																		(Topal) 
																		yaşam 
																		çizgisi, 
																		Osmanlı’dan 
																		1940’lara 
																		değin 
																		toplumun 
																		yaşadıklarının 
																		bir 
																		kesitidir. 
																		Trablus’ta 
																		Osmanlı 
																		askeriyken 
																		ayağı 
																		kesilen 
																		eskici, 
																		geçen 
																		zaman 
																		zarfında, 
																		çevresi, 
																		çocukları 
																		ve en 
																		önemlisi 
																		zamanla 
																		çelişkiye 
																		düşerken, 
																		roman bu 
																		düşüşün 
																		ani 
																		olmadığını, 
																		feodal 
																		değerleri 
																		savunanların 
																		yaşadıkları 
																		zorunlu 
																		bir 
																		sürecin 
																		gereği 
																		olduğunu 
																		bizlere 
																		anlatır. 
																		Topal 
																		Eskici’nin, 
																		dedesi 
																		Resul 
																		Ağa’yla 
																		benzer 
																		feodal 
																		zihniyetlere 
																		sahip 
																		olması, 
																		farklı 
																		zaman 
																		dilimlerindeki 
																		çöküşün 
																		ve 
																		gerilemenin 
																		sebepleri 
																		olur. 
																		Eskicinin 
																		babası, 
																		ailenin 
																		ya da o 
																		dönem 
																		Çukurova’sında 
																		bir 
																		“sapma” 
																		veya 
																		“istisna” 
																		olarak 
																		kalır.
																		 
																		
																		Orhan 
																		Kemal,  
																		romanda 
																		Resul 
																		Ağa’yla 
																		oğlu 
																		(Topal 
																		Eskici’nin 
																		babası) 
																		arasındaki 
																		zihniyet 
																		farklılıklarını, 
																		basit 
																		bir 
																		ailevi 
																		ilişki 
																		ya da 
																		kuşak 
																		çatışmasının 
																		ötesinde, 
																		daha 
																		büyük 
																		bir 
																		toplumsal 
																		olgunun 
																		gelişim 
																		süreciyle 
																		bağlantılı 
																		olarak 
																		açıklar. 
																		Böylece 
																		geleneksel 
																		değerlerin, 
																		modern 
																		değer ve 
																		araçlar 
																		karşısındaki 
																		yenilgisi, 
																		çöküşü 
																		estetik 
																		bir 
																		biçimde 
																		romanın 
																		diliyle, 
																		dolaylı 
																		olarak 
																		anlatılır. 
																		
																		1950’li 
																		yıllarda, 
																		artık 
																		iyice 
																		gerileyen 
																		ve 
																		yoksullaşan 
																		Topal 
																		Eskici’nin 
																		günlük 
																		yaşamı, 
																		diyalogların 
																		gerisindeki 
																		anlamlarda 
																		gizlenir. 
																		Dükkânının 
																		olduğu 
																		çarşıda 
																		eski 
																		nüfuzlu 
																		bir 
																		zanaatkâr 
																		olan 
																		karakterin 
																		çevresiyle 
																		diyaloglarından, 
																		onun 
																		geçmişinin 
																		yanı 
																		sıra 
																		yoksullaşma 
																		nedenlerine 
																		de 
																		ulaşırız. 
																		Çarşıda 
																		kaybettiği 
																		geçmişteki 
																		feodal 
																		değerler 
																		yüklü 
																		statüsüne 
																		paralel 
																		bir 
																		biçimde, 
																		ekonomik 
																		gücünden 
																		de 
																		uzaklaşır. 
																		Geleneksel 
																		aile 
																		bağlarıyla 
																		yanında 
																		zorla 
																		tuttuğu 
																		iki 
																		oğlunun 
																		kapitalist 
																		pazarın 
																		gereğince 
																		üretim 
																		yapma 
																		isteklerine 
																		karşı 
																		gösterdiği 
																		direnç, 
																		onun 
																		sonunu 
																		hızlandıran 
																		etkenlerden 
																		birine 
																		dönüşür. 
																		Gittikçe 
																		fakirleşen 
																		aile, 
																		kentsel 
																		bir el 
																		zanaatından 
																		pamuk 
																		ırgatlığına 
																		doğru 
																		bir 
																		‘düşüş’ 
																		yaşayarak 
																		toplumsal 
																		gelişimden 
																		etkilenir. 
																		Fakat 
																		bütün bu 
																		düşüşü 
																		yazar, 
																		ani 
																		olmayan, 
																		makineleşme 
																		ve 
																		modernleşmeyle 
																		birlikte 
																		ortaya 
																		çıkan 
																		zihniyet 
																		değişimlerine 
																		uyum 
																		sağlayamamanın 
																		sonuçları 
																		olarak 
																		aktarır 
																		ve 
																		romanın 
																		olay 
																		örgüsünü 
																		sosyolojik 
																		ve 
																		tarihsel 
																		arka 
																		plân 
																		üzerine 
																		kurar. 
																		Roman, 
																		Trablusgarp 
																		savaşında 
																		bir 
																		ayağını 
																		kaybederek 
																		kendi 
																		kentine 
																		dönen 
																		Topal 
																		Eskici’nin 
																		aile 
																		tarihini, 
																		feodal 
																		bir 
																		zihniyetin 
																		çöküşü 
																		olarak 
																		estetize 
																		eder.
																		 
																		
																		Çukurova’da 
																		yaşanan 
																		tarımsal 
																		gelişimin 
																		niteliğine 
																		ayak 
																		uydurmayan 
																		Topal 
																		Eskici’nin 
																		dedesinden 
																		başlayan 
																		geçmişi, 
																		aynı 
																		zamanda 
																		ailedeki 
																		farklı 
																		bilinç 
																		düzeylerinin 
																		niteliği 
																		hakkında 
																		bilgiler 
																		de 
																		barındırır. 
																		Bu 
																		sürecin 
																		1950’lere 
																		kadar 
																		olan 
																		uzantısı 
																		romanda, 
																		gerileyen 
																		ve 
																		zayıflayan 
																		eski tip 
																		toprak 
																		sahipliğinin 
																		günün 
																		koşullarındaki 
																		dağılışını 
																		temsil 
																		eder. 
																		Çukurova’daki 
																		bazı 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahiplerinin 
																		çöküşü, 
																		gerileyişi, 
																		yeni 
																		zenginlerin 
																		ve 
																		zenginleşme 
																		biçimlerinin 
																		ortaya 
																		çıkışı 
																		feodal 
																		değerlerle 
																		bezeli 
																		masalsı 
																		geçmişin 
																		silinmesini 
																		de 
																		beraberinde 
																		getirir. 
																		Eski 
																		varlıklı 
																		kesimin 
																		bir 
																		şekilde 
																		gerilediğini, 
																		yeni 
																		siyasal 
																		ve 
																		ekonomik 
																		ilişkilerin 
																		niteliğine 
																		uyum 
																		sağlama 
																		kapasitesi 
																		ve 
																		yeteneği 
																		olmayanların 
																		yoksullaştıklarını 
																		görürüz. 
																		Topal 
																		Eskici’nin, 
																		sahip 
																		olmakla 
																		öğündüğü 
																		ve 
																		onlarla 
																		geçmişteki 
																		yaşantısının 
																		şaşaasına 
																		sığındığı 
																		değerler, 
																		bütün 
																		aile 
																		fertleriyle 
																		beraber 
																		yaşanan 
																		yoksullaşmayı 
																		açıklamaz.
																		 
																		
																		Eskici’nin 
																		geçmişi 
																		basit 
																		bir 
																		zenginlik 
																		tarihi 
																		olmaktan 
																		öte, 
																		toplumsal 
																		dinamiklerin 
																		belirleyicilerini 
																		göstermesi 
																		bakımından 
																		da 
																		önemlidir: 
																		
																		
																		  
																		
																		
																		“Topal 
																		eskicinin 
																		dedesi 
																		Resul 
																		ağa pek 
																		pek orta 
																		çiftçi 
																		sayılırdı. 
																		O yıllar 
																		memlekette 
																		henüz 
																		tren 
																		yolu 
																		döşenmediği, 
																		kamyonlarsa 
																		buranın 
																		malını 
																		mahsulünü 
																		şuraya, 
																		şuranınkini 
																		buraya 
																		götürüp 
																		getirmediği 
																		için, 
																		buranın 
																		malı 
																		mahsulü 
																		burada, 
																		oranınki 
																		orada 
																		kalır, 
																		çiftlik 
																		sahipleri 
																		buğdayları, 
																		arpaları, 
																		küncü, 
																		pamukları 
																		fakir 
																		fukaraya 
																		bedava 
																		dağıtmasalar 
																		bile, 
																		gene de 
																		bol bol 
																		verirlerdi.” 
																		(1973: 
																		14)
																		
																		 
																		
																		           
																		 
																		
																		            
																		Tarımın 
																		bu 
																		kapalı 
																		yapısı, 
																		ürünün 
																		değerlendirme 
																		biçimlerinde 
																		de 
																		farklılıklara 
																		yol 
																		açar. 
																		Dede 
																		Resul 
																		Ağa’nın 
																		döneminde 
																		(19.yüzyıl 
																		ortaları) 
																		feodal 
																		kültürü 
																		yeniden 
																		üreten 
																		çok 
																		büyük 
																		bir yapı 
																		söz 
																		konusudur. 
																		Makineleşme 
																		ve diğer 
																		modernleşme 
																		etkileri 
																		“pazar”ı 
																		değiştirirken 
																		süreçteki 
																		aktörlerin 
																		bilincinde 
																		de 
																		dönüşümlere 
																		yol 
																		açmaktadır.
																		 
																		
																		Değişimin 
																		görece 
																		daha 
																		yavaş 
																		olduğu 
																		dönemlerde 
																		feodal 
																		değerlerin 
																		farklı 
																		anlamının 
																		olması 
																		doğaldır. 
																		Orhan 
																		Kemal’in 
																		pek çok 
																		romanında, 
																		bu 
																		türden 
																		olguların 
																		yeni 
																		koşullar 
																		üzerindeki 
																		etkinliğinin 
																		zayıflığı 
																		veya 
																		geçersizliğini 
																		“mezar 
																		taşlarıyla 
																		öğünmek” 
																		deyimiyle 
																		betimlediğine 
																		rastlarız. 
																		Fakat 
																		burada, 
																		Topal’ın 
																		geçmişle 
																		öğünmesinden 
																		ziyade, 
																		yenilmişliği 
																		kabul 
																		edip,  
																		toplumun 
																		diğer 
																		insanları 
																		gibi 
																		ol(a)mamaya 
																		hayıflanması 
																		söz 
																		konusudur. 
																		Yaşantısındaki 
																		bütün 
																		eylemlere 
																		bu 
																		doğrultuda 
																		bir 
																		anlam 
																		yükler. 
																		Kendi 
																		sınıfının 
																		güçsüzlüğünün 
																		ve 
																		düşüşünün 
																		farkında 
																		olan bir 
																		bireyin 
																		(çaresizce) 
																		boyun 
																		eğişi 
																		anlatılır. 
																		
																		Çukurova’daki 
																		çok 
																		kültürlü 
																		yaşamla 
																		birlikte 
																		işleyen 
																		değişim 
																		ve 
																		modernleşme, 
																		mevcut 
																		geleneksel 
																		ilişkilerde 
																		bir 
																		çözülmeye 
																		yol 
																		açar. 
																		Feodal 
																		davranış 
																		örüntüleri 
																		farklı 
																		zihniyetlerle 
																		karşılaşır. 
																		Resul 
																		Ağa 
																		karakterinin 
																		temsil 
																		ettiği 
																		(feodal) 
																		zihniyetin 
																		modernleşme 
																		ve 
																		makineleşmeyle 
																		karşılaşması 
																		farklı 
																		bir 
																		düzlemde 
																		romanın 
																		diliyle 
																		betimlenir: 
																		
																		
																		  
																		
																		
																		“Topal 
																		eskicinin 
																		özelliği 
																		dedesi 
																		Resul 
																		ağadan 
																		değil, 
																		ne 
																		kafaca, 
																		ne de 
																		bedence 
																		babasına 
																		şu 
																		kadarcık 
																		benzemeyen 
																		ufak 
																		tefek 
																		babasından 
																		geliyordu. 
																		Bu baba, 
																		o yıllar 
																		“Sultani” 
																		denilen, 
																		şimdiki 
																		lise 
																		karşıtı 
																		“idadi”de 
																		okumuş, 
																		iri yarı 
																		babası 
																		Resul 
																		ağanın 
																		zenginliğine 
																		aldırmadan, 
																		hatta 
																		ihtiyarın 
																		bütün 
																		yasaklarına 
																		sırt 
																		dönen 
																		fabrikatör 
																		Gülbenkyan’ların 
																		çocukları 
																		ile 
																		arkadaşlığı 
																		arttırmış, 
																		onlardan 
																		Ermenice, 
																		Fransızca 
																		bellemiş, 
																		ille de 
																		“fabrika”ya 
																		akıl 
																		erdirmeye 
																		çalışmıştı. 
																		Neydi bu 
																		fabrika? 
																		Kendi 
																		kendine 
																		fışıltılarla 
																		çalışırken 
																		sıcak, 
																		beyaz 
																		dumanlar 
																		salan 
																		büyük 
																		büyük 
																		makineler, 
																		vınıltıyla  
																		dönen 
																		miller 
																		geçirili 
																		kocaman 
																		kocaman 
																		tahta 
																		kasnaklar, 
																		tahta 
																		kasnakları 
																		döndüren 
																		kayışlar, 
																		kayışlar, 
																		kayışlar…Yerliler 
																		için ilk 
																		bakışta 
																		“Fabrika” 
																		buydu. 
																		Topal 
																		eskicinin 
																		ufak 
																		tefek, 
																		kupkuru 
																		babası 
																		içinse – 
																		Gülbenkyan’ların 
																		oğullariyle 
																		sıkı 
																		fıkı 
																		olmaktan 
																		gelen 
																		bir 
																		hazırlıkla- 
																		“fabrika”, 
																		deli 
																		deli 
																		dönen 
																		bir 
																		takım 
																		kayışlarla 
																		kasnakların 
																		çevirdiği 
																		makinelerin 
																		baş 
																		döndürücü 
																		uğultusunda 
																		tohumlu 
																		pamukları 
																		yutup, 
																		tohumsuz 
																		bembeyaz 
																		kusan, 
																		kusulmuş 
																		bembeyaz 
																		pamukları 
																		şaşılacak 
																		bir 
																		hızla 
																		bir 
																		takım 
																		yollardan, 
																		çengellerden 
																		geçirirken, 
																		kıvırıp, 
																		büken, 
																		masuralara 
																		saran, 
																		sarılmış 
																		masuraları 
																		şakırtılı 
																		tezgâhlarda 
																		kola 
																		kokulu 
																		kaymak 
																		gibi bez 
																		haline 
																		getiriveren 
																		bir 
																		güç”tü. 
																		Bu gücün 
																		daha 
																		şimdiden 
																		yüzler, 
																		hattâ 
																		binlerce 
																		insanın 
																		günlerce 
																		çalışıp 
																		ancak 
																		çıkarabileceği 
																		işi 
																		birkaç 
																		saatta 
																		çıkarıverdiğini 
																		görüyor,  
																		“fabrika”ya 
																		karşı 
																		korkulu 
																		bir 
																		hayranlık 
																		duyuyordu. 
																		Yerliler 
																		dilediklerince 
																		“Gâvur 
																		aklı, it 
																		aklı!” 
																		desinler. 
																		Bu 
																		“akıl”ın 
																		günün 
																		birinde 
																		dünyayı 
																		saracağını, 
																		insanlardan 
																		pek 
																		çoğunun 
																		elinden 
																		ekmeğini 
																		alacağını, 
																		onun 
																		dilini 
																		anlamayan, 
																		ona dost 
																		olmayanların 
																		üzerinden 
																		silindir 
																		gibi 
																		geçip 
																		ezeceğini 
																		onunla 
																		dost 
																		olmaktan 
																		başka 
																		çıkar 
																		yol 
																		bulunmadığını 
																		seziyordu.” 
																		(1973: 
																		15-16) 
																		
