Ana Sayfa

Folklor/ Edebiyat (Cilt:12, Sayı: 48) -  Mehmet Nuri Gültekin - Kasım / Aralık 2006

 

 

Orhan Kemal’in “ağa”ları:
Toplumsal değişimi roman karakterlerinden okumak
 

 

   
 

 

Giriş

 

Bu yazıdaki amacımız, Orhan Kemal’in bazı romanlarının olay örgüsünün ve karakterlerin özelliklerini “okuyarak” yazarın toplumsal değişmeleri romansal kurgularla nasıl aktardığını anlamaktır. 19. yüzyılın sonlarından 1950’lere kadar uzanan dönemdeki siyasal ve ekonomik gelişmelerle oluşan toplumsal olayların, romanda kırılarak yansımalarından yola çıkıp, bazı roman karakterlerini yorumlamayacağız. Diyalogları, olay örgülerini ya da romanın estetik diliyle öyküleştirilen anlatımları dikkate alarak toplumsal-tarihsel değişimi, karakterlerin betimlenen özelliklerinden okumaya çalışacağız. Çünkü roman karakterlerinin dış toplumsal olgularla ilişkilendirilerek okunması ve yorumlanması, romanlarda var olan ama açıkça ‘söylenmemiş’ (‘estetize edilmiş’- gizlenmiş) toplumsal bilgilere ulaşabilmemizi de sağlar.

Bilindiği gibi Orhan Kemal’in romanları, konu bakımından dönemsel gelişmelerin izlerini taşır. Yazarın kendi yaşam çizgisini paralel olarak işleyen bu konu ve toplumsal olguların bir akış yönü bulunmaktadır. (Çukurova’dan Beyrut’a oradan tekrar Adana ve İstanbul’a) Bu akış aynı zamanda bize, sanatın tarih ve toplumsal gerçeklikle temas noktalarındaki anlamlarını ortaya çıkarma imkânı da sunar. Yazarın, özellikle bazı romanlarında anlattığı “ağa” ya da “bey” karakterlerini daha büyük toplumsal olgularla bağını kurarak ele almak mümkündür. Romanların yazılış tarihlerini bir tarafa bırakarak estetik ürünün toplumsal-tarihsel gerçeklikle bağını [bunu sosyolojik bir “okumanın” zorunluluğu olarak kabul edip] kurarak okumak bazı kategoriler oluşturmamızı mümkün kılar.

 

Toplumsalın “ayna”sı olarak roman

 

Romanın estetik bir ürün olarak tanımı konusunda çok farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Öncelikle roman, yazarın içinde yaşadığı somut koşulların ötesinde, o koşulları çok değişik boyutta algılayıp kurgulaması, kendince yeniden bir gerçeklik oluşturma özgürlüğünün farklı bir yansımasıdır. Sartre, bütün bireysel yaratım özellikleriyle birlikte romanı tanımlarken şöyle demektedir: “Roman bir aynadır… Ama roman okumak nedir acaba? Aynanın içine atlamaktır, sanırım.” (1965:13). Eğer roman,  Sartre’ın deyimiyle bir “ayna”ysa hangi ‘gerçeği’ yansıtır veya toplumsal-tarihsel olanın bu aynadaki yansısı ne kadar ‘gerçeğine’ uygundur? Gerçeğin toplum ve insanın varoluşuna dair hayatı bize gösteren (farklı biçimde sunan) bu aynanın niteliği ve gerçekliği göstermedeki sınırları nelerdir?

Sanat (özelde roman) anlatmaya çalıştığı gerçekliğin fotoğrafik bir yansıması olmaktan ziyade gerçekliğin üzerindeki perdeyi kendine özgü yöntem ve perspektifle aralayarak “hakiki yüzü” (Adorno, 1985:242-247) gün ışığına çıkarmaya çalışma, onun anlamını oluşturma eylemidir. Doğaldır ki, romanda gerçekleşenler somut tarihsel-toplumsal dünyanın doğrudan yansıması değildir. Dolayısıyla, romanın oluşturmaya çabaladığı görünüşün gerçek yaşamla kesin bir bütünlüğünden de söz edemeyiz. Roman, insanın gözden kaçırdığı bütünlüğün tamamını yakalama iddiası taşır. Fakat bu iddia, sanatçının evreni, toplumsal dünyayı algılayabilmedeki sınırlılığıyla çevrelenmiştir. Bundan dolayı, roman hiçbir zaman mutlak bir gerçekliğin kendisi olamayacağı gibi dolaysız yansıması da olmayacaktır (Lukacs, 1969:72–114).

Herhangi bir sanat yapıtında olduğu gibi, romanda da toplumsallaşan bireyin yaşantısıyla dışlaştırdığı  bilgiler ya da veriler bulabilmek mümkündür. Düşüncenin en önemlisi “duygunun” egemen olduğu/olacağı sanat eserinde ‘toplumsal’ olan  (dolayısıyla tarihsel anlam ve değeri bulunan) bireyin öznel perspektifinden yansıyan olguların izleri taşınır.  Her zaman romanın gerçeklikle (realite) arasına giren bir gerilim veya mesafe tehlikesi söz konusudur. Bu gerilimden dolayı romanı anlama çabasındaki sosyoloji, romanın içinde geliştiği- yazıldığı toplumsal çevrenin özelliklerini gözden uzak tutmamalıdır. Bütün insani olgular gibi, roman da ancak daha büyük ve etkili olguların içinde anlamlıdır. Dolayısıyla,  romanda anlatılan herhangi bir toplumsal olgunun anlaşılma çabası ve isteği, onun daha geniş dünyasını bilmeyi de gerektirir (Goldmann, 1981:82). Çünkü herhangi bir romanın yazılmasında olduğu gibi, edebi/sanatsal gelişim, toplumsal-tarihsel koşulların bütün izlerini taşıyarak gerçekleşir.

Eagleton, estetik ürün anlamında edebiyatın, hangi dönem olursa olsun, belli başlı etkileri kendinde taşıdığını ve ancak ürünün bu etkilerin içinden geçerek oluşabileceğini söylemektedir. Ona göre, toplumun varoluşsal gerçekliği ile eserin (romanın) ortaya konma nedeni çakışır.  Roman ve toplum, biri diğeri için zorunluluk olarak kabul edildikçe, eserin her aşamasında ‘toplumsal’ olan, kendini romana sirayet ettirecektir (1986:45-54). Benzer biçimde Lowenthal, edebiyatın kendi zamanının, toplumsal sınıfların, alt grupların ya da daha geniş anlamında, ulusların değerlerini ve diğer ahlaki yargılarını da içinde barındıran, sembolleri günümüze kadar taşıyan uygun bir araç olduğunun söylemektedir. Bu taşıyıcılık görevi gerçek hayattaki benzer kültürel karmaşalara da denk düşebilir (1957:22). Eagleton ve Lowenthal’in bu görüşlerini izlediğimizde romancının kendisi, toplumsal özne olarak sınırlılıklarının ötesinde gerçekliği duyumsayıp, ‘kendine göre’ yansıtan kişidir. Çünkü yazarın ve romanın, kendine “sorun” gördüğü, ‘estetize ettiği’ gerçeklikle kurmaya çalıştığı bağ, doğrudan değil, dolayımlıdır.[1]

Bir romanın kendisi bize doğrudan apaçık anlama nesnesi vermez (bunu yapmaya çalışan “roman”lar olabilir). Bu “anlam” her zaman onda (romanda, metinde) gizil olarak vardır ve ortaya çıkarılmayı bekler. Martin’e göre, romancı eserinde bir olayı, doğruyu veya durumu, belli kurgusal düzen dâhilinde bize aktarır. Burada gelişigüzelliğe yer yoktur. Roman yazarı “doğruları” ya da “bilgiyi” açıklayan bir öğe değildir, bunları biz okuyuculara sadece (romansal tekniklerle) duyurmakla yetinir. Bu nedenle, roman yazarının zihninden estetik yaratımın bütün özgürlük ve sınırlılığıyla birlikte yansıyan imgeler sonsuz olaylar evrenin küçük bir kesitidir. Dolayısıyla, sanatçının sübjektif değerleriyle çok yakın etkileşimleri söz konusudur (2002:41-50). Yazarın bütün öznel durumlarına paralel olarak romanı inceleme çabasındaki sosyolojinin de önünde ciddi sorunlar her zaman olacaktır. Buna ek olarak Lowenthal,  okuyucu veya yorumcunun, romanın olay ve karakter örgüsünden elemeler-seçimler yaparken ‘önemli’ olanla olmayanı ayırmada, en az yazarın anlam oluşturma süreçlerindeki kadar, öznel perspektiflere açık bir durumun olduğunu söylemektedir (1961:13).

Roman okunduğunda, ondan anlamlar oluşturulmaya çalışıldığında başka bir öznellikle karşı karşıya kalınır. Sartre’ın sözünü ettiği ‘ayna’daki kırılma bu kez, okuyucunun anlam ve yorum inşasında vardır. Romandan anlam çıkarma peşinde olan okuyucunun da (sosyolojinin de) farkında olması gereken bu çoklu kırılma ve yansımanın yarattığı estetik dünyanın varlığıdır.

 

 

Orhan Kemal’in “ağa”ları ve toplumsal değişim

 

Orhan Kemal’in romanlarındaki olayların coğrafi mekânı Çukurova, uygun tarım koşulları ve geniş arazilerinin yanında mülkiyet biçimleri, üretim ilişkileri, çok kültürlü yapı gibi koşullarla birlikte karakterlerin yaşamındaki yükseliş ve düşüşlere sahne olur. Pamuk tarımının öncelik taşıdığı bu bölgede, 19.yüzyıldaki çok farklı boyutlarıyla beraber Cumhuriyet dönemine taşınan büyük toprak sahipliği, güçlü bir olgudur. Ekonomik değer anlamında tarımın önemi, Çukurova toplumsal yapısının Türkiye’nin diğer bölgelerinden önce keskin dönüşümler yaşanmasına da zemin hazırlar. Siyasal ve teknolojik gelişmelerden, pek çok bölgeye nazaran, daha erken ve doğrudan etkilenen bir özelliği vardır (Bkz. Zürcher, 2001). 19. yüzyıldan itibaren Çukurova tarımının ulusal ve uluslararası pazara eklemlenmesinin yanı sıra bölgede çok farklı kültürlerin ve etnik grupların yaşaması bunun nedenleri arasında yer alır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte bütün siyasal gelişmeler, bu bölgenin ekonomik yapısı üzerinde derin izler bırakmıştır. 19. yüzyıldan itibaren başlayan ve öncülüğünü çoğunlukla bölgedeki Ermenilerin yaptığı, tarımsal ürünlerin işlenmesindeki modernleşme ve makineleşme çabaları, Osmanlı’nın son dönemindeki olaylardan doğrudan etkisinde kalır. Anadolu’da gerçekleşen tehcir ya da Anadolu’ya doğru olan nüfus hareketlerinden bu süreç de pek çok bakımdan etkilenir.