																		
																		               
																		
																		 
																		
																		Topal 
																		eskicinin 
																		aile 
																		geçmişindeki 
																		bir 
																		“sapma” 
																		olarak 
																		babası, 
																		Adana’daki 
																		Ermenilerle 
																		dostluğu 
																		sayesinde 
																		teknolojiyle 
																		tanışıyor 
																		ama onun 
																		öngörüsü 
																		ve 
																		gelişim 
																		düzeyinde 
																		başka 
																		kimse 
																		olmadığından 
																		(toplumsal 
																		olguların 
																		da 
																		yardımıyla) 
																		ailenin 
																		sınıfsal 
																		konumunda 
																		ve 
																		zihniyetinin 
																		gücündeki 
																		gerileme 
																		devam 
																		eder. 
																		Başka 
																		ilginç 
																		bir 
																		ayrıntı 
																		“Gülbenkyan” 
																		ailesinin 
																		temsil 
																		ettiği 
																		anlamdır. 
																		Modernleşmenin 
																		Çukurova’daki 
																		öncüsü 
																		çoğunlukla 
																		Ermeniler 
																		olurken 
																		yazarın 
																		“yerli” 
																		diye 
																		betimlediği 
																		Müslüman 
																		halk 
																		bildik 
																		muhafazakâr 
																		tepkiler 
																		geliştirir. 
																		Romanın 
																		bakış 
																		açısıyla 
																		“makine 
																		ile dost 
																		olmayanların” 
																		ne hale 
																		geldiği, 
																		Topal’ın 
																		şahsında 
																		gerçekleşmiştir.
																		 
																		
																		Aşağıdaki 
																		alıntıda 
																		da 
																		görüleceği 
																		gibi 
																		kapitalizme 
																		henüz 
																		tam 
																		eklemlenmemiş 
																		tarımın 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahipleri 
																		için 
																		feodal 
																		değerlerin 
																		yeniden 
																		üretilmesi 
																		ve 
																		sürdürülmesinde 
																		daha 
																		önceliklidir. 
																		Topal’ın 
																		dedesi 
																		Resul 
																		Ağa, 
																		oğlundan 
																		beklentilerini 
																		tamamen 
																		gelenek 
																		üzerine 
																		kurar ve 
																		oğlu 
																		(Topal’ın 
																		babası) 
																		ailenin 
																		tarihinde, 
																		okumaktan 
																		teknik 
																		bilgiye  
																		kadar 
																		geniş ve 
																		dışa 
																		açık 
																		dünya 
																		görüşüyle, 
																		ilişkileriyle, 
																		takipçisi 
																		olmadığı 
																		için bir 
																		ilerleme 
																		olarak 
																		değil, 
																		“sapma” 
																		olarak 
																		var 
																		olur. 
																		Zira 
																		ailenin 
																		son 
																		temsilcisi 
																		ya da 
																		romanın 
																		başkarakteri 
																		Topal 
																		Eskici’nin 
																		somut 
																		koşulları, 
																		büyük 
																		baba 
																		Resul 
																		Ağa’nın 
																		feodal 
																		değerlerinin 
																		izlendiğini 
																		ve 
																		yaşanılan 
																		gelişmeler 
																		karşısında 
																		yenilgiyi 
																		gösterir.  
																		Çukurova’daki 
																		kapitalist 
																		tarım 
																		ilişkilerinin 
																		gelişmesi, 
																		önceki 
																		öngörüleri 
																		haklı 
																		çıkarır:
																		 
																		
																		Resul 
																		Ağa’nın 
																		aksine, 
																		Topal 
																		Eskici’nin 
																		farklı 
																		ve 
																		“modern” 
																		babasının 
																		beklentileri 
																		Müslüman 
																		ahalinin 
																		ve 
																		ailesinin 
																		genel 
																		zihniyetinin 
																		çok 
																		ötesindedir: 
																		
																		
																		  
																		
																		
																		“İstiyordu 
																		ki oğlu 
																		bakla 
																		kırı 
																		hâlis 
																		kan Arap 
																		atı, 
																		lâciverdin 
																		hasından 
																		şalvar, 
																		pırıl 
																		pırıl 
																		çizmelerle 
																		hovardalık 
																		âlemlerini 
																		değil, 
																		“Fabrika”yı 
																		sevsin, 
																		onunla 
																		dost 
																		olsun, 
																		dost 
																		olabilmek 
																		için de 
																		onun 
																		dilini 
																		bellesin. 
																		Bellesin 
																		ama 
																		nerde? 
																		Çocuğu 
																		ne dede 
																		bırakıyordu 
																		ne nine 
																		(…) Ne 
																		demekti 
																		mektep 
																		medrese? 
																		Fabrika 
																		ne 
																		demekti? 
																		Dindaşlarını 
																		bir yana 
																		bırakıp 
																		Ermenilerle 
																		düşüp 
																		kalkmak, 
																		gâvurca 
																		bellemek 
																		de ne 
																		oluyordu?” 
																		(1973: 
																		16) 
																		
																		  
																		
																		Topal’ın 
																		babasının 
																		ileri 
																		görüşlülüğü, 
																		zanaata 
																		düşkünlüğü, 
																		teknolojiye 
																		olan 
																		ilgisi, 
																		tehcirden 
																		sonra da 
																		işe 
																		yarar. 
																		Topal 
																		Eskici 
																		de 
																		babasının 
																		Ermeni 
																		arkadaşlarından 
																		kunduracılık 
																		öğrenmiştir.  
																		Kunduracılık 
																		mesleğindeki 
																		terimlere 
																		dikkatli 
																		baktığımızda, 
																		Çukurova 
																		Ermenilerinin 
																		olayların 
																		romanlaştırıldığı 
																		siyasal 
																		ve 
																		ekonomik 
																		dönemde 
																		dış 
																		dünya 
																		ile olan 
																		ilişkilerinin 
																		yanı 
																		sıra, 
																		ayakkabı 
																		atölyesindeki 
																		teknolojinin 
																		bağlantılarını 
																		da 
																		anlayabiliriz: 
																		
																		
																		  
																		
																		
																		“…(Topal) 
																		okul 
																		dönüşlerinde 
																		de çarşı 
																		içine 
																		uğruyor, 
																		babasının 
																		arkadaşı 
																		Dikran 
																		ustanın 
																		kunduracı 
																		dükkânında 
																		birkaç 
																		saat 
																		çalışıyordu. 
																		Çok 
																		geçmeden 
																		en iyi 
																		kundura 
																		malzemesinin 
																		Fransız 
																		köselesi, 
																		Amerikan 
																		vidalası, 
																		İngiliz 
																		ipliği, 
																		İtalyan 
																		yumağını 
																		olduğunu 
																		öğrendi.” 
																		(1973: 
																		17) 
																		
																		  
																		
																		            
																		Topal 
																		Eskici 
																		ve 
																		dedesi 
																		Resul 
																		Ağa, 
																		simgesel 
																		olarak 
																		Çukurova’daki 
																		değişimin 
																		karakterlerinden 
																		ikisidir. 
																		Yazar, 
																		roman 
																		boyunca 
																		dede 
																		Resul 
																		Ağa’yı 
																		daha çok 
																		geri 
																		plânda 
																		tutmasına 
																		rağmen, 
																		Topal 
																		Eskici’yi 
																		zihniyetin 
																		yansıması 
																		ve 
																		temsili 
																		anlamında, 
																		oğluyla 
																		yaşadığı 
																		çelişkiyi, 
																		modernleşme 
																		ve 
																		makineleşme 
																		sürecinde 
																		zamanla 
																		girdiği 
																		zıtlığın, 
																		feodal 
																		değerler 
																		aleyhine 
																		kaybedişindeki 
																		anlatımın 
																		yenik 
																		kahramanına 
																		dönüştürür. 
																		Topal 
																		Eskici’nin 
																		babası 
																		aile 
																		tarihinde 
																		ve 
																		Çukurova’da 
																		Müslüman 
																		ahalinin 
																		yaşanılan 
																		somut 
																		dünyayı 
																		algılamasında 
																		ileri 
																		görüşlü 
																		bireyin 
																		temsili 
																		haline 
																		gelir. 
																		Devamlılık 
																		ve 
																		izlenme 
																		noktasında 
																		feodal 
																		engellerin 
																		ağır 
																		baskısı 
																		sonucu 
																		Resul 
																		Ağa ve 
																		torunu 
																		Topal 
																		Eskici 
																		de, çok 
																		geniş 
																		arazilere 
																		rağmen 
																		çöküşün 
																		dramatik 
																		karakterleri 
																		olurlar.
																		 
																		
																		Topal 
																		Eskici’nin 
																		artık 
																		iyice 
																		gerilediği, 
																		‘düştüğü’, 
																		yaşamının 
																		sonunda 
																		yok 
																		olmaya 
																		yüz 
																		tuttuğu 
																		1940 ve 
																		1950’li 
																		yıllarsa, 
																		sanayinin 
																		modernleşme 
																		ve 
																		makineleşmenin 
																		bütün 
																		değiştirme 
																		gücüyle 
																		Çukurova’daki 
																		toplumsal 
																		ilişkilere 
																		iyice 
																		sirayet 
																		ederek 
																		tüm 
																		yapıyı 
																		çözdüğü 
																		dönemlerdir. 
																		Bu 
																		koşullarda, 
																		geleneksel 
																		hafızanın 
																		sürekli 
																		beslediği 
																		geçmişteki 
																		masalsı 
																		yaşantı 
																		kırıntıları, 
																		Resul 
																		Ağa’dan 
																		başlayarak 
																		torunu 
																		Topal 
																		Eskici’nin 
																		ovada 
																		pamuk 
																		ırgatlığına 
																		başlamasıyla 
																		unutulmak 
																		ya da 
																		biçim 
																		değiştirmek 
																		zorunda 
																		kalır.
																		 
																		
																		  
																		
																		2. 
																		Zenginliğin 
																		değişen 
																		aktörleri
																		 
																		
																		  
																		
																		Orhan 
																		Kemal’in 
																		toplumsal 
																		değişimi 
																		anlatan 
																		romanları, 
																		karakterler, 
																		olayların 
																		tarihi 
																		seyri ve 
																		diyaloglardan 
																		yola 
																		çıkarak 
																		bir 
																		anlam 
																		oluşturmaya 
																		girişir. 
																		Toplumsal 
																		değişim 
																		ve 
																		dönüşümün 
																		tarımdan 
																		sanayiye 
																		kadar 
																		yaşamın 
																		her 
																		nüvesine 
																		işlediği 
																		bir 
																		dönemde 
																		çok 
																		farklı 
																		toplumsal-kültürel 
																		kökenlere 
																		sahip 
																		bireylerin 
																		günün 
																		koşullarının 
																		dayatması 
																		olarak 
																		yeni 
																		anlayışlar 
																		geliştirdiklerini 
																		görmekteyiz. 
																		Eskinin 
																		yerli 
																		güçlü 
																		aktörleri 
																		gelinen 
																		toplumsal 
																		değişim 
																		aşamasında, 
																		kendi 
																		gerilemeleri 
																		bir 
																		tarafa, 
																		“alttan” 
																		gelen 
																		yeni ve 
																		o güne 
																		değin 
																		yabancısı 
																		olmasalar 
																		da 
																		dikkat 
																		etmedikleri 
																		bir 
																		realiteyi 
																		karşılarında 
																		görürler. 
																		Bu 
																		karşılaşmada 
																		kültürel 
																		farklar, 
																		değişik 
																		dünya 
																		algıları 
																		veya 
																		geçmişin 
																		bütün 
																		etkileri 
																		kendini 
																		yeni 
																		ilişkilerde 
																		gösterirken 
																		karşılıklı 
																		olarak 
																		bir 
																		değişim 
																		de 
																		yaşanır.
																		 
																		
																		  
																		
																		2.a. 
																		Aristokratların 
																		düşüşü, 
																		köylülerin 
																		yükselişi: 
																		“Numan 
																		Şerif 
																		Bey” ve 
																		“Kadir 
																		Ağa” 
																		
																		  
																		
																		Bu iki 
																		karakter, 
																		yazarın 
																		“Cemile”(2004) 
																		romanında 
																		Çukurova’da 
																		bir 
																		çırçır 
																		fabrikasındaki 
																		farklı 
																		sınıf ve 
																		kültürel 
																		algıların 
																		günün 
																		kapitalist 
																		ilişkileriyle 
																		karşılaşmasının 
																		anlatımına 
																		dönüşür. 
																		 Numan 
																		Şerif 
																		Bey ve 
																		Kadir 
																		Ağa, 
																		Türkiye’nin 
																		Osmanlı 
																		geçmişi 
																		ve 
																		Cumhuriyet’in 
																		ilk 
																		dönemlerindeki 
																		koşullarının 
																		ekonomik-kültürel 
																		“temsili 
																		aktörü” 
																		olarak 
																		anlatılırlar. 
																		Her 
																		açıdan 
																		birbirine 
																		zıt ve 
																		farklı 
																		kültürel 
																		geçmişin 
																		ürünü 
																		olan 
																		karakterlerin, 
																		kapitalizme 
																		yeni 
																		eklemlenmekte 
																		olan 
																		tarım ve 
																		sanayinin 
																		gelişmesinin 
																		değişmiş 
																		ve 
																		farklılaşmış 
																		yansımaları 
																		olurlar.
																		 