Yine bu bölgede Cumhuriyet döneminde de devam eden ‘göçmenlik’ olgusu, demografik yapıda değişiklikler yaratırken, asıl etkiyi çalışma kültürü, ucuz emek ve diğer toplumsal ilişkiler üzerinde yapmıştır. Ülke dışına veya içine doğru gerçekleşen insan nüfus hareketliliği, zenginleşme ve mülk sahibi olmada farklı boyutları ortaya çıkarmıştır. İlerleyen dönemlerde modernleşme ve makineleşmenin tarım üzerinde daha dönüştürücü olmasıyla feodal ya da yarı-feodal ilişkilerdeki değişimler, çözülmeler yaşanır. Bu süreç boyunca zenginler ve zenginleşme biçimleri değişirken, toplumsal işleyişte, yeni karakterler daha da belirginleşmeye başlar.

 

1. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla değişen zenginler ve zihniyetler

1.a. Modernleşmenin karşı aktörleri olarak “Resul Ağa” ve “Topal Eskici”

 

On dokuzuncu yüzyıldaki olaylara kadar geri götürülebilecek bir toplumsal gelişmeler tarihini yazarın “Eskici Dükkânı” (1973)  romanıyla başlatmak mümkündür. Modernleşme çabalarının en somut yansımalarından biri Çukurova’daki makineleşme serüvenidir. Bu süreçte öncü olanlar Çukurova Ermenileri ve onlarla “yakın” ilişkileri olan Müslüman ahalidir. “Eskici Dükkânı” bu çabalarla birlikte toplumsal çözülmenin farklı boyutlarını anlatan bir romandır.

Romanın asıl karakteri olan yaşlı eskicinin (Topal) yaşam çizgisi, Osmanlı’dan 1940’lara değin toplumun yaşadıklarının bir kesitidir. Trablus’ta Osmanlı askeriyken ayağı kesilen eskici, geçen zaman zarfında, çevresi, çocukları ve en önemlisi zamanla çelişkiye düşerken, roman bu düşüşün ani olmadığını, feodal değerleri savunanların yaşadıkları zorunlu bir sürecin gereği olduğunu bizlere anlatır. Topal Eskici’nin, dedesi Resul Ağa’yla benzer feodal zihniyetlere sahip olması, farklı zaman dilimlerindeki çöküşün ve gerilemenin sebepleri olur. Eskicinin babası, ailenin ya da o dönem Çukurova’sında bir “sapma” veya “istisna” olarak kalır.

Orhan Kemal,  romanda Resul Ağa’yla oğlu (Topal Eskici’nin babası) arasındaki zihniyet farklılıklarını, basit bir ailevi ilişki ya da kuşak çatışmasının ötesinde, daha büyük bir toplumsal olgunun gelişim süreciyle bağlantılı olarak açıklar. Böylece geleneksel değerlerin, modern değer ve araçlar karşısındaki yenilgisi, çöküşü estetik bir biçimde romanın diliyle, dolaylı olarak anlatılır.

1950’li yıllarda, artık iyice gerileyen ve yoksullaşan Topal Eskici’nin günlük yaşamı, diyalogların gerisindeki anlamlarda gizlenir. Dükkânının olduğu çarşıda eski nüfuzlu bir zanaatkâr olan karakterin çevresiyle diyaloglarından, onun geçmişinin yanı sıra yoksullaşma nedenlerine de ulaşırız. Çarşıda kaybettiği geçmişteki feodal değerler yüklü statüsüne paralel bir biçimde, ekonomik gücünden de uzaklaşır. Geleneksel aile bağlarıyla yanında zorla tuttuğu iki oğlunun kapitalist pazarın gereğince üretim yapma isteklerine karşı gösterdiği direnç, onun sonunu hızlandıran etkenlerden birine dönüşür. Gittikçe fakirleşen aile, kentsel bir el zanaatından pamuk ırgatlığına doğru bir ‘düşüş’ yaşayarak toplumsal gelişimden etkilenir. Fakat bütün bu düşüşü yazar, ani olmayan, makineleşme ve modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan zihniyet değişimlerine uyum sağlayamamanın sonuçları olarak aktarır ve romanın olay örgüsünü sosyolojik ve tarihsel arka plân üzerine kurar. Roman, Trablusgarp savaşında bir ayağını kaybederek kendi kentine dönen Topal Eskici’nin aile tarihini, feodal bir zihniyetin çöküşü olarak estetize eder.

Çukurova’da yaşanan tarımsal gelişimin niteliğine ayak uydurmayan Topal Eskici’nin dedesinden başlayan geçmişi, aynı zamanda ailedeki farklı bilinç düzeylerinin niteliği hakkında bilgiler de barındırır. Bu sürecin 1950’lere kadar olan uzantısı romanda, gerileyen ve zayıflayan eski tip toprak sahipliğinin günün koşullarındaki dağılışını temsil eder. Çukurova’daki bazı büyük toprak sahiplerinin çöküşü, gerileyişi, yeni zenginlerin ve zenginleşme biçimlerinin ortaya çıkışı feodal değerlerle bezeli masalsı geçmişin silinmesini de beraberinde getirir. Eski varlıklı kesimin bir şekilde gerilediğini, yeni siyasal ve ekonomik ilişkilerin niteliğine uyum sağlama kapasitesi ve yeteneği olmayanların yoksullaştıklarını görürüz. Topal Eskici’nin, sahip olmakla öğündüğü ve onlarla geçmişteki yaşantısının şaşaasına sığındığı değerler, bütün aile fertleriyle beraber yaşanan yoksullaşmayı açıklamaz.

Eskici’nin geçmişi basit bir zenginlik tarihi olmaktan öte, toplumsal dinamiklerin belirleyicilerini göstermesi bakımından da önemlidir:

 

“Topal eskicinin dedesi Resul ağa pek pek orta çiftçi sayılırdı. O yıllar memlekette henüz tren yolu döşenmediği, kamyonlarsa buranın malını mahsulünü şuraya, şuranınkini buraya götürüp getirmediği için, buranın malı mahsulü burada, oranınki orada kalır, çiftlik sahipleri buğdayları, arpaları, küncü, pamukları fakir fukaraya bedava dağıtmasalar bile, gene de bol bol verirlerdi.” (1973: 14)

           

            Tarımın bu kapalı yapısı, ürünün değerlendirme biçimlerinde de farklılıklara yol açar. Dede Resul Ağa’nın döneminde (19.yüzyıl ortaları) feodal kültürü yeniden üreten çok büyük bir yapı söz konusudur. Makineleşme ve diğer modernleşme etkileri “pazar”ı değiştirirken süreçteki aktörlerin bilincinde de dönüşümlere yol açmaktadır.

Değişimin görece daha yavaş olduğu dönemlerde feodal değerlerin farklı anlamının olması doğaldır. Orhan Kemal’in pek çok romanında, bu türden olguların yeni koşullar üzerindeki etkinliğinin zayıflığı veya geçersizliğini “mezar taşlarıyla öğünmek” deyimiyle betimlediğine rastlarız. Fakat burada, Topal’ın geçmişle öğünmesinden ziyade, yenilmişliği kabul edip,  toplumun diğer insanları gibi ol(a)mamaya hayıflanması söz konusudur. Yaşantısındaki bütün eylemlere bu doğrultuda bir anlam yükler. Kendi sınıfının güçsüzlüğünün ve düşüşünün farkında olan bir bireyin (çaresizce) boyun eğişi anlatılır.

Çukurova’daki çok kültürlü yaşamla birlikte işleyen değişim ve modernleşme, mevcut geleneksel ilişkilerde bir çözülmeye yol açar. Feodal davranış örüntüleri farklı zihniyetlerle karşılaşır. Resul Ağa karakterinin temsil ettiği (feodal) zihniyetin modernleşme ve makineleşmeyle karşılaşması farklı bir düzlemde romanın diliyle betimlenir:

 

“Topal eskicinin özelliği dedesi Resul ağadan değil, ne kafaca, ne de bedence babasına şu kadarcık benzemeyen ufak tefek babasından geliyordu. Bu baba, o yıllar “Sultani” denilen, şimdiki lise karşıtı “idadi”de okumuş, iri yarı babası Resul ağanın zenginliğine aldırmadan, hatta ihtiyarın bütün yasaklarına sırt dönen fabrikatör Gülbenkyan’ların çocukları ile arkadaşlığı arttırmış, onlardan Ermenice, Fransızca bellemiş, ille de “fabrika”ya akıl erdirmeye çalışmıştı. Neydi bu fabrika? Kendi kendine fışıltılarla çalışırken sıcak, beyaz dumanlar salan büyük büyük makineler, vınıltıyla  dönen miller geçirili kocaman kocaman tahta kasnaklar, tahta kasnakları döndüren kayışlar, kayışlar, kayışlar…Yerliler için ilk bakışta “Fabrika” buydu. Topal eskicinin ufak tefek, kupkuru babası içinse – Gülbenkyan’ların oğullariyle sıkı fıkı olmaktan gelen bir hazırlıkla- “fabrika”, deli deli dönen bir takım kayışlarla kasnakların çevirdiği makinelerin baş döndürücü uğultusunda tohumlu pamukları yutup, tohumsuz bembeyaz kusan, kusulmuş bembeyaz pamukları şaşılacak bir hızla bir takım yollardan, çengellerden geçirirken, kıvırıp, büken, masuralara saran, sarılmış masuraları şakırtılı tezgâhlarda kola kokulu kaymak gibi bez haline getiriveren bir güç”tü. Bu gücün daha şimdiden yüzler, hattâ binlerce insanın günlerce çalışıp ancak çıkarabileceği işi birkaç saatta çıkarıverdiğini görüyor,  “fabrika”ya karşı korkulu bir hayranlık duyuyordu. Yerliler dilediklerince “Gâvur aklı, it aklı!” desinler. Bu “akıl”ın günün birinde dünyayı saracağını, insanlardan pek çoğunun elinden ekmeğini alacağını, onun dilini anlamayan, ona dost olmayanların üzerinden silindir gibi geçip ezeceğini onunla dost olmaktan başka çıkar yol bulunmadığını seziyordu.” (1973: 15-16)

               

Topal eskicinin aile geçmişindeki bir “sapma” olarak babası, Adana’daki Ermenilerle dostluğu sayesinde teknolojiyle tanışıyor ama onun öngörüsü ve gelişim düzeyinde başka kimse olmadığından (toplumsal olguların da yardımıyla) ailenin sınıfsal konumunda ve zihniyetinin gücündeki gerileme devam eder. Başka ilginç bir ayrıntı “Gülbenkyan” ailesinin temsil ettiği anlamdır. Modernleşmenin Çukurova’daki öncüsü çoğunlukla Ermeniler olurken yazarın “yerli” diye betimlediği Müslüman halk bildik muhafazakâr tepkiler geliştirir. Romanın bakış açısıyla “makine ile dost olmayanların” ne hale geldiği, Topal’ın şahsında gerçekleşmiştir.