																		
																		Zenginleşen 
																		yeni bir 
																		kesimin 
																		temsilcisi 
																		olarak 
																		Kadir 
																		Ağa 
																		karakteri, 
																		her 
																		haliyle, 
																		köklü 
																		bir 
																		aristokratik 
																		kültürün 
																		temsilcisi 
																		olan 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’le 
																		aynı 
																		fabrikada 
																		ortak 
																		kalacak 
																		kadar 
																		maddi 
																		bir 
																		servet 
																		edinmişken 
																		çok 
																		farklı 
																		anlam 
																		dünyaları 
																		ve zaman 
																		algıları 
																		karşılaşmış 
																		olur. 
																		Romanın 
																		betimlediği 
																		olayların 
																		geçtiği 
																		1930’lar 
																		Çukurova’sı 
																		Kadir 
																		Ağa ve 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		sahibi 
																		oldukları 
																		çırçır 
																		fabrikası 
																		toplumsal 
																		gerçekliğin 
																		küçük 
																		bir 
																		kesitini 
																		yansıtır 
																		mahiyettedir:
																		 
																		
																		  
																		
																		
																		“1934 
																		yılı 
																		Eylül 
																		sonlarının 
																		berrak 
																		bir 
																		gecesiydi. 
																		Kuvvetli 
																		ayın 
																		altında 
																		bembeyaz 
																		pamuk 
																		tarlaları 
																		göz 
																		alabildiğine 
																		uzanıyor, 
																		köyleri 
																		şehre 
																		bağlayan 
																		tozlu 
																		yollarda 
																		kütlü 
																		denilen, 
																		tohumlu 
																		pamuk 
																		hararları 
																		yüklü 
																		Doçlar, 
																		Şevroleler, 
																		Fordlar, 
																		yağsız 
																		tekerleklerinin 
																		gıcırtısı 
																		aydınlık 
																		geceyi 
																		dolduran 
																		öküz, 
																		camız 
																		arabaları, 
																		İnegöl 
																		çift 
																		atlıları, 
																		yüklü 
																		deve 
																		dizileri 
																		şehre 
																		akıyordu.” 
																		(2004: 
																		7)
																		
																		 
																		
																		
																		  
																		
																		
																		               
																		
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey ve 
																		Kadir 
																		Ağa’yı 
																		birlikte 
																		aynı 
																		fabrikada 
																		(bütün 
																		kültürel 
																		farklılık 
																		ve 
																		zıtlıklara 
																		rağmen) 
																		ortak 
																		iktisadi 
																		kaygılar 
																		noktasında 
																		buluşturan 
																		koşullar, 
																		yazarın 
																		yukarıda 
																		tasvir 
																		ettiği 
																		akışın 
																		kendisi 
																		ve kente 
																		doğru 
																		olan 
																		yönüdür. 
																		Çünkü o 
																		yönde 
																		sadece 
																		akan bir 
																		hammadde 
																		(pamuk, 
																		vs.) 
																		yoktur; 
																		onunla 
																		birlikte, 
																		insanlar 
																		da 
																		akmaktadır. 
																		Tarım 
																		ürünlerinin, 
																		kentte 
																		gelişmeye 
																		başlayan 
																		sanayinin 
																		hammaddesi 
																		ve bu 
																		yeni 
																		fabrikalarda 
																		çalışacak 
																		ucuz 
																		işgücünün 
																		bu 
																		akışla 
																		kentlere 
																		doğru 
																		hareketin 
																		yeni 
																		ivme 
																		kazanmaya 
																		başladığı 
																		bir 
																		dönem 
																		söz 
																		konusudur.
																		 
																		
																		            
																		Böyle 
																		bir 
																		sosyal 
																		gerçeklikte 
																		“Patron” 
																		Kadir 
																		Ağa’nın 
																		tipi ve 
																		davranışları 
																		zenginlik 
																		elde 
																		etme 
																		biçimine 
																		paralel 
																		gider. 
																		Adana’ya 
																		çok 
																		yoksul 
																		biri 
																		olarak 
																		gelip 
																		tasarruf 
																		ve 
																		açıkgözlülükle 
																		para 
																		biriktirmiş, 
																		1930’ların 
																		Çukurova’sında 
																		‘sermaye’ 
																		sahibi 
																		olmuştur. 
																		Para 
																		biriktirmenin 
																		kısa 
																		sürede, 
																		bir 
																		fabrikada 
																		patron 
																		(“ağa”) 
																		olacak 
																		şekilde 
																		sonuçlanması 
																		aynı 
																		zamanda 
																		savaş 
																		yıllarının 
																		bir 
																		olgusudur. 
																		Ayrıca, 
																		Orhan 
																		Kemal’in 
																		Çukurova’daki 
																		değişimi 
																		anlatan 
																		romanlarında 
																		kısa 
																		sürede 
																		servet 
																		elde 
																		etmede, 
																		Anadolu’dan 
																		gidenlerin 
																		geride 
																		kalan 
																		malına 
																		mülküne, 
																		yerel 
																		halkın 
																		siyasi 
																		otoriteyle 
																		el ele 
																		verip 
																		sahiplenmesinin 
																		etkisi 
																		olduğuna 
																		çok sık 
																		değinilir.
																		 
																		
																		            
																		Çeşitli 
																		yollarla 
																		elde 
																		edilen 
																		sermayenin 
																		yatırıldığı 
																		önemli 
																		alanlardan 
																		olan 
																		tarıma 
																		dayalı 
																		sanayi 
																		ve 
																		tarım, 
																		uluslararası 
																		piyasayla 
																		yakın 
																		ilişkilere 
																		sahiptir. 
																		Yabancıların 
																		endüstriyel 
																		üretime 
																		katkısı, 
																		teknik 
																		bilgi ve 
																		işletme 
																		mantığı 
																		üzerinedir. 
																		Fakat 
																		burada 
																		da yerli 
																		işçilerin 
																		çalışma 
																		kültürü 
																		ile 
																		Batılı 
																		bir 
																		anlayış 
																		karşı 
																		karşıya 
																		gelir. 
																		Kadir 
																		Ağa ve 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		fabrikasındaki 
																		İtalyan 
																		mühendis, 
																		her 
																		açıdan 
																		geleneksel 
																		zihniyetle 
																		(onun 
																		fabrikadaki 
																		temsilcisi 
																		Ağa ve 
																		işçilerle) 
																		çatışma 
																		halindedir. 
																		Fabrikanın 
																		ortağı 
																		ağa, 
																		İtalyan 
																		mühendis 
																		ve 
																		aristokrat 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey, çok 
																		farklı 
																		zihniyetlerin 
																		temsilcisi 
																		olurlar. 
																		Ağa, bir 
																		şekilde 
																		para 
																		kazanıp 
																		etkili 
																		olan bir 
																		karakterdir; 
																		her 
																		şeyiyle 
																		gelenekseldir 
																		ve 
																		varlıklı 
																		‘cehaleti’ 
																		simgeler. 
																		İtalyan 
																		mühendis, 
																		uluslararası 
																		sermayenin 
																		Türk 
																		sanayisine 
																		olan 
																		nüfuzunu 
																		ve 
																		Batılı 
																		akla 
																		göndermede 
																		bulunurken, 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey, 
																		kendi 
																		sınıfının 
																		son 
																		temsilcilerinden 
																		biri 
																		olarak 
																		ağayı 
																		kendine 
																		ortak 
																		alacak 
																		kadar 
																		zayıflamış, 
																		kültürlü 
																		ve 
																		sayıca 
																		azalmakta 
																		olan bir 
																		aristokratın 
																		göstereni 
																		olur.    
																		
																		            
																		En 
																		“değersiz” 
																		fakat 
																		para 
																		anlamında 
																		gücü 
																		olan 
																		ağa, 
																		aristokratik 
																		geçmişe 
																		saygı 
																		duymakla 
																		birlikte 
																		her 
																		zaman 
																		‘rasyonel’ 
																		kararların 
																		olmasını 
																		kendi 
																		çıkarı 
																		adına 
																		onaylamaz. 
																		Kadir 
																		Ağa 
																		fabrikada 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		getirdiği 
																		İtalyan 
																		mühendise 
																		ve onun 
																		temsil 
																		etme 
																		iddiasında 
																		olduğu 
																		bürokratik 
																		ve 
																		‘endüstriyel 
																		akıl’a 
																		da 
																		karşıdır. 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		aristokratik 
																		gücü ve 
																		statüsünden 
																		dolayı 
																		(ortağı 
																		olmasına 
																		rağmen) 
																		aralarında 
																		gerçek 
																		bir 
																		‘sınır’ 
																		ve 
																		mesafe 
																		vardır. 
																		Kadir 
																		Ağa, 
																		artık 
																		“fazla” 
																		olarak 
																		gördüğü 
																		ama 
																		açıktan 
																		karşı 
																		çıkma 
																		gücünü 
																		kendinde 
																		(henüz) 
																		bulamadığı 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		elindeki 
																		bütün 
																		hisseleri 
																		de almak 
																		istemektedir 
																		ve artık 
																		bunu 
																		yapabilecek 
																		parasal 
																		gücü de 
																		vardır.
																		 
																		
																		            
																		Romandaki 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey 
																		karakteriyse 
																		sayıları 
																		ve 
																		etkinliği 
																		giderek 
																		azalan 
																		bir 
																		sınıfın 
																		üyesi ve 
																		temsilcisi 
																		olmasının 
																		yanında 
																		dışa 
																		açık, 
																		eğitimli, 
																		aristokrat 
																		kökenli 
																		bir 
																		kapitalisttir. 
																		İtalyan 
																		mühendisi 
																		de o 
																		getirmiştir. 
																		İşçilerin 
																		geleneksel 
																		davranışlarından 
																		kaynaklanan 
																		şikâyetlerini 
																		(özellikle 
																		İtalyan 
																		mühendisle 
																		ilgili), 
																		onlarda 
																		bulunmayan 
																		özelliklere 
																		dayandırarak 
																		reddeder. 
																		Sadece 
																		işçilerle 
																		değil, 
																		aynı 
																		zamanda 
																		ortağı 
																		Kadir 
																		Ağa’yla 
																		da 
																		çelişkisi 
																		vardır. 
																		
																		            
																		İtalyan 
																		mühendis 
																		rasyonel 
																		çıkar 
																		ilişkilerinin 
																		dışındaki 
																		işleyişe 
																		‘yabancı’ 
																		biri 
																		olarak 
																		betimlenir. 
																		İpliğin 
																		sürekli 
																		kopması 
																		için 
																		dokuma 
																		tezgahlarına 
																		atılan 
																		zımpara 
																		tozunun 
																		farkında 
																		değildir. 
																		Ustabaşılar, 
																		eski 
																		geleneksel 
																		düzendeki 
																		rahatlarına 
																		kavuşmak 
																		adına, 
																		rasyonel 
																		işleyişin 
																		temsilcisi 
																		olarak 
																		görülen 
																		mühendisin 
																		gitmesi 
																		için 
																		tuzaklar 
																		kurarlar. 
																		Bu durum 
																		Ağa’nın 
																		da 
																		çıkarınadır: 
																		
																		           
																		 
																		
																		
																		                
																		  “-Sana 
																		diyom…Ağnadın 
																		mı? (…) 
																		
																		
																		-Lafıma 
																		eyi 
																		kulak 
																		vir... 
																		İtalyan’ın 
																		ayağı 
																		böyle 
																		alınmaz! 
																		(…) 
																		
																		
																		-Elimden 
																		gelse, 
																		bi gaşık 
																		suda 
																		boğarım 
																		dümbüğü! 
																		Amma 
																		asıl 
																		zorum 
																		ötekinde, 
																		onu 
																		burya 
																		getirende…Ağnadın 
																		mı? 
																		
																		
																		-Anladım 
																		ağa… 
																		
																		
																		-Numan 
																		Bey, 
																		Numan 
																		Bey…Ne 
																		Avrupa’sını 
																		kor, ne 
																		Emelike’sini. 
																		Sıfatını 
																		görmüyon 
																		mu? 
																		Gâvırdan 
																		farkı 
																		var mı? 
																		(…) 
																		
																		
																		-…Nedir 
																		öyle..Muhasebeyi 
																		mektepli 
																		memurnan 
																		doldurdu. 
																		Eskiden 
																		iki üç 
																		kâtip…İş 
																		gene bu 
																		işti, 
																		hesap 
																		gene bu 
																		hesap 
																		kitaptı…” 
																		(2004: 
																		30) 
																		
																		
																		             
																		
																		 
																		
																		            
																		Değişen 
																		koşullardaki 
																		bir 
																		başka 
																		durum 
																		da, 
																		geleneksel 
																		saygınlık 
																		ölçütlerinin 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		kişiliğinde 
																		anlatılan 
																		etkinliğidir. 
																		Fakat 
																		işleyiş 
																		aristokratla 
																		aleyhine 
																		doğru 
																		gelişmektedir. 
																		Ağa ile 
																		ortak 
																		olacak 
																		kadar 
																		para 
																		yönünden 
																		zayıflamış 
																		ya da 
																		‘cahil’ 
																		köylüler 
																		ona 
																		ortak 
																		olacak 
																		kadar 
																		zenginleşmiş… 
																		Nasıl 
																		okunursa 
																		okunsun, 
																		yeni bir 
																		dönemin 
																		başladığı 
																		apaçıktır. 
																		Bu 
																		değişim, 
																		aynı 
																		zamanda 
																		paranın 
																		gücünün 
																		eğitimliler 
																		ve 
																		aristokratlarla 
																		karşılaşmasının 
																		sürecidir.
																		 
																		
																		            
																		Kadir 
																		Ağa’nın 
																		modern 
																		bir 
																		işletmedeki 
																		geleneksel 
																		ilişkileri 
																		temsil 
																		eden 
																		yönü, 
																		eğitime 
																		karşı da 
																		kendini 
																		gösterir. 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’le 
																		özdeşleştirdiği 
																		eğitime, 
																		kültüre 
																		daha 
																		önemlisi 
																		bürokratik 
																		rasyonaliteye 
																		karşıdır. 
																		Eğitim 
																		ya da 
																		onunla 
																		gelen 
																		profesyonel 
																		meslek 
																		sahipliği 
																		her 
																		zaman 
																		karşısında, 
																		geleneksel 
																		zihniyetin 
																		en güçlü 
																		temsilcisi 
																		olan 
																		Ağa’yı 
																		bulmaktadır. 
																		Bu 
																		ekonomik 
																		ve 
																		toplumsal 
																		bir 
																		statü 
																		hesaplaşmasına 
																		dönüşür: 
																		
																		  
																		
																		
																		“ 
																		..döndü. 
																		Ağaydı.(…) 
																		Kâtip 
																		kekeledi:
																		
																		 
																		
																		
																		-Meşguldüm 
																		efendim, 
																		görmedim, 
																		affedersiniz. 
																		