Aşağıdaki alıntıda da görüleceği gibi kapitalizme henüz tam eklemlenmemiş tarımın büyük toprak sahipleri için feodal değerlerin yeniden üretilmesi ve sürdürülmesinde daha önceliklidir. Topal’ın dedesi Resul Ağa, oğlundan beklentilerini tamamen gelenek üzerine kurar ve oğlu (Topal’ın babası) ailenin tarihinde, okumaktan teknik bilgiye  kadar geniş ve dışa açık dünya görüşüyle, ilişkileriyle, takipçisi olmadığı için bir ilerleme olarak değil, “sapma” olarak var olur. Zira ailenin son temsilcisi ya da romanın başkarakteri Topal Eskici’nin somut koşulları, büyük baba Resul Ağa’nın feodal değerlerinin izlendiğini ve yaşanılan gelişmeler karşısında yenilgiyi gösterir.  Çukurova’daki kapitalist tarım ilişkilerinin gelişmesi, önceki öngörüleri haklı çıkarır:

Resul Ağa’nın aksine, Topal Eskici’nin farklı ve “modern” babasının beklentileri Müslüman ahalinin ve ailesinin genel zihniyetinin çok ötesindedir:

 

“İstiyordu ki oğlu bakla kırı hâlis kan Arap atı, lâciverdin hasından şalvar, pırıl pırıl çizmelerle hovardalık âlemlerini değil, “Fabrika”yı sevsin, onunla dost olsun, dost olabilmek için de onun dilini bellesin. Bellesin ama nerde? Çocuğu ne dede bırakıyordu ne nine (…) Ne demekti mektep medrese? Fabrika ne demekti? Dindaşlarını bir yana bırakıp Ermenilerle düşüp kalkmak, gâvurca bellemek de ne oluyordu?” (1973: 16)

 

Topal’ın babasının ileri görüşlülüğü, zanaata düşkünlüğü, teknolojiye olan ilgisi, tehcirden sonra da işe yarar. Topal Eskici de babasının Ermeni arkadaşlarından kunduracılık öğrenmiştir.  Kunduracılık mesleğindeki terimlere dikkatli baktığımızda, Çukurova Ermenilerinin olayların romanlaştırıldığı siyasal ve ekonomik dönemde dış dünya ile olan ilişkilerinin yanı sıra, ayakkabı atölyesindeki teknolojinin bağlantılarını da anlayabiliriz:

 

“…(Topal) okul dönüşlerinde de çarşı içine uğruyor, babasının arkadaşı Dikran ustanın kunduracı dükkânında birkaç saat çalışıyordu. Çok geçmeden en iyi kundura malzemesinin Fransız köselesi, Amerikan vidalası, İngiliz ipliği, İtalyan yumağını olduğunu öğrendi.” (1973: 17)

 

            Topal Eskici ve dedesi Resul Ağa, simgesel olarak Çukurova’daki değişimin karakterlerinden ikisidir. Yazar, roman boyunca dede Resul Ağa’yı daha çok geri plânda tutmasına rağmen, Topal Eskici’yi zihniyetin yansıması ve temsili anlamında, oğluyla yaşadığı çelişkiyi, modernleşme ve makineleşme sürecinde zamanla girdiği zıtlığın, feodal değerler aleyhine kaybedişindeki anlatımın yenik kahramanına dönüştürür. Topal Eskici’nin babası aile tarihinde ve Çukurova’da Müslüman ahalinin yaşanılan somut dünyayı algılamasında ileri görüşlü bireyin temsili haline gelir. Devamlılık ve izlenme noktasında feodal engellerin ağır baskısı sonucu Resul Ağa ve torunu Topal Eskici de, çok geniş arazilere rağmen çöküşün dramatik karakterleri olurlar.

Topal Eskici’nin artık iyice gerilediği, ‘düştüğü’, yaşamının sonunda yok olmaya yüz tuttuğu 1940 ve 1950’li yıllarsa, sanayinin modernleşme ve makineleşmenin bütün değiştirme gücüyle Çukurova’daki toplumsal ilişkilere iyice sirayet ederek tüm yapıyı çözdüğü dönemlerdir. Bu koşullarda, geleneksel hafızanın sürekli beslediği geçmişteki masalsı yaşantı kırıntıları, Resul Ağa’dan başlayarak torunu Topal Eskici’nin ovada pamuk ırgatlığına başlamasıyla unutulmak ya da biçim değiştirmek zorunda kalır.

 

2. Zenginliğin değişen aktörleri

 

Orhan Kemal’in toplumsal değişimi anlatan romanları, karakterler, olayların tarihi seyri ve diyaloglardan yola çıkarak bir anlam oluşturmaya girişir. Toplumsal değişim ve dönüşümün tarımdan sanayiye kadar yaşamın her nüvesine işlediği bir dönemde çok farklı toplumsal-kültürel kökenlere sahip bireylerin günün koşullarının dayatması olarak yeni anlayışlar geliştirdiklerini görmekteyiz. Eskinin yerli güçlü aktörleri gelinen toplumsal değişim aşamasında, kendi gerilemeleri bir tarafa, “alttan” gelen yeni ve o güne değin yabancısı olmasalar da dikkat etmedikleri bir realiteyi karşılarında görürler. Bu karşılaşmada kültürel farklar, değişik dünya algıları veya geçmişin bütün etkileri kendini yeni ilişkilerde gösterirken karşılıklı olarak bir değişim de yaşanır.