																		
																		-Meşguldün 
																		gormedin. 
																		Meşgullüğünüzden 
																		beni 
																		ehya 
																		ettiniz. 
																		Siz 
																		yokken 
																		bu 
																		palikenin 
																		hesabını 
																		kitabını 
																		duvarlara 
																		yazdırırdım 
																		ben. 
																		Gene de 
																		işim 
																		yörürdü. 
																		Ne bu 
																		masebe 
																		musabe, 
																		defter, 
																		kalem 
																		vırt 
																		zırt…Fuzuli 
																		masraf..” 
																		(2004: 
																		33) 
																		
																		
																		  
																		
																		            
																		Romanda 
																		dikkati 
																		çeken 
																		iki 
																		kavram 
																		daha 
																		vardır: 
																		“Bey” ve 
																		“Ağa”. 
																		Birincisi, 
																		soyluluk, 
																		kültür, 
																		gerileme 
																		ve 
																		çöküşü 
																		simgelerken; 
																		ikincisi, 
																		yerellik, 
																		“cahillik” 
																		yeni 
																		zenginleşme 
																		ve 
																		yükselişe 
																		göndermede 
																		bulunur. 
																		 Romandaki 
																		dikkat 
																		çekici 
																		başka 
																		bir 
																		anlam 
																		kutuplaşması 
																		da, akıl 
																		dışı 
																		olanların, 
																		ikiyüzlü, 
																		düzenbaz, 
																		geleneksel 
																		ve cahil 
																		olarak 
																		resmedilmeleridir. 
																		Onlarda 
																		gelenekselin 
																		bütün 
																		tutuculuğu 
																		da 
																		hissedilir.
																		 
																		
																		            
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’le 
																		Kadir 
																		Ağa’nın 
																		ortaklığı, 
																		romansal 
																		kurguyla 
																		anlatılmaya 
																		çalışılan 
																		ekonomik 
																		bir 
																		gösterge 
																		olarak 
																		sosyo-kültürel 
																		farkları 
																		kapatmaya 
																		yetmeyen 
																		bir 
																		öğedir. 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		geçmişi 
																		yeni 
																		güçlenen 
																		köy 
																		kökenli 
																		zenginlerle 
																		çelişir. 
																		Fakat bu 
																		ortaklık 
																		iktisadi 
																		olmaktan 
																		öte, 
																		çöküşe 
																		geçen 
																		eski 
																		aristokrat- 
																		zengin 
																		sınıfın, 
																		bu 
																		çöküşü 
																		yavaşlatmak 
																		adına 
																		yeni 
																		zenginlerle 
																		kurdukları 
																		bir 
																		zorunlu 
																		ittifaktır. 
																		Farklar, 
																		eski 
																		sınıf 
																		adına 
																		“can 
																		sıkıcı” 
																		da olsa 
																		toplumsal 
																		koşulların 
																		zorunluluğu 
																		daha 
																		belirleyici 
																		bir hal 
																		alır: 
																		
																		
																		  
																		
																		
																		“ Önüne 
																		bir 
																		tomar 
																		parşömen 
																		çeken 
																		ağa, 
																		yeni 
																		öğrendiği 
																		imzasını 
																		atmaya 
																		başladı. 
																		Bu 
																		imzalar, 
																		birbirine 
																		paralel 
																		dört beş 
																		çizgiydi. 
																		Elinde 
																		pırıl 
																		pırıl 
																		stilo, 
																		gözünde 
																		gözlük, 
																		imza 
																		işine 
																		öyle 
																		dalmıştı 
																		ki, 
																		kapının 
																		açılıp 
																		ortağı 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		içeri 
																		girdiğinin 
																		bile 
																		farkında 
																		olmadı. 
																		Cahil 
																		ortağını 
																		kapıda 
																		uzun 
																		uzun 
																		seyrettikten 
																		sonra 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey: 
																		
																		
																		-Ulan, 
																		ulan 
																		Kadir.. 
																		Hani 
																		yakışmıyor 
																		da değil 
																		ha! Bir 
																		yabancı 
																		görse 
																		seni 
																		sahiden 
																		de genel 
																		müdür 
																		sanır! 
																		Kelle, 
																		kulak, 
																		heybet…” 
																		(2004: 
																		42) 
																		
																		
																		  
																		
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		sosyal 
																		kökeni, 
																		yaşama 
																		bakışı, 
																		sınıfsal 
																		davranışları 
																		ve 
																		kültürel 
																		donanımı 
																		da Kadir 
																		Ağa’yla 
																		iktisadi 
																		ortaklığın 
																		diğer 
																		alanlarda 
																		birbirini 
																		pek 
																		tamamlamadığını 
																		göstermektedir. 
																		Koşullar 
																		sadece 
																		iktisadi 
																		bir 
																		işbirliğini 
																		gerektirmektedir. 
																		Dolayısıyla, 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		ortağından 
																		sözünü 
																		ettiğimiz 
																		farklı 
																		olan 
																		dünyası 
																		hiçbir 
																		şekilde 
																		aynı 
																		zeminde 
																		karşılaşamayacak 
																		niteliklere 
																		sahiptir: 
																		
																		  
																		
																		
																		“Karakulakzadelerin 
																		eksiksiz 
																		konağında 
																		gözlerini 
																		dünyaya 
																		açan 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey, 
																		bütün 
																		ömrü 
																		boyunca 
																		hesapsız 
																		bir 
																		refah 
																		içinde 
																		yaşamış, 
																		elli beş 
																		yaşlarında, 
																		gerçekten 
																		bir 
																		erkek 
																		güzeliydi. 
																		Yaşamasını, 
																		yemesini, 
																		içmesini, 
																		oturup 
																		kalkmasını, 
																		görüşüp 
																		konuşmasını 
																		gayet 
																		iyi 
																		bilir, 
																		yalnızca 
																		Türkçeyle 
																		değil, 
																		İtalyanca, 
																		Fransızca 
																		ve 
																		Almanca’yla 
																		da 
																		derdini 
																		anlatabilirdi. 
																		İstanbul’da 
																		yazlık, 
																		kışlık 
																		köşkleri, 
																		bir de 
																		yalısı 
																		vardı. 
																		Köşklerinin, 
																		apartman 
																		ve 
																		yalısının 
																		bütün 
																		duvarlarında 
																		Paris’ten, 
																		Londra’dan 
																		getirtilmiş 
																		çeşitli 
																		tablolar 
																		asılıydı. 
																		(…) 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey, 
																		özellikle 
																		divan 
																		şiirine 
																		düşkün; 
																		şapkayı 
																		fes, 
																		Türkçe’yi 
																		Osmanlıca 
																		sayıp bu 
																		dünyanın 
																		hay huyu 
																		içinde 
																		eski 
																		günleri 
																		tahayyülden 
																		zevk 
																		alan 
																		dostlarıyla 
																		mehtâp 
																		âlemlerine 
																		çıkardı. 
																		Her yıl 
																		hayır 
																		cemiyetlerine 
																		ödediği 
																		binlerce 
																		liradan 
																		başka, 
																		evinin 
																		kapısını 
																		çalan 
																		hiçbir 
																		fukarayı 
																		tersyüz 
																		çevirtmez, 
																		para, 
																		yiyecek, 
																		eski şu 
																		bu 
																		verdirir, 
																		hatta 
																		fazla 
																		ihtiyar 
																		olanları 
																		salona 
																		çıkartıp 
																		karşısına 
																		oturtarak, 
																		altın 
																		yaldızlı 
																		fincanlarla 
																		kahve 
																		ikram 
																		eder, 
																		görüşür, 
																		konuşur, 
																		giderken 
																		de 
																		ihtiyarın 
																		kuru 
																		avucuna 
																		bir 
																		miktar 
																		para 
																		bırakırdı. 
																		” 
																		 (2004: 
																		42) 
																		
																		
																		  
																		
																		      
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		bu 
																		betimlenmesiyle 
																		yeni 
																		zenginleşen 
																		sınıfın, 
																		kurnazlığını 
																		ve ayak 
																		oyunlarını 
																		anlamayacak 
																		kadar 
																		“üst” 
																		sınıftan 
																		bir 
																		karakter 
																		portresi 
																		ortaya 
																		çıkar. 
																		Aynı 
																		coğrafyada 
																		ve aynı 
																		zaman 
																		dilimi 
																		içerisinde 
																		çok 
																		farklı 
																		kültürel 
																		kodların 
																		taşıyıcıları 
																		olan iki 
																		birey 
																		söz 
																		konusudur.
																		 
																		
																		
																		           
																		
																		Olay 
																		örgüsünün 
																		sonuna 
																		doğru
																		
																		Kadir 
																		Ağa’nın 
																		işçiler 
																		üzerinden 
																		İtalyan 
																		mühendise, 
																		dolayısıyla 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’e 
																		karşı 
																		olan 
																		niyetleri 
																		kısa 
																		süre 
																		sonra 
																		ortaya 
																		çıkar. 
																		Ağa’nın 
																		her 
																		zaman 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		geçmişine 
																		ve 
																		sınıfsal 
																		durumuna 
																		karşı 
																		gösterdiği 
																		bir 
																		çekingenlik, 
																		bir 
																		‘eziklik’ 
																		söz 
																		konusudur. 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		tavırları, 
																		iktisadi 
																		ve somut 
																		zayıflığa 
																		paralel 
																		gitmeyen 
																		bir 
																		yaptırıma 
																		sahiptir. 
																		İktisadi 
																		“eşitliğine” 
																		rağmen, 
																		kültürel 
																		ya da 
																		toplumsal 
																		bir güç 
																		olma 
																		yolundaki 
																		Kadir 
																		Ağa’nın 
																		karşısında 
																		aristokrat 
																		kökenli 
																		bir 
																		farklılık 
																		olarak 
																		uzanır. 
																		Fakat 
																		bunun 
																		gibi 
																		geleneksel 
																		tutumlara 
																		rağmen, 
																		iktisadi 
																		gücün 
																		bütün 
																		toplumsal 
																		statüleri 
																		ve 
																		değerleri 
																		sarsıcı 
																		etkisinin 
																		ayak 
																		sesleri 
																		duyulmaktadır.
																		 
																		
																		         
																		  
																		
																		2.b. 
																		 Servetin 
																		eski ve 
																		yeni 
																		biçimi: 
																		“Paşazade 
																		Hakkı 
																		Bey” ve 
																		“Nedim 
																		Ağa” 
																		
																		  
																		
																		
																		        
																		
																		Yazarın 
																		“Kanlı 
																		Topraklar”(1972) 
																		romanındaki 
																		bu iki 
																		karakter, 
																		toplumsal 
																		değişmenin 
																		bireylerin 
																		yaşamı 
																		üzerindeki 
																		etkilerini 
																		görmek 
																		bakımından 
																		önemlidir. 
																		“Cemile” 
																		romanındaki 
																		Kadir 
																		Ağa ve 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’in 
																		dönem ve 
																		olay 
																		örgüsü 
																		olarak 
																		devamı 
																		gibidir. 
																		Çukurova’da 
																		veya 
																		kırsal 
																		kesimdeki 
																		zengin 
																		kesimlerin 
																		mülk 
																		edinme, 
																		onu 
																		kullanma 
																		ve genel 
																		zihniyet 
																		yapılarını 
																		anlamamız 
																		açısından 
																		önemli 
																		ipuçları 
																		taşımaktadır. 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey 
																		aristokratik 
																		değerlerine 
																		karşın 
																		kapitalist 
																		ilişkilere 
																		eklemlenirken 
																		Paşazade 
																		Hakkı 
																		Bey, çok 
																		geniş 
																		arazilerin 
																		tapudaki 
																		sahibi 
																		olarak 
																		aynı 
																		başarıyı 
																		gösteremez. 
																		Sanayinin 
																		gücü 
																		dönüşüm 
																		yeteneği 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey’i 
																		bütün 
																		zayıflamış 
																		haliyle 
																		bir süre 
																		daha 
																		yaşatır. 
																		Fakat 
																		sadece 
																		toprak 
																		sahipliğine 
																		dayanan 
																		servet 
																		biçimi 
																		için her 
																		zaman 
																		aynı 
																		şeyi 
																		söylemek 
																		zordur. 
																		
																		         
																		Roman 
																		örgüsündeki 
																		Nedim 
																		Ağa, 
																		Cumhuriyet 
																		hükümetleri 
																		dönemindeki 
																		‘fırsatlarla’  
																		zenginleşen, 
																		servet 
																		edinen 
																		biri 
																		iken, 
																		Paşazade 
																		Hakkı, 
																		19.yüzyıl 
																		Osmanlı 
																		paşalarından 
																		birinin 
																		vârisi 
																		olarak, 
																		sahip 
																		olduğu 
																		büyük 
																		arazileri 
																		peyderpey 
																		satan ya 
																		da 
																		kaybeden, 
																		artık 
																		çöküşe 
																		geçen, 
																		zayıflayan, 
																		azalan, 
																		ayrıcalıklı 
																		eski 
																		zümrenin 
																		bir 
																		ferdidir. 
																		Yazarın 
																		anlatımından 
																		bu iki 
																		karakterin 
																		‘temsil’ 
																		imkânlarıyla 
																		birlikte, 
																		dönemle 
																		ilgili 
																		sosyolojik 
																		anlamlarla 
																		da 
																		karşılaşırız. 
																		