 

2.a. Aristokratların düşüşü, köylülerin yükselişi: “Numan Şerif Bey” ve “Kadir Ağa”

 

Bu iki karakter, yazarın “Cemile”(2004) romanında Çukurova’da bir çırçır fabrikasındaki farklı sınıf ve kültürel algıların günün kapitalist ilişkileriyle karşılaşmasının anlatımına dönüşür.  Numan Şerif Bey ve Kadir Ağa, Türkiye’nin Osmanlı geçmişi ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki koşullarının ekonomik-kültürel “temsili aktörü” olarak anlatılırlar. Her açıdan birbirine zıt ve farklı kültürel geçmişin ürünü olan karakterlerin, kapitalizme yeni eklemlenmekte olan tarım ve sanayinin gelişmesinin değişmiş ve farklılaşmış yansımaları olurlar.

Zenginleşen yeni bir kesimin temsilcisi olarak Kadir Ağa karakteri, her haliyle, köklü bir aristokratik kültürün temsilcisi olan Numan Şerif Bey’le aynı fabrikada ortak kalacak kadar maddi bir servet edinmişken çok farklı anlam dünyaları ve zaman algıları karşılaşmış olur. Romanın betimlediği olayların geçtiği 1930’lar Çukurova’sı Kadir Ağa ve Numan Şerif Bey’in sahibi oldukları çırçır fabrikası toplumsal gerçekliğin küçük bir kesitini yansıtır mahiyettedir:

 

“1934 yılı Eylül sonlarının berrak bir gecesiydi. Kuvvetli ayın altında bembeyaz pamuk tarlaları göz alabildiğine uzanıyor, köyleri şehre bağlayan tozlu yollarda kütlü denilen, tohumlu pamuk hararları yüklü Doçlar, Şevroleler, Fordlar, yağsız tekerleklerinin gıcırtısı aydınlık geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl çift atlıları, yüklü deve dizileri şehre akıyordu.” (2004: 7)

 

                Numan Şerif Bey ve Kadir Ağa’yı birlikte aynı fabrikada (bütün kültürel farklılık ve zıtlıklara rağmen) ortak iktisadi kaygılar noktasında buluşturan koşullar, yazarın yukarıda tasvir ettiği akışın kendisi ve kente doğru olan yönüdür. Çünkü o yönde sadece akan bir hammadde (pamuk, vs.) yoktur; onunla birlikte, insanlar da akmaktadır. Tarım ürünlerinin, kentte gelişmeye başlayan sanayinin hammaddesi ve bu yeni fabrikalarda çalışacak ucuz işgücünün bu akışla kentlere doğru hareketin yeni ivme kazanmaya başladığı bir dönem söz konusudur.

            Böyle bir sosyal gerçeklikte “Patron” Kadir Ağa’nın tipi ve davranışları zenginlik elde etme biçimine paralel gider. Adana’ya çok yoksul biri olarak gelip tasarruf ve açıkgözlülükle para biriktirmiş, 1930’ların Çukurova’sında ‘sermaye’ sahibi olmuştur. Para biriktirmenin kısa sürede, bir fabrikada patron (“ağa”) olacak şekilde sonuçlanması aynı zamanda savaş yıllarının bir olgusudur. Ayrıca, Orhan Kemal’in Çukurova’daki değişimi anlatan romanlarında kısa sürede servet elde etmede, Anadolu’dan gidenlerin geride kalan malına mülküne, yerel halkın siyasi otoriteyle el ele verip sahiplenmesinin etkisi olduğuna çok sık değinilir.

            Çeşitli yollarla elde edilen sermayenin yatırıldığı önemli alanlardan olan tarıma dayalı sanayi ve tarım, uluslararası piyasayla yakın ilişkilere sahiptir. Yabancıların endüstriyel üretime katkısı, teknik bilgi ve işletme mantığı üzerinedir. Fakat burada da yerli işçilerin çalışma kültürü ile Batılı bir anlayış karşı karşıya gelir. Kadir Ağa ve Numan Şerif Bey’in fabrikasındaki İtalyan mühendis, her açıdan geleneksel zihniyetle (onun fabrikadaki temsilcisi Ağa ve işçilerle) çatışma halindedir. Fabrikanın ortağı ağa, İtalyan mühendis ve aristokrat Numan Şerif Bey, çok farklı zihniyetlerin temsilcisi olurlar. Ağa, bir şekilde para kazanıp etkili olan bir karakterdir; her şeyiyle gelenekseldir ve varlıklı ‘cehaleti’ simgeler. İtalyan mühendis, uluslararası sermayenin Türk sanayisine olan nüfuzunu ve Batılı akla göndermede bulunurken, Numan Şerif Bey, kendi sınıfının son temsilcilerinden biri olarak ağayı kendine ortak alacak kadar zayıflamış, kültürlü ve sayıca azalmakta olan bir aristokratın göstereni olur.   