																		         
																		Çırçır 
																		fabrikasının 
																		sahibi 
																		Nedim 
																		Ağa, 
																		bütün 
																		davranışlarıyla 
																		geleneksel 
																		bir 
																		tiptir 
																		ve 
																		dönemin 
																		tek 
																		partisi 
																		olan 
																		CHP’ye 
																		karşı 
																		zorunlu 
																		bir 
																		bağlılık 
																		gösterir. 
																		Modernleşmenin 
																		Cumhuriyet 
																		dönemindeki 
																		siyasi 
																		aktörü 
																		CHP ve 
																		onun il 
																		yöneticisi 
																		(yani 
																		partinin-devletin 
																		yerel 
																		temsilcisi) 
																		o dönem 
																		Çukurova’sında 
																		ciddi 
																		bir 
																		güçtür. 
																		Bu gücün 
																		1930’ların 
																		hangi 
																		tip yeni 
																		sermayedarlar 
																		üzerinde 
																		nasıl 
																		işlediğini 
																		aşağıdaki 
																		alıntıdan 
																		anlamak 
																		mümkündür: 
																		
																		  
																		
																		
																		“Saçı 
																		sakalı, 
																		bıyığı 
																		filan 
																		iyice 
																		ağarmış 
																		fabrika 
																		sahibi, 
																		kısa 
																		boylu, 
																		dolgun 
																		bir 
																		adam, 
																		tül 
																		perdeleri 
																		inik 
																		odasında, 
																		maroken 
																		kanepeye 
																		boylu 
																		boyunca 
																		uzanmış, 
																		çıplak 
																		ayaklarını 
																		da 
																		buzdolabına 
																		sokmuştu.(…) 
																		Ceviz 
																		masası 
																		üzerindeki 
																		telefon 
																		çalınca 
																		uzandığı 
																		yerden 
																		kalkıp 
																		masaya 
																		geçti, 
																		kulaklığı 
																		aldı 
																		.(…) 
																		Telefonun 
																		öbür 
																		ucundaki, 
																		parti il 
																		başkanıydı. 
																		Gene kim 
																		bilir 
																		hangi 
																		hayır 
																		cemiyeti 
																		yararına 
																		tertiplenmiş 
																		balo 
																		biletlerinden 
																		elli 
																		tane 
																		sokmaya 
																		çalışıyordu. 
																		Nedim 
																		Ağa 
																		içinden 
																		öfkeli 
																		bir 
																		lâhavle 
																		geçirdikten 
																		sonra: 
																		
																		
																		-Emredin 
																		beyim, 
																		dedi. 
																		Derhal. 
																		Şimdiye 
																		kadar 
																		hangi 
																		emrinizi 
																		yerine 
																		getirmedi 
																		Nedim 
																		Kulunuz? 
																		
																		
																		Telefondaki 
																		kalın, 
																		sindirici 
																		ses, 
																		çokluk 
																		olduğunca 
																		gene 
																		yarı 
																		şaka 
																		kaba bir 
																		küfür 
																		savurmuştu.(…) 
																		(Nedim 
																		Ağa 
																		telefonu 
																		kapattıktan 
																		sonra) 
																		
																		
																		-Ben de 
																		senin 
																		avradını, 
																		deyyus. 
																		Partiniz 
																		başınızda 
																		paralansın 
																		işallah!
																		
																		 
																		
																		
																		Nedim 
																		Ağa için 
																		bundan 
																		başka 
																		yapacak 
																		şey 
																		yoktu 
																		parti 
																		ileri 
																		gelenlerine 
																		karşı. 
																		Çünkü bu 
																		şimdi 
																		ceviz 
																		masasında 
																		il idare 
																		başkanıyla 
																		konuştuğu 
																		fabrikayı 
																		yıllar 
																		önce 
																		Emvali 
																		Metruke’den, 
																		gene bu 
																		parti 
																		mebusu, 
																		hatırlı 
																		birinin 
																		yardımıyla 
																		ucuzca 
																		satın 
																		almış, 
																		yıllar 
																		yılı da 
																		geliştirip 
																		büyütmüştü. 
																		Particilerin 
																		elinde 
																		bir 
																		çeşit 
																		Demokles’in 
																		kılıcıydı 
																		bu 
																		fabrika. 
																		Kafaları 
																		kızdı mı 
																		elinden 
																		alıverecekler 
																		gibi 
																		geliyor, 
																		geceleri 
																		uykuları 
																		kaçıyordu. 
																		(.. Bir 
																		gün yine 
																		buna 
																		benzer 
																		bir balo 
																		bileti 
																		yüzünden, 
																		parti il 
																		başkanı) 
																		
																		
																		“-…ulan 
																		yazının 
																		yarım 
																		pabuçlusu, 
																		demişti. 
																		“Çukurova’ya 
																		ayağının 
																		çarığıyla 
																		gelip, 
																		yıllar 
																		yılı 
																		omzunda 
																		halı 
																		dolaştığın 
																		günleri 
																		ne 
																		çabuk  
																		unuttun? 
																		Bu 
																		fabrikayı 
																		baban mı 
																		yaptırdıydı? 
																		Ermeni 
																		malı. 
																		Partimizn 
																		sayesinde 
																		eline 
																		geçirip 
																		palazlanınca, 
																		sana onu 
																		temin 
																		edenlere 
																		karşı 
																		yan mı 
																		çiziyorsun? 
																		Kafamı 
																		kızdırma, 
																		bir 
																		kulpunu 
																		bulur 
																		elinden 
																		alıveririm 
																		ha!” 
																		(1972: 
																		19-20) 
																		
																		
																		  
																		
																		Çukurova’da 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahibi 
																		ağaların 
																		bir 
																		kısmı 
																		fabrika 
																		patronu 
																		olmaya 
																		doğru 
																		değişmektedirler. 
																		Servet 
																		edinme 
																		biçimleri 
																		arasındaki 
																		“Emval-i 
																		Metruke”den 
																		elde 
																		edilenlerin 
																		miktarı 
																		hiç de 
																		azımsanacak 
																		nitelikte 
																		değildir. 
																		Bu tür 
																		bir 
																		zenginleşme 
																		olgusu, 
																		Nedim 
																		Ağa gibi 
																		patronların 
																		sürekli 
																		devlet 
																		ya da 
																		parti 
																		kontrolünde 
																		olmasını 
																		da 
																		beraberinde 
																		getirir. 
																		Servet 
																		edinenler 
																		zaman 
																		zaman 
																		şikâyetçi 
																		olsalar 
																		da, kısa 
																		sürede 
																		elde 
																		edilen 
																		meblağ 
																		sayesinde, 
																		bu 
																		cendere 
																		hoş 
																		görülür. 
																		
																		Özellikle 
																		Çukurova’daki 
																		yeni 
																		zenginler 
																		ve 
																		zenginleşme 
																		biçimleri, 
																		Türkiye’nin 
																		gerçekliğiyle 
																		örtüşen 
																		estetik 
																		yansıtmalar 
																		olur. 
																		Orhan 
																		Kemal’in 
																		gerçekçi 
																		romancılığında, 
																		tarihsel 
																		toplumsal 
																		koşulların 
																		etkilerini, 
																		onların 
																		‘estetize 
																		edilen’ 
																		yönleriyle 
																		çok sık 
																		karşılarız.
																		 
																		
																		Fabrika 
																		kâtibi 
																		ve 
																		kantarcı, 
																		Nedim 
																		Ağa’yı 
																		konuşmaktadırlar: 
																		
																		  
																		
																		
																		“Nedim 
																		Ağa’nın 
																		cemaziyülevvelini 
																		bilir  
																		misin? 
																		(…) 
																		Nedim 
																		Ağa’nın 
																		ayaklarını 
																		sokup 
																		serinlediği 
																		buzdolabının 
																		fiyatı, 
																		senin 
																		bir 
																		yılda 
																		kazandığından 
																		çok! 
																		Elifi 
																		görse 
																		mertek 
																		sanır 
																		halbuki…  
																		(…) 
																		Peki, 
																		nasıl 
																		tutmuş 
																		yükünü o 
																		zaman? 
																		(…) 
																		
																		
																		-Vallaha 
																		anlatırlardı 
																		bir 
																		şeyler 
																		ya… 
																		Ermeni 
																		tehcirinde 
																		kumaş 
																		mağazasına 
																		mı 
																		konmuş? 
																		Adam mı 
																		boğazlamış 
																		kendi 
																		gibilerle 
																		bir 
																		olup? 
																		
																		
																		-İkisi 
																		de var. 
																		(…) 
																		Bunlar 
																		Kayseri 
																		köylülerinden 
																		her yıl 
																		Çukurova’ya 
																		yüzlerce 
																		inenlerden… 
																		bu Nedim 
																		Ağa 
																		onlardan 
																		işte. O 
																		zaman 
																		malum 
																		ya, 
																		Ermeniler, 
																		Rumlar 
																		ticareti 
																		ellerine 
																		almış, 
																		Osmanlıyı 
																		veryansın 
																		soyuyorlar. 
																		Derken 
																		Sultan 
																		Hamit’i 
																		indiriyorlar. 
																		Meşrutiyet. 
																		İttihat 
																		ve 
																		Terakki. 
																		Milli 
																		zengin 
																		yetiştirme 
																		modası. 
																		Ardından 
																		Ermeni 
																		tehciri. 
																		Bu 
																		Nedim’in 
																		patronu 
																		çorbacı 
																		da 
																		Ermeni 
																		ya, 
																		kaçacak 
																		Türkiye’den. 
																		Aman 
																		Nedim 
																		demiş, 
																		ben seni 
																		severim 
																		mert 
																		adamsın 
																		(…) Sen 
																		mallarımın 
																		başına 
																		geç. 
																		Benim 
																		yerime 
																		işleri 
																		idare 
																		et. 
																		Kazan. 
																		Ye, iç, 
																		helal 
																		olsun. 
																		Bana da 
																		ne 
																		gönderirsen 
																		artık…(…) 
																		
																		
																		-Sonra 
																		heriflere 
																		haklarını 
																		göndermiş 
																		mi?” 
																		(1972: 
																		102-103) 
																		
																		
																		  
																		
																		Romanda 
																		karşımıza 
																		çıkan 
																		başka 
																		bir 
																		gerçeklik, 
																		zenginliğin 
																		toprakla 
																		olan 
																		bağının 
																		insanların 
																		düşüncesindeki 
																		köklerinin 
																		çok 
																		derinlere 
																		uzandığıdır. 
																		Osmanlı’dan 
																		kalan 
																		mesleklerin 
																		uyruklara 
																		göre 
																		paylaşımını, 
																		Müslüman 
																		halkın 
																		çiftçiliğe, 
																		toprağa 
																		verdiği 
																		önemi 
																		burada 
																		da 
																		görürüz. 
																		Arzulanan 
																		hep 
																		toprak 
																		sahibi 
																		olmaktır. 
																		Fabrika, 
																		nakit 
																		para, 
																		yeni 
																		zenginlerin 
																		hayattaki 
																		tedirginliklerini 
																		ortadan 
																		kaldırmaz. 
																		Bunun 
																		için 
																		satılacak 
																		büyük 
																		araziler 
																		Nedim 
																		Ağa’yı 
																		heyecanlandırır.
																		 
																		
																		Yıkımdan 
																		geride 
																		kalanları 
																		paylaşırken 
																		CHP’nin 
																		faydasını 
																		gören 
																		Nedim 
																		Ağa ve 
																		onun 
																		gibi 
																		yeni 
																		zengin 
																		kesim, 
																		artık 
																		iyice 
																		palazlanmaya 
																		başladıklarından 
																		CHP’ye 
																		veryansın 
																		etmekte 
																		ve 
																		içlerindeki 
																		Serbest 
																		Fırka 
																		taraftarlığını 
																		dile 
																		dökmektedirler: 
																		
																		  
																		
																		
																		“-…Bunca 
																		malın 
																		mülkün, 
																		fabrikan 
																		var da 
																		Allahtan 
																		bir 
																		Hacca 
																		gidebilip 
																		Hacı 
																		oldun 
																		mu? 
																		
																		
																		Nedim 
																		Ağa da 
																		ilk defa 
																		kızdı: 
																		
																		
																		-Olamadımsa 
																		suç 
																		benim 
																		mi? 
																		
																		
																		-Kimin 
																		ya? 
																		
																		
																		-Kimin 
																		olacak, 
																		Hacca 
																		izin 
																		vermeyen 
																		hükümetin! 
																		(…) 
																		İstekleri 
																		bitmiyor, 
																		dedi. Ah 
																		şu Fethi 
																		Bey, ah 
																		şu 
																		Serbest 
																		Fırka…O 
																		zaman 
																		allem 
																		edip 
																		kallem 
																		edip 
																		kapamayalardı 
																		şimdiye 
																		bu 
																		belâlar 
																		başımıza 
																		gelmezdi!” 
																		(1972: 
																		227) 
																		
																		  
																		
																		1930’larda 
																		yaşanan 
																		ekonomik 
																		ve 
																		siyasal 
																		gelişmelerin 
																		sonucunda 
																		bütün 
																		zenginlikler 
																		yeni 
																		anlamlara 
																		sahip 
																		olur. 
																		 Bu 
																		sürecin 
																		içinde 
																		Osmanlı’dan 
																		Cumhuriyet’e 
																		uzanan 
																		çizgide 
																		çok 
																		hızlı 
																		ekonomik 
																		gelişmeler 
																		yanında 
																		hızlı 
																		sınıfsal 
																		çözülmelerin 
																		de 
																		yaşandığını 
																		daha 
																		önce de 
																		belirtmiştik. 
																		İşte bu 
																		çözülme 
																		ve 
																		düşüşe 
																		en iyi 
																		örneklerden 
																		biri 
																		Paşazade 
																		Hakkı 
																		karakteridir. 
																		Hakkı 
																		Bey, 
																		onun 
																		sahip 
																		olduğu 
																		ama onun 
																		nazarında 
																		bir 
																		kıymeti 
																		olmayan 
																		toprakların 
																		elden 
																		çıkarılmasında 
																		ellerine 
																		geçecek 
																		parsaların 
																		hesabını 
																		yapan 
																		etrafındaki 
																		insanlara 
																		hiç 
																		benzemeyen 
																		biridir. 
																		O, yerli 
																		ve bir 
																		“yabancı”dır. 
																		Yaşamı, 
																		değerleri 
																		ve 
																		felsefesiyle 
																		farklı, 
																		artık 
																		her 
																		anlamda, 
																		tükenen, 
																		çözülen, 
																		gerileyen 
																		bir 
																		sınıfın 
																		son 
																		temsilcisidir. 
																		Yerini 
																		ve 
																		zenginliğini, 
																		onun 
																		etrafında 
																		dolananların 
																		uzaktaki 
																		benzerlerine 
																		bırakmak 
																		üzeredir: 
																		
																		  
																		
																		
																		 “Sultan 
																		Hamit 
																		sivil 
																		paşalarından 
																		birinin 
																		torunuydu. 
																		(…) 
																		Dedesi, 
																		hürriyet 
																		fikirlerinden 
																		korkulduğu 
																		için, 
																		Payitaht’tan 
																		uzaklaştırılmıştı. 
																		Diyarbakır, 
																		Halep, 
																		Beyrut 
																		gibi, 
																		Osmanlı 
																		mülkünün 
																		en büyük 
																		vilâyetlerinde 
																		valiliklerde 
																		buluna 
																		paşa, 
																		Adana’da 
																		da 
																		bulunmuştu. 
																		(…) gün 
																		gelip 
																		toprağın 
																		değer 
																		kazanacağını 
																		düşünerek, 
																		ucuz 
																		ucuz 
																		geniş 
																		topraklar 
																		satın 
																		almıştı.(…) 
																		Hakkı 
																		Bey de 
																		öğrenimini 
																		dedesi 
																		gibi, 
																		Sorbon’da, 
																		sonraları 
																		İsviçre’de 
																		yapmış, 
																		ileri 
																		Batı 
																		dillerinin 
																		hemen 
																		hepsini 
																		konuşur, 
																		yazar, o 
																		dillerden 
																		şiirler 
																		okurdu. 
																		(…) 
																		Bunca 
																		dil 
																		bilen, 
																		böylesine 
																		okumuş 
																		adam ne 
																		diye 
																		mebus 
																		olmazdı? 
																		Vekil 
																		olmazdı? 
																		Hatta 
																		başvekil 
																		olmazdı? 
																		Hiçbiri 
																		değildi.” 
																		(1972: 
																		268-269)
																		
																		 
																		
																		  
																		
																		Paşazade 
																		Hakkı, 
																		kişiliği 
																		ve aile 
																		geçmişi 
																		ile 
																		Osmanlı’dan 
																		Cumhuriyet’e 
																		uzanan 
																		aristokrasinin 
																		çözülmesinin 
																		bir 
																		örneğidir. 
																		Onun 
																		bireysel 
																		ve 
																		ailevi 
																		tarihi, 
																		Çukurova’daki 
																		aristokrasinin 
																		de ortak 
																		tarihine 
																		benzemektedir.
																		 