            En “değersiz” fakat para anlamında gücü olan ağa, aristokratik geçmişe saygı duymakla birlikte her zaman ‘rasyonel’ kararların olmasını kendi çıkarı adına onaylamaz. Kadir Ağa fabrikada Numan Şerif Bey’in getirdiği İtalyan mühendise ve onun temsil etme iddiasında olduğu bürokratik ve ‘endüstriyel akıl’a da karşıdır. Numan Şerif Bey’in aristokratik gücü ve statüsünden dolayı (ortağı olmasına rağmen) aralarında gerçek bir ‘sınır’ ve mesafe vardır. Kadir Ağa, artık “fazla” olarak gördüğü ama açıktan karşı çıkma gücünü kendinde (henüz) bulamadığı Numan Şerif Bey’in elindeki bütün hisseleri de almak istemektedir ve artık bunu yapabilecek parasal gücü de vardır.

            Romandaki Numan Şerif Bey karakteriyse sayıları ve etkinliği giderek azalan bir sınıfın üyesi ve temsilcisi olmasının yanında dışa açık, eğitimli, aristokrat kökenli bir kapitalisttir. İtalyan mühendisi de o getirmiştir. İşçilerin geleneksel davranışlarından kaynaklanan şikâyetlerini (özellikle İtalyan mühendisle ilgili), onlarda bulunmayan özelliklere dayandırarak reddeder. Sadece işçilerle değil, aynı zamanda ortağı Kadir Ağa’yla da çelişkisi vardır.

            İtalyan mühendis rasyonel çıkar ilişkilerinin dışındaki işleyişe ‘yabancı’ biri olarak betimlenir. İpliğin sürekli kopması için dokuma tezgahlarına atılan zımpara tozunun farkında değildir. Ustabaşılar, eski geleneksel düzendeki rahatlarına kavuşmak adına, rasyonel işleyişin temsilcisi olarak görülen mühendisin gitmesi için tuzaklar kurarlar. Bu durum Ağa’nın da çıkarınadır:

           

                  “-Sana diyom…Ağnadın mı? (…)

-Lafıma eyi kulak vir... İtalyan’ın ayağı böyle alınmaz! (…)

-Elimden gelse, bi gaşık suda boğarım dümbüğü! Amma asıl zorum ötekinde, onu burya getirende…Ağnadın mı?

-Anladım ağa…

-Numan Bey, Numan Bey…Ne Avrupa’sını kor, ne Emelike’sini. Sıfatını görmüyon mu? Gâvırdan farkı var mı? (…)

-…Nedir öyle..Muhasebeyi mektepli memurnan doldurdu. Eskiden iki üç kâtip…İş gene bu işti, hesap gene bu hesap kitaptı…” (2004: 30)

             

            Değişen koşullardaki bir başka durum da, geleneksel saygınlık ölçütlerinin Numan Şerif Bey’in kişiliğinde anlatılan etkinliğidir. Fakat işleyiş aristokratla aleyhine doğru gelişmektedir. Ağa ile ortak olacak kadar para yönünden zayıflamış ya da ‘cahil’ köylüler ona ortak olacak kadar zenginleşmiş… Nasıl okunursa okunsun, yeni bir dönemin başladığı apaçıktır. Bu değişim, aynı zamanda paranın gücünün eğitimliler ve aristokratlarla karşılaşmasının sürecidir.

            Kadir Ağa’nın modern bir işletmedeki geleneksel ilişkileri temsil eden yönü, eğitime karşı da kendini gösterir. Numan Şerif Bey’le özdeşleştirdiği eğitime, kültüre daha önemlisi bürokratik rasyonaliteye karşıdır. Eğitim ya da onunla gelen profesyonel meslek sahipliği her zaman karşısında, geleneksel zihniyetin en güçlü temsilcisi olan Ağa’yı bulmaktadır. Bu ekonomik ve toplumsal bir statü hesaplaşmasına dönüşür:

 

“ ..döndü. Ağaydı.(…) Kâtip kekeledi:

-Meşguldüm efendim, görmedim, affedersiniz.

-Meşguldün gormedin. Meşgullüğünüzden beni ehya ettiniz. Siz yokken bu palikenin hesabını kitabını duvarlara yazdırırdım ben. Gene de işim yörürdü. Ne bu masebe musabe, defter, kalem vırt zırt…Fuzuli masraf..” (2004: 33)

 

            Romanda dikkati çeken iki kavram daha vardır: “Bey” ve “Ağa”. Birincisi, soyluluk, kültür, gerileme ve çöküşü simgelerken; ikincisi, yerellik, “cahillik” yeni zenginleşme ve yükselişe göndermede bulunur.  Romandaki dikkat çekici başka bir anlam kutuplaşması da, akıl dışı olanların, ikiyüzlü, düzenbaz, geleneksel ve cahil olarak resmedilmeleridir. Onlarda gelenekselin bütün tutuculuğu da hissedilir.

            Numan Şerif Bey’le Kadir Ağa’nın ortaklığı, romansal kurguyla anlatılmaya çalışılan ekonomik bir gösterge olarak sosyo-kültürel farkları kapatmaya yetmeyen bir öğedir. Numan Şerif Bey’in geçmişi yeni güçlenen köy kökenli zenginlerle çelişir. Fakat bu ortaklık iktisadi olmaktan öte, çöküşe geçen eski aristokrat- zengin sınıfın, bu çöküşü yavaşlatmak adına yeni zenginlerle kurdukları bir zorunlu ittifaktır. Farklar, eski sınıf adına “can sıkıcı” da olsa toplumsal koşulların zorunluluğu daha belirleyici bir hal alır:

 