																		
																		Hakkı 
																		Bey, 
																		içinde 
																		yaşadığı 
																		toplumun 
																		bilinç 
																		düzeyinin 
																		dışında 
																		bir 
																		karakterdir 
																		. 
																		Çukurova’da 
																		1930’larda 
																		cari 
																		olan 
																		“uğrunda 
																		adam 
																		öldürülen” 
																		binlerce 
																		dönüm 
																		toprağın 
																		sahibidir. 
																		Fakat 
																		kendisinin 
																		bireysel 
																		anlamda 
																		“değerli” 
																		gördükleriyle 
																		toplumun 
																		mevcut 
																		koşullarında 
																		cari 
																		olan 
																		değerler 
																		arasında 
																		düşünsel 
																		bir 
																		uçurum 
																		söz 
																		konusudur. 
																		Onun 
																		tarlalarını 
																		yok 
																		pahasına 
																		almak 
																		isteyen 
																		(Nedim 
																		Ağa 
																		gibi) 
																		“cahil” 
																		ama 
																		sonsuz 
																		ihtirasları 
																		olan 
																		hiçbir 
																		karaktere 
																		benzemez. 
																		O, 
																		sadece 
																		tapudaki 
																		tarlaların 
																		sahibi 
																		bir 
																		entelektüeldir. 
																		Etrafındaki 
																		karakterlerle 
																		tek 
																		ortak 
																		yanı, 
																		aynı 
																		zaman 
																		diliminde 
																		ve 
																		coğrafyada 
																		yaşıyor 
																		olmasıdır. 
																		 Hakkı 
																		Bey, 
																		herkesin 
																		ahlaki 
																		değerleri 
																		çıkarı 
																		doğrultusunda 
																		yorumladığı 
																		bu 
																		süreçte, 
																		düşünsel 
																		ve 
																		sınıfsal 
																		mirasının 
																		son 
																		temsilcisi 
																		olarak 
																		tükenişi 
																		yaşayan 
																		bir 
																		karakterdir: 
																		
																		  
																		
																		
																		“Paşazade 
																		Hakkı 
																		Bey ise 
																		ne 
																		tarlalarıyla 
																		ilgiliydi, 
																		ne de 
																		“kanlı 
																		topraklar”ın  
																		cebindeki 
																		tapularıyle. 
																		Bu 
																		tapuları 
																		hiçbir 
																		zaman 
																		ciddiye 
																		almamıştı 
																		ki. (…) 
																		Yeryüzünde 
																		insanlar 
																		ve 
																		insanların 
																		uydurma 
																		hukuku, 
																		bu 
																		uydurma 
																		hukukun 
																		tapu 
																		senetleri 
																		yokken 
																		bu 
																		topraklar, 
																		insanlardan 
																		önce, 
																		şimdikinden 
																		çok daha 
																		şen ve 
																		esendiler 
																		her 
																		halde. 
																		(…) 
																		İnsan 
																		çok 
																		sonra 
																		gelmişti 
																		yeryüzüne. 
																		Çok 
																		sonra 
																		gelmişti 
																		ama, çok 
																		önce 
																		gelen 
																		toprakların 
																		da,  
																		tohumun 
																		da hatta 
																		sert 
																		rüzgârların 
																		da 
																		canını 
																		sıkmış, 
																		rahatını 
																		kaçırmıştı. 
																		(…) 
																		Artık 
																		dünyanın 
																		tadı 
																		kaçmıştı. 
																		Bereketli 
																		toprakların 
																		bütün 
																		yaratıklara,  
																		daha 
																		doğrusu 
																		tekmil 
																		canlılara 
																		açık 
																		kardeş 
																		sofralığı, 
																		insan 
																		kalabalıkları 
																		içindeki 
																		bir avuç 
																		insanın 
																		açgözlülüğü 
																		yüzünden 
																		ambarlara, 
																		kilit 
																		altlarına 
																		alınmış, 
																		insanlardan 
																		kaçırılmıştı.(…) 
																		Çok 
																		sonra 
																		gelen 
																		insanlar 
																		bir 
																		hukuk 
																		çıkardılar 
																		evet, 
																		pay pay 
																		ettiler 
																		şen ve 
																		esen 
																		toprakları 
																		(…) 
																		birtakım 
																		insanların 
																		buna ne 
																		hakkı 
																		vardı? 
																		Uydurma 
																		hukuklarıyle 
																		buna 
																		kendilerinde 
																		hak 
																		bulanlar, 
																		hak 
																		bulmadıkları 
																		bir 
																		başka 
																		insanlar 
																		kalabalığını 
																		neden, 
																		niçin, 
																		ne hakla 
																		aç 
																		bırakabiliyorlardı? 
																		Bu hakkı 
																		onlara 
																		kim 
																		vermişti. 
																		(…) 
																		
																		
																		-Hayır, 
																		dedi, 
																		haksızlıktır 
																		bu. 
																		Hukuk’un 
																		hukuksuzluğu 
																		yıkılmalıdır!” 
																		(1972: 
																		290-291) 
																		
																		
																		  
																		
																		
																		               
																		
																		Paşazade 
																		Hakkı’nın 
																		romandaki 
																		gerçekçiliği 
																		güçlendiren 
																		bir 
																		diğer 
																		yönü de 
																		onun 
																		gerileyen 
																		bir 
																		sınıfın 
																		‘temsil’i 
																		olmasındandır. 
																		Zira 
																		akrabalarının 
																		büyük 
																		kentlerdeki 
																		gerileyen 
																		konumları 
																		bu savı 
																		güçlendirir. 
																		
																		  
																		
																		
																		“Paşanın 
																		yığınla 
																		vârisi 
																		torunların 
																		hemen 
																		hepsi 
																		yüksek 
																		öğrenimlerini 
																		yapmış, 
																		çeşitli 
																		yabancı 
																		dilleri 
																		ana 
																		dilleri 
																		kadar 
																		bilirlerdi. 
																		(…) 
																		İçlerinde 
																		gerçekten 
																		aklı 
																		başındaları 
																		yok 
																		değildi 
																		ama, 
																		çoğu 
																		İstanbul’un 
																		Maçka, 
																		Nişantaşı 
																		gibi 
																		zengin, 
																		güzel 
																		pahalı 
																		semtlerinde 
																		yaşamış 
																		olmaktan 
																		gelen 
																		bir 
																		alışkanlıkla 
																		herhangi 
																		bir 
																		bankada 
																		küçücük 
																		bir 
																		memur 
																		–velev 
																		şef- 
																		olmayı 
																		kendilerine 
																		yedirmedikleri 
																		için, 
																		zengin 
																		akraba, 
																		ahbap, 
																		bildik, 
																		tanıdıklara, 
																		baba 
																		dostlarına 
																		borçlanıyorlardı.” 
																		(1972: 
																		297) 
																		
																		  
																		
																		            
																		Hakkı 
																		Bey’in 
																		(resmiyette) 
																		sahip 
																		olduğu 
																		toprak 
																		zenginliği 
																		biçiminin 
																		cari 
																		olan bir 
																		etkisi 
																		kalmamıştır. 
																		Değişen 
																		koşullarda 
																		ve 
																		anlayışlarda 
																		topraklar 
																		da 
																		zenginlik 
																		de el 
																		değiştirir. 
																		Sahne 
																		artık, 
																		Nedim 
																		veya 
																		Kadir 
																		Ağa gibi 
																		“yenilere” 
																		kalmaktadır. 
																		Aralarında 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey gibi 
																		hâlâ 
																		direnen 
																		bir 
																		azınlık 
																		olsa da 
																		Hakkı 
																		Bey gibi 
																		figüranlaşanlar 
																		çoğalmaktadır.
																		 
																		
																		           
																		 
																		
																		3. 
																		Feodal 
																		değerler, 
																		politik 
																		güç ve 
																		egemenliğin 
																		farklı 
																		araçları: 
																		“Muzaffer 
																		Bey” 
																		
																		  
																		
																		Çukurova’nın 
																		köklü 
																		zenginleri 
																		ve eski 
																		aristokratları 
																		zayıflayıp 
																		yok 
																		olmaya 
																		doğru 
																		giderken, 
																		bölgedeki 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahiplerinden 
																		zamanın 
																		bütün 
																		iklimine 
																		uyma 
																		becerisi 
																		olanlar 
																		zaman 
																		içinde 
																		gösterdikleri 
																		değişimle 
																		varlıklarını 
																		her 
																		zaman 
																		sürdürmeyi 
																		başarırlar. 
																		Orhan 
																		Kemal’in 
																		Çukurova’daki 
																		toplumsal 
																		değişim 
																		yansıtan 
																		iki 
																		romanında 
																		[“Vukuat 
																		Var” 
																		(1989) 
																		ve 
																		“Hanımın 
																		Çiftliği” 
																		(2003)] 
																		böyle 
																		bir 
																		karakterle 
																		karşılaşırız: 
																		Muzaffer 
																		Bey. 
																		Muzaffer 
																		Bey’in 
																		Çukurova’da 
																		1940–50 
																		arasındaki 
																		dönemde 
																		gücünü 
																		anlatan 
																		romanlar, 
																		aynı 
																		zamanda 
																		Türkiye’nin 
																		II. 
																		Dünya 
																		Savaşı 
																		sonrasındaki 
																		politik 
																		ve 
																		ekonomik 
																		gelişmelerinin 
																		gerçekçi 
																		bir 
																		yansıması 
																		olur.
																		 
																		
																		Muzaffer 
																		Bey, 
																		daha 
																		önce 
																		değindiğimiz 
																		eski 
																		zengin 
																		tiplerinden 
																		çok 
																		farklı 
																		bir 
																		karakterdir. 
																		Ne Numan 
																		Şerif 
																		Bey gibi 
																		kentli 
																		ve 
																		zayıflayan, 
																		ne 
																		Paşazade 
																		Hakkı 
																		gibi 
																		bohem 
																		bir 
																		entelektüel 
																		ne de 
																		diğer 
																		yeni 
																		zenginleşen 
																		köylüler 
																		gibi 
																		“cahil” 
																		veya 
																		kültürsüzdür. 
																		Muzaffer 
																		Bey 
																		kendi 
																		egemenliğinin 
																		devamı 
																		için 
																		açık 
																		politik 
																		tercihleri 
																		ve 
																		davranışları 
																		olan 
																		biridir. 
																		1920’lerden 
																		sonra 
																		açık bir 
																		laik-Kemalist 
																		ve 
																		CHP’nin 
																		Çukurova’daki 
																		ileri 
																		gelenlerindendir. 
																		Bu 
																		anlamda, 
																		politik 
																		gelişmelerin 
																		içinde 
																		yer 
																		alarak 
																		kendi 
																		gücünü 
																		arttırmayı 
																		ya da 
																		korumayı 
																		iyi 
																		bilen 
																		bir 
																		karakterdir. 
																		Yaşantısında, 
																		ekonomik 
																		ve 
																		siyasi 
																		gücünden 
																		mütevellit, 
																		ahlâki 
																		kaygılarından 
																		arınmış 
																		bir 
																		despottur. 
																		Sahip 
																		olduğu 
																		binlerce 
																		dönüm 
																		arazinin 
																		1940’lı 
																		yılların 
																		sonuna 
																		kadar 
																		işlenmesi 
																		ve sahip 
																		olunan 
																		bütün 
																		tarımsal 
																		ilişkiler 
																		büyük 
																		oranda 
																		feodaldir: 
																		
																		  
																		
																		
																		“…Balkon 
																		binlerce 
																		dönüm 
																		toprağını 
																		kucaklardı 
																		âdeta. 
																		O, göre 
																		göre 
																		alışıp 
																		iyice 
																		kanıksamışlıktan 
																		gelen 
																		bir 
																		görmezlikle 
																		sâdece 
																		bakardı. 
																		Bu 
																		topraklar 
																		ona 
																		nereden 
																		gelmiştir? 
																		Allah mı 
																		vermiş, 
																		kul mu 
																		edinmiş?  
																		Umurunda  
																		bile 
																		olmazdı. 
																		(…) 
																		Devlet, 
																		sık sık 
																		değişen 
																		hükümetlerse, 
																		o ve 
																		onun 
																		gibilerin 
																		topraklarına 
																		bekçilik, 
																		candarmalık 
																		etmekten 
																		başka 
																		görevi 
																		olmıyan 
																		şeylerdi. 
																		Yoksa ne 
																		gereği 
																		vardı 
																		Devlet’in, 
																		hükümetlerin?” 
																		(1989: 
																		102)
																		
																		 
																		
																		
																		  
																		
																		Pamuk, 
																		1940’lı 
																		50’li 
																		yıllarda, 
																		uluslararası 
																		piyasa 
																		fiyatlarının 
																		yüksekliğinden 
																		dolayı 
																		Muzaffer 
																		Bey gibi 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahiplerinin 
																		servetlerine 
																		servet 
																		katmıştır. 
																		(Boratav, 
																		1988: 
																		79–80 & 
																		Zürcher, 
																		2001: 
																		330) Bu 
																		anlamda, 
																		Muzaffer 
																		Bey’in 
																		düşüncesinden 
																		okuduğumuz 
																		‘devlet’ 
																		algısı 
																		son 
																		derece 
																		isabetli 
																		ve doğru 
																		sosyolojik 
																		çözümlemeler 
																		gibi 
																		görünmektedir. 
																		Siyasal 
																		rüzgârın 
																		yönüne 
																		göre, 
																		yoksul 
																		ve daha 
																		tutucu 
																		çevrelerin 
																		aksine 
																		çok 
																		çabuk 
																		saf 
																		değiştirmeleri, 
																		toplumsal 
																		yaşamda 
																		kârlarının 
																		ve 
																		güçlerinin 
																		artarak 
																		devamını 
																		sağlamaktadır.
																		 
																		
																		Çıkarlarının 
																		gerektirdiği 
																		biçimiyle 
																		Muzaffer 
																		Bey sıkı 
																		bir 
																		CHP’lidir. 
																		DP’nin 
																		duyulmaya 
																		başlanan 
																		ayak 
																		seslerinden 
																		“devrimci” 
																		bir 
																		seçkin 
																		olarak 
																		rahatsızdır. 
																		İşine 
																		yarayan 
																		güçlü 
																		devlet, 
																		onun 
																		isteklerine 
																		hizmet 
																		eden bir 
																		devlettir. 
																		Dolayısıyla, 
																		Cumhuriyet’in 
																		ilk 
																		yıllarındaki 
																		 tek 
																		parti 
																		döneminde 
																		CHP 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahiplerinin 
																		çıkarlarına 
																		zarar 
																		verecek 
																		hiçbir 
																		ciddi 
																		reforma 
																		kalkışmadığından 
																		Muzaffer 
																		Bey gibi 
																		seçkinlerin 
																		de 
																		tercihi 
																		olmuştur 
																		(Bkz. 
																		Yerasimos, 
																		1998: 
																		88). 
																		
																		Fakat bu 
																		durum 
																		pek uzun 
																		süreli 
																		olmaz. 
																		II. 
																		Dünya 
																		Savaşı 
																		yıllarındaki 
																		ulusal 
																		ve 
																		uluslar 
																		arası 
																		politika 
																		yerli 
																		seçkinlerin 
																		kafasını 
																		da bir 
																		hayli 
																		karıştırmıştır. 
																		Çıkar 
																		gereği 
																		önce 
																		Almanya, 
																		sonra da 
																		onların 
																		savaşı 
																		kaybedeceği 
																		anlaşılınca, 
																		İngiltere 
																		ve 
																		Amerika’dan 
																		yana 
																		oluşan 
																		eğilimlerden 
																		en erken 
																		bu 
																		kesimlerin 
																		haberi 
																		olmaktadır. 
																		Kaybetmeye 
																		hiç 
																		tahammülü 
																		olmayan 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahiplerini 
																		temsil 
																		eden 
																		Muzaffer 
																		Bey 
																		karakteri, 
																		CHP ve 
																		Türkiye’nin 
																		(tabii 
																		ki, 
																		kendisinin) 
																		geleceğiyle 
																		ilgili 
																		endişeler 
																		taşımakla 
																		birlikte 
																		ekonomik 
																		çıkarlarını 
																		ön 
																		planda 
																		tutmaktadır.
																		 
																		
																		DP 
																		iktidarına 
																		doğru 
																		Türkiye’nin 
																		içinde 
																		bulunduğu 
																		siyasi 
																		durum 
																		romanın 
																		estetize 
																		eden 
																		anlam 
																		öğeleriyle 
																		Muzaffer 
																		Bey’in 
																		perspektifinden 
																		betimlenmektedir: 
																		
																		
																		  
																		
																		
																		“Hükümet 
																		Amerika’dan 
																		geniş 
																		çapta 
																		tarım 
																		araçları 
																		getirmeğe 
																		karar 
																		vermişti. 
																		Sovyetler’in 
																		boğazlarda 
																		üs, 
																		Kars’la 
																		Ardahan’ı 
																		istemeleri 
																		bir 
																		bakıma 
																		hiç de 
																		kötü 
																		olmamıştı. 
																		Hükümet 
																		artık 
																		kesin 
																		bir 
																		karara 
																		varmak 
																		üzereydi. 
																		Seçimlerden 
																		sonra, 
																		herhalde 
																		topyekûn 
																		Amerikancı 
																		politika 
																		izlenecekti. 
																		Çünkü 
																		Sovyetlere 
																		karşısında 
																		Amerikalıların 
																		da 
																		endişesi 
																		büyük, 
																		hattâ 
																		çok 
																		büyüktü. 
																		Karşısında 
																		büyük 
																		devlet 
																		istemiyordu. 
																		Kimbilir, 
																		belki de 
																		günün 
																		birinde 
																		Sovyetler 
																		Birliği’ni 
																		Atom 
																		bombalarıyla 
																		dize 
																		getirir, 
																		Dünya’yı 
																		“Komünizm 
																		âfeti”inden 
																		kurtarırdı.
																		
																		 
																		
																		
																		-Ne 
																		olursa 
																		olsun, 
																		uzak bir 
																		ihtimal 
																		o. Hoşu, 
																		Marşal 
																		Plânı 
																		gereğince 
																		memlekete 
																		çok 
																		sayıda 
																		tarım 
																		aracı 
																		verilmesi. 
																		Bizde de 
																		bundan 
																		böyle 
																		Amerika’da 
																		olduğunca 
																		dinamik 
																		ziraat 
																		başlayacak, 
																		öküz, 
																		tahta 
																		saban 
																		tarihinin 
																		karanlıkları 
																		içinde 
																		unutulup 
																		gidecek!” 
																		(1989: 
																		108) 
																		
																		  
																		
																		Bu 
																		düşünceler 
																		kendi 
																		sınıfsal 
																		çıkarlarını 
																		Cumhuriyet’le 
																		ve 
																		Kemalizm’le 
																		birleştirmiş 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahiplerinin 
																		genel 
																		tutumlarını 
																		yansıtmaktadır. 
																		CHP, her 
																		an daha 
																		büyük 
																		kârlar 
																		için yüz 
																		üstü 
																		bırakılıp, 
																		DP’ye 
																		gidilebilir. 
																		Yaşanmakta 
																		olan 
																		biraz da 
																		bu tür 
																		çelişkilerdir:
																		 
																		
																		
																		  
																		
																		
																		“Gün 
																		gelecek, 
																		lâiklik 
																		maiklik, 
																		devlet 
																		mevlet 
																		güme 
																		gidecekti. 
																		Bir gün 
																		Çiftçi 
																		Birliği’nde 
																		bir 
																		arkadaşıyla 
																		yaptığı 
																		tartışmayı 
																		hatırladı. 
																		Arkadaşı: 
																		
																		
																		- Ne mi 
																		olur? 
																		Mustafa 
																		Kemal ve 
																		devrimlere 
																		elvedâ! 
																		
																		
																		Koca 
																		burunlu 
																		arkadaşı 
																		gülmüştü: 
																		
																		
																		-İlâhi 
																		Muzaffer, 
																		düşündüğün 
																		şeye 
																		bak… 
																		
																		
																		-Demek 
																		devrimlerin 
																		lüzumuna 
																		kaani 
																		değilsin? 
																		
																		
																		-Mühim 
																		olan, 
																		senin ve 
																		benim 
																		nefs-i 
																		nefisimizdir. 
																		Bunu 
																		temin 
																		edecek 
																		devlet 
																		ister 
																		lâik 
																		olsun, 
																		ister 
																		şer’î. 
																		Haydi 
																		şerefe!” 
																		(1989: 
																		110-111) 
																		
																		  
																		
																		II. 
																		Dünya 
																		Savaşı 
																		sürerken 
																		ve savaş 
																		sonunda 
																		Türkiye 
																		pek çok 
																		açıdan 
																		büyük 
																		değişimlerle 
																		yüz yüze 
																		kalmıştır. 
																		Çok 
																		partili 
																		siyasal 
																		hayat, 
																		yıllarca 
																		baskı 
																		altında 
																		tutulanların 
																		kendilerini 
																		ifade 
																		edecekleri 
																		yeni 
																		alanlar 
																		açmış 
																		olsa da, 
																		çok 
																		geçmeden 
																		burası 
																		da 
																		kaybetmeye 
																		tahammülü 
																		olmayan 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahiplerinin 
																		hücumuna 
																		uğrayacaktır.
																		 
																		
																		1946’dan 
																		sonra 
																		DP’nin 
																		iktidar 
																		ol(a)mayan 
																		fakat 
																		hükümet 
																		üzerinde 
																		sarsıcı 
																		kuvvetinin 
																		olduğunun 
																		anlaşılması, 
																		iç ve 
																		dış 
																		gelişmelere 
																		paralel 
																		olarak 
																		Türkiye’de 
																		pek çok 
																		insanın 
																		politik 
																		anlamda 
																		“saf” 
																		değiştirmesine 
																		de yol 
																		açar. Bu 
																		süreç, 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahiplerinin, 
																		bir 
																		kısım 
																		entelektüellerin 
																		ya da 
																		toplumsal 
																		olarak 
																		CHP’ye 
																		hep 
																		‘yakın’ 
																		durmuş 
																		olanların 
																		(Muzaffer 
																		Bey 
																		gibi) 
																		çıkarlarının 
																		yönü 
																		konusunda 
																		karmaşa 
																		ortaya 
																		çıkarmıştır.
																		 
																		
																		Büyük 
																		toprak 
																		sahibi 
																		Muzaffer 
																		Bey, 
																		Çukurova’da 
																		ciddi 
																		bir 
																		siyasal 
																		ve 
																		ekonomik 
																		güçken, 
																		düşünsel 
																		anlamda 
																		ters 
																		orantılı 
																		bir 
																		işleyiş 
																		söz 
																		konusudur. 
																		Onun 
																		gücü 
																		(feodal) 
																		seçkin 
																		olmasından 
																		kaynaklanır. 
																		Paşazade 
																		Hakkı ya 
																		da Numan 
																		Şerif 
																		Bey gibi 
																		okumuş 
																		ve 
																		kültürlü 
																		biri 
																		değildir. 
																		Eğitimsizdir. 
																		Derinlikli 
																		bir 
																		düşünsel 
																		birikimden 
																		uzaktır
																		 
																		
																		1950 
																		seçimlerine 
																		doğru, 
																		düşünsel 
																		derinlikten 
																		yoksun 
																		Muzaffer 
																		Bey’in 
																		gösterişli 
																		kitaplığında, 
																		artık 
																		felsefe 
																		kitaplarının 
																		yanında 
																		‘katalog’ların 
																		ciddi 
																		bir 
																		ağırlığı 
																		hissedilmeye 
																		başlanmaktadır: 
																		
																		  
																		
																		
																		“Şurda 
																		burda 
																		Locke’dan, 
																		Giordono 
																		Bruno’dan, 
																		Hobbes’tan, 
																		ya da 
																		Condillac’tan 
																		ezberlediği 
																		parçaları 
																		yerli 
																		yersiz 
																		sayıp 
																		dökmesine 
																		karşın, 
																		Muzaffer 
																		Bey’in 
																		sağlam 
																		bir 
																		dünya 
																		görüşü 
																		olmadığını 
																		bilirler.(…) 
																		
																		
																		(Arkadaşı 
																		Muzaffer 
																		Bey’e 
																		dönerek) 
																		
																		
																		-Fichte, 
																		Scheling, 
																		yahut 
																		Kant? 
																		Bana 
																		“Mahz 
																		aklın 
																		tenkidi”ni 
																		anlatsana! 
																		(…) 
																		
																		
																		Ağır 
																		adımlarla 
																		kitaplığa 
																		gitti, 
																		gözüne 
																		ilişen 
																		“Amerikan 
																		traktörleri 
																		kataloğu” 
																		arasından 
																		birini 
																		seçip 
																		aldı, 
																		masaya 
																		döndü. 
																		
																		
																		- 
																		Bereket   
																		versin 
																		dünyayı, 
																		hele 
																		bizim 
																		dünyamızı, 
																		fikirler 
																		ve 
																		bilgi, 
																		köklü 
																		bilgi 
																		yâni, 
																		idare 
																		etmiyor! 
																		
																		
																		Elindeki 
																		kataloğu 
																		salladı: 
																		
																		
																		-Bunu 
																		görüyor 
																		musun? 
																		
																		
																		-Görüyorum. 
																		
																		
																		-(…) Bu 
																		memleketi 
																		sadece 
																		ziraat, 
																		daha 
																		doğrusu 
																		sâdece 
																		döviz 
																		kurtaramaz. 
																		Bu 
																		memleketi, 
																		bu 
																		traktörleri 
																		yapan iş 
																		adalarının 
																		şuuru, 
																		yâni 
																		Amerikan 
																		tipi 
																		Demokrasi’nin 
																		temeli 
																		olan 
																		Liberalisme 
																		kurtarabilir, 
																		Devletçilik 
																		değil!” 
																		(1989: 
																		264-268) 
																		
																		
																		  
																		
																		1920’li 
																		ve 
																		1930’lu 
																		yıllardaki 
																		‘Atatürk 
																		devrimlerine’ 
																		karşı da 
																		aynı 
																		heyecanla 
																		sarılıp 
																		çıkarlarını 
																		koruyan 
																		seçkinlerin 
																		DP’yi de 
																		aynı 
																		doğrultuda 
																		ele 
																		almaya 
																		başladıkları 
																		görülmektedir. 
																		CHP’nin, 
																		Amerika’nın 
																		nazarındaki 
																		görünüşü 
																		aynı 
																		zamanda 
																		egemenlerin 
																		gözündeki 
																		görünüşüdür. 
																		Siyasal 
																		ve 
																		ekonomik 
																		ayrıcalıklar 
																		nerede, 
																		hangi 
																		siyasal 
																		oluşumda 
																		garanti 
																		altında 
																		olacaksa 
																		oraya 
																		doğru 
																		dümen 
																		kırılmaktadır. 
																		
																		CHP’nin, 
																		özellikle 
																		II. 
																		Dünya 
																		Savaşı’ndan 
																		zaferle 
																		çıkan 
																		ülkelerin 
																		gözündeki 
																		düşüşüyle 
																		beraber, 
																		liberal 
																		iktisadın 
																		ağır 
																		baskısının 
																		kapıları 
																		zorlaması, 
																		daha da 
																		önemlisi 
																		yerli 
																		komprador 
																		aristokrat 
																		ve 
																		burjuvazinin 
																		Amerikan 
																		destekli 
																		bir 
																		ekonomik-siyasi 
																		yapıya 
																		doğru 
																		olan 
																		temayülleri, 
																		sivil-asker 
																		seçkinlerle 
																		aralarında 
																		var olan 
																		ittifakın 
																		çatırdamaları 
																		hissedilmektedir: 
																		  
																		
																		
																		“- 
																		…insanlar 
																		menfaatlerinin 
																		esiri, 
																		pervanesidirler. 
																		Çıkarımız 
																		nerdeyse, 
																		orda 
																		olmaya 
																		mecburuz! 
																		
																		
																		-İdealist 
																		değilsek 
																		tabii? 
																		
																		
																		-Bırak 
																		şu 
																		budalalığı…İdealistler, 
																		iktidarı 
																		kopardıkları 
																		zaman 
																		başlarımızın 
																		üzerinde, 
																		koparamadıkları 
																		zaman da 
																		ayaklarımızın 
																		altında 
																		değil 
																		mi?(…) 
																		
																		
																		-Evet. 
																		(…) Ben 
																		asıl 
																		Mustafa 
																		Kemal’in 
																		manevi 
																		huzurundan 
																		utanıyorum! 
																		
																		
																		-Ya 
																		Mustafa 
																		Kemal’in 
																		nabzı 
																		karşı 
																		partide 
																		atıyorsa? 
																		
																		
																		-Nasıl? 
																		Serbest 
																		Parti 
																		liberalizmini, 
																		devrimlere 
																		aykırı 
																		diye 
																		Paşa  
																		bizzat  
																		dağıtmamış 
																		mıydı? 
																		
																		
																		-Zamanla 
																		ahkâm 
																		değişir. 
																		1930’da 
																		liberalizm 
																		devrimlere 
																		aykırı 
																		düşebilirdi. 
																		Bana 
																		öyle 
																		geliyor 
																		ki, Paşa 
																		sağ 
																		olsaydı… 
																		
																		
																		-Karşı 
																		partiyi 
																		mi 
																		tutardı?”(2003: 
																		69-72) 
																		
																		  
																		
																		Romanın 
																		olay 
																		örgüsündeki 
																		net bir 
																		imgesel 
																		anlatım 
																		ve 
																		gerçekçi-edebi 
																		yaklaşım 
																		olarak 
																		Muzaffer 
																		Bey 
																		DP’ye 
																		katılır. 
																		Fakat bu 
																		durum 
																		DP’ye 
																		sivil 
																		asker-bürokrasisin 
																		ve büyük 
																		toprak 
																		sahiplerinin 
																		her 
																		türlü 
																		baskısından 
																		kurtuluş 
																		için 
																		umut 
																		bağlayan 
																		yoksul 
																		ve 
																		topraksız 
																		köylüde 
																		hayal 
																		kırıklığı 
																		yaratır. 
																		Çünkü 
																		zamanında 
																		şikayet 
																		ettikleri 
																		kimselerle 
																		şimdi 
																		aynı 
																		partide 
																		yer 
																		alıyorlar: 
																		
																		  
																		
																		
																		“Seçimi, 
																		hiç 
																		ummadığı 
																		şekilde 
																		ezici 
																		bir 
																		çoğunlukla 
																		kazanan 
																		karşı 
																		parti, 
																		ne 
																		“Mizan” 
																		kurdu, 
																		ne de 
																		“Defter-i 
																		âmal”i 
																		açtı. 
																		Büyük 
																		toprak 
																		sahipleri 
																		memnundular. 
																		Öküz, 
																		karasaban, 
																		ırgat 
																		derdinden 
																		hemen 
																		hemen 
																		kurtulacaklardı. 
																		Muzaffer 
																		Bey de 
																		memnundu. 
																		“Atatürk’ün 
																		manevi 
																		huzurundan” 
																		rahatsız 
																		olmalar 
																		filan 
																		unutulmuştu 
																		(…) 
																		“Laf” 
																		zamanı 
																		bitmiş, 
																		“İş” 
																		zamanı 
																		gelip 
																		çatmıştı.” 
																		(2003: 
																		258-259) 
																		
																		Sonuç 
																		
																		Orhan 
																		Kemal’in 
																		bazı 
																		romanlarındaki 
																		“ağa” ya 
																		da “bey” 
																		karakterleri 
																		estetik 
																		boyutta, 
																		sanatın 
																		perspektifinden, 
																		romanın 
																		aynasından 
																		‘kırılarak’ 
																		yansımıştır. 
																		19.yüzyılın 
																		ikinci 
																		yarısından 
																		1950’lere 
																		kadar 
																		uzanan 
																		toplumsal-tarihsel 
																		dönemdeki 
																		sosyal 
																		olgunun 
																		içinde 
																		anlatılan 
																		bu 
																		karakterlerin, 
																		romandaki 
																		imgelerinin 
																		estetik 
																		yaratımın 
																		bütün 
																		öznel ve 
																		özgür 
																		gerçekliğine 
																		rağmen 
																		bir 
																		temsil 
																		niteliğinin 
																		olduğu 
																		söylenebilir.
																		 
																		
																		Örneğin; 
																		feodal 
																		değerlerin 
																		güçlü 
																		bir 
																		imgesi 
																		olarak 
																		anlatılan 
																		“Eskici 
																		Dükkânı”ndaki 
																		Resul 
																		Ağa ve 
																		Topal 
																		Eskici, 
																		yaşanılan 
																		süreçte 
																		her 
																		bakımdan 
																		gerilemeye 
																		ve 
																		çöküşe 
																		karşılık 
																		gelen 
																		karakterlerdir. 
																		Savunulan 
																		değerler, 
																		yaşamın 
																		pratikleri 
																		ya da 
																		zihinsel 
																		gelişme 
																		zamanın 
																		ve 
																		toplumun 
																		egemen 
																		genel 
																		karakterleriyle 
																		uyuşmadığı 
																		dönemlerde 
																		gerileme 
																		ve çöküş 
																		kaçınılmaz 
																		olmaktadır.
																		 
																		
																		Köklü 
																		aristokratik 
																		geçmişe 
																		sahip 
																		karakterler 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey ve 
																		Paşazade 
																		Hakkı, 
																		olgunun 
																		iki 
																		yönünü 
																		temsil 
																		ederler: 
																		Numan 
																		Şerif 
																		Bey, 
																		zayıflama, 
																		gerileme 
																		ve 
																		yaklaşan 
																		çöküşe 
																		rağmen 
																		gücünü 
																		iktisadi 
																		olana 
																		sirayet 
																		ettirip, 
																		aleyhine 
																		işleyen 
																		süreci 
																		bir 
																		nebze de 
																		olsa 
																		yavaşlatmayı 
																		başaran, 
																		Paşazade 
																		Hakkı 
																		Bey ise 
																		uyumu ve 
																		direnci 
																		gösteremediğinden 
																		gerileyen, 
																		düşen 
																		birini 
																		yansıtır. 
																		 Diğer 
																		taraftan, 
																		Kadir 
																		Ağa ve 
																		Nedim 
																		Ağa gibi 
																		karakterler 
																		yeni 
																		güçlenen 
																		kesimin 
																		sözcüsü 
																		olarak 
																		betimlenir. 
																		Bazı 
																		karakterler, 
																		Osmanlı’dan 
																		Cumhuriyet’e 
																		uzanan 
																		süreçteki 
																		olaylardan 
																		ve 
																		‘fırsatlardan’ 
																		yararlanarak 
																		ekonomik, 
																		toplumsal 
																		güç ve 
																		statü 
																		elde 
																		etmişlerdir. 
																		Yazarın 
																		romanlarındaki 
																		diğer 
																		bir tip 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahipleridir. 
																		Bunlar 
																		kentli 
																		aristokratlardan 
																		farklı 
																		olarak 
																		Osmanlı 
																		ve 
																		Cumhuriyet 
																		dönemlerinde 
																		‘kârlı’ 
																		siyasal 
																		tercihlerde 
																		bulunarak 
																		egemenlik 
																		güçlerini 
																		ve 
																		etkinliklerini 
																		sürdüren 
																		seçkinlerdir. 
																		Muzaffer 
																		Bey 
																		karakteri 
																		bu 
																		tipleri 
																		temsil 
																		eder. 
																		CHP’den 
																		DP’ye 
																		uzanan 
																		politik 
																		güçteki 
																		değişmeleri 
																		kendi 
																		sınıfsal 
																		çıkarları 
																		doğrultusunda 
																		değerlendiren 
																		19. 
																		yüzyıldaki 
																		bazı 
																		büyük 
																		toprak 
																		sahiplerinin 
																		tersine 
																		uyum 
																		sağlama, 
																		modernleşme-makineleşme 
																		yeteneklerine 
																		sahiptir.
																		 
																		
																		
																		
																		KAYNAKÇA 
																		
																		
																		Adorno, 
																		Theodor 
																		W. 
																		(1985) 
																		
																		"Baskı 
																		Altında 
																		Uzlaşma", 
																		Ünsal 
																		Oskay 
																		(der) 
																		Estetik 
																		ve 
																		Politika 
																		içinde, 
																		    Eleştiri 
																		Yayınları: 
																		İstanbul,  
																		229-260. 
																		
																		
																		Boratav, 
																		Korkut 
																		(1989)
																		
																		Türkiye 
																		İktisat 
																		Tarihi 
																		1908-1985, 
																		Gerçek 
																		Yayınevi: 
																		İstanbul. 
																		
																		
																		Eagleton, 
																		Terry 
																		(1986) 
																		
																		Criticism 
																		& 
																		Ideology, 
																		Verso: 
																		London. 
																		
																		
																		Goldmann, 
																		Lucien 
																		(1981)
																		
																		Method 
																		in The 
																		Sociology 
																		of 
																		Literature, 
																		(ed.)William 
																		Q. 
																		Boelhower, 
																		Basil 
																		Blackwell: 
																		London. 
																		
																		
																		Kemal, 
																		Orhan 
																		(1972)
																		Kanlı 
																		Topraklar, 
																		Remzi 
																		Kitabevi: 
																		İstanbul. 
																		
																		
																		Kemal, 
																		Orhan 
																		(1973)
																		
																		Eskici 
																		Dükkânı, 
																		Cem 
																		Yayınevi: 
																		İstanbul. 
																		
																		
																		Kemal, 
																		Orhan 
																		(1989)
																		
																		Vukuat 
																		Var, 
																		Tekin 
																		Yayınevi: 
																		İstanbul. 
																		
																		
																		Kemal, 
																		Orhan 
																		(2003)
																		
																		Hanımın 
																		Çiftliği, 
																		Tekin 
																		Yayınevi: 
																		İstanbul. 
																		
																		
																		Kemal, 
																		Orhan 
																		(2004)
																		
																		Cemile, 
																		Epsilon: 
																		İstanbul. 
																		
																		
																		Lowenthal, 
																		Leo 
																		(1957)  
																		Literature 
																		and The 
																		Image of 
																		Man: 
																		Sociological 
																		Studies 
																		of The 
																		European 
																		Drama 
																		and 
																		Novel 
																		1600-1900, 
																		The 
																		Beacon 
																		Press: 
																		Boston. 
																		
																		
																		Lowenthal, 
																		Leo 
																		(1961) 
																		
																		Literature, 
																		Popular 
																		Culture, 
																		and 
																		Society, 
																		Prentice-Hall: 
																		New 
																		Jersey.
																		
																		 
																		
																		
																		Lukacs, 
																		Georg 
																		 (1969) 
																		
																		Çağdaş 
																		Gerçekçiliğin 
																		Anlamı, 
																		(çev.) 
																		Cevat 
																		Çapan, 
																		Payel 
																		Yayınevi: 
																		İstanbul. 
																		
																		
																		Martin, 
																		Graham 
																		Dunston 
																		(2002)  
																		"Yazınsal 
																		Benliğin 
																		Tehlikeleri", 
																		(çev.) 
																		Asuman 
																		Kırlangıç, 
																		Felsefelogos,  
																		17/18, 
																		41-50.
																		
																		 
																		
																		
																		Sartre, 
																		Jean-Paul 
																		(1965)
																		
																		Yabancı'nın 
																		Açıklaması 
																		ve Başka 
																		Denemeler, 
																		(çev.) 
																		Bertan 
																		Onaran, 
																		De 
																		Yayınevi: 
																		İstanbul. 
																		
																		
																		Yerasimos, 
																		Stefanos 
																		(1998)
																		"Tek 
																		Parti 
																		Dönemi",  
																		(der.) 
																		İrwin C. 
																		Schik-Ertuğrul 
																		A. Tonak,
																		Geçiş 
																		Sürecinde 
																		Türkiye 
																		içinde, 
																		3.Baskı,   
																		Belge 
																		Yayınları: 
																		İstanbul. 
																		
																		
																		Zürcher, 
																		Erik Jan 
																		(2001) 
																		Modernleşen 
																		Türkiye'nin 
																		Tarihi, 
																		(çev.)Yasemin 
																		Saner 
																		Güner,
																		
																		 
																		
																		
																		11.Baskı, 
																		İletişim 
																		Yayınları: 
																		İstanbul. 
																		
																		
																		
																		ABSTRACT 
																		
																		
																		Orhan 
																		Kemal’s 
																		“landlords”: 
																		Reading 
																		the 
																		social 
																		change 
																		from the 
																		characters 
																		of the 
																		novel 
																		
																		
																		Novel is 
																		the most 
																		opened 
																		product 
																		of 
																		literature 
																		for 
																		sociological 
																		understanding 
																		and 
																		interpretation. 
																		Because 
																		all the 
																		meaning 
																		elements 
																		in novel 
																		have a 
																		function 
																		of 
																		social 
																		representation. 
																		This 
																		function 
																		of 
																		representation 
																		has been 
																		hidden 
																		in the 
																		duration 
																		of 
																		aesthetic 
																		creation. 
																		The 
																		elements 
																		that 
																		form 
																		novel 
																		such as 
																		plot, 
																		characters 
																		and 
																		language 
																		can only 
																		be 
																		understood 
																		in a 
																		social 
																		reality.  
																		Especially 
																		some of 
																		Orhan 
																		Kemal’s 
																		novels  
																		are the 
																		aesthetic 
																		reflection 
																		of 
																		historical 
																		and 
																		social 
																		change. 
																		Many 
																		facts, 
																		such as 
																		mechanization, 
																		big size 
																		estate, 
																		the 
																		industrialization 
																		based on 
																		the 
																		agriculture, 
																		the new 
																		rich and 
																		the way 
																		of 
																		getting 
																		rich in 
																		the 
																		period 
																		from the 
																		19th 
																		century 
																		to 1950s 
																		in 
																		Çukurova, 
																		affect 
																		the 
																		aesthetic 
																		reflection 
																		of Orhan 
																		Kemal’s 
																		novels. 
																		The 
																		interpretation 
																		of the 
																		author’s 
																		some 
																		novels 
																		describing 
																		Çukurova 
																		region 
																		also 
																		presents 
																		us how 
																		to the 
																		social 
																		change 
																		is 
																		reflected 
																		in the 
																		language 
																		of novel.
																		
																		 
																		
																		  
																		
																			
  
																			
																				 Bu konuda özellikle bkz., Georg Lukacs (1969), Goethe And His Age: A Major Critical Revaluation of Germany's Great Poet, (Tran.) Robert Anchor, New York: The Universal Library.,  Georg Lukacs (1977), Solzhenitsyn, (Tran.) William David Graf, Cambridge, Massachusetts: The MIT Press.  
																		 
																		 |