“ Önüne bir tomar parşömen çeken ağa, yeni öğrendiği imzasını atmaya başladı. Bu imzalar, birbirine paralel dört beş çizgiydi. Elinde pırıl pırıl stilo, gözünde gözlük, imza işine öyle dalmıştı ki, kapının açılıp ortağı Numan Şerif Bey’in içeri girdiğinin bile farkında olmadı. Cahil ortağını kapıda uzun uzun seyrettikten sonra Numan Şerif Bey:

-Ulan, ulan Kadir.. Hani yakışmıyor da değil ha! Bir yabancı görse seni sahiden de genel müdür sanır! Kelle, kulak, heybet…” (2004: 42)

 

Numan Şerif Bey’in sosyal kökeni, yaşama bakışı, sınıfsal davranışları ve kültürel donanımı da Kadir Ağa’yla iktisadi ortaklığın diğer alanlarda birbirini pek tamamlamadığını göstermektedir. Koşullar sadece iktisadi bir işbirliğini gerektirmektedir. Dolayısıyla, Numan Şerif Bey’in ortağından sözünü ettiğimiz farklı olan dünyası hiçbir şekilde aynı zeminde karşılaşamayacak niteliklere sahiptir:

 

“Karakulakzadelerin eksiksiz konağında gözlerini dünyaya açan Numan Şerif Bey, bütün ömrü boyunca hesapsız bir refah içinde yaşamış, elli beş yaşlarında, gerçekten bir erkek güzeliydi. Yaşamasını, yemesini, içmesini, oturup kalkmasını, görüşüp konuşmasını gayet iyi bilir, yalnızca Türkçeyle değil, İtalyanca, Fransızca ve Almanca’yla da derdini anlatabilirdi. İstanbul’da yazlık, kışlık köşkleri, bir de yalısı vardı. Köşklerinin, apartman ve yalısının bütün duvarlarında Paris’ten, Londra’dan getirtilmiş çeşitli tablolar asılıydı. (…) Numan Şerif Bey, özellikle divan şiirine düşkün; şapkayı fes, Türkçe’yi Osmanlıca sayıp bu dünyanın hay huyu içinde eski günleri tahayyülden zevk alan dostlarıyla mehtâp âlemlerine çıkardı. Her yıl hayır cemiyetlerine ödediği binlerce liradan başka, evinin kapısını çalan hiçbir fukarayı tersyüz çevirtmez, para, yiyecek, eski şu bu verdirir, hatta fazla ihtiyar olanları salona çıkartıp karşısına oturtarak, altın yaldızlı fincanlarla kahve ikram eder, görüşür, konuşur, giderken de ihtiyarın kuru avucuna bir miktar para bırakırdı. ”  (2004: 42)

 

      Numan Şerif Bey’in bu betimlenmesiyle yeni zenginleşen sınıfın, kurnazlığını ve ayak oyunlarını anlamayacak kadar “üst” sınıftan bir karakter portresi ortaya çıkar. Aynı coğrafyada ve aynı zaman dilimi içerisinde çok farklı kültürel kodların taşıyıcıları olan iki birey söz konusudur.

            Olay örgüsünün sonuna doğru Kadir Ağa’nın işçiler üzerinden İtalyan mühendise, dolayısıyla Numan Şerif Bey’e karşı olan niyetleri kısa süre sonra ortaya çıkar. Ağa’nın her zaman Numan Şerif Bey’in geçmişine ve sınıfsal durumuna karşı gösterdiği bir çekingenlik, bir ‘eziklik’ söz konusudur. Numan Şerif Bey’in tavırları, iktisadi ve somut zayıflığa paralel gitmeyen bir yaptırıma sahiptir. İktisadi “eşitliğine” rağmen, kültürel ya da toplumsal bir güç olma yolundaki Kadir Ağa’nın karşısında aristokrat kökenli bir farklılık olarak uzanır. Fakat bunun gibi geleneksel tutumlara rağmen, iktisadi gücün bütün toplumsal statüleri ve değerleri sarsıcı etkisinin ayak sesleri duyulmaktadır.

          

2.b.  Servetin eski ve yeni biçimi: “Paşazade Hakkı Bey” ve “Nedim Ağa”

 

         Yazarın “Kanlı Topraklar”(1972) romanındaki bu iki karakter, toplumsal değişmenin bireylerin yaşamı üzerindeki etkilerini görmek bakımından önemlidir. “Cemile” romanındaki Kadir Ağa ve Numan Şerif Bey’in dönem ve olay örgüsü olarak devamı gibidir. Çukurova’da veya kırsal kesimdeki zengin kesimlerin mülk edinme, onu kullanma ve genel zihniyet yapılarını anlamamız açısından önemli ipuçları taşımaktadır. Numan Şerif Bey aristokratik değerlerine karşın kapitalist ilişkilere eklemlenirken Paşazade Hakkı Bey, çok geniş arazilerin tapudaki sahibi olarak aynı başarıyı gösteremez. Sanayinin gücü dönüşüm yeteneği Numan Şerif Bey’i bütün zayıflamış haliyle bir süre daha yaşatır. Fakat sadece toprak sahipliğine dayanan servet biçimi için her zaman aynı şeyi söylemek zordur.

         Roman örgüsündeki Nedim Ağa, Cumhuriyet hükümetleri dönemindeki ‘fırsatlarla’  zenginleşen, servet edinen biri iken, Paşazade Hakkı, 19.yüzyıl Osmanlı paşalarından birinin vârisi olarak, sahip olduğu büyük arazileri peyderpey satan ya da kaybeden, artık çöküşe geçen, zayıflayan, azalan, ayrıcalıklı eski zümrenin bir ferdidir. Yazarın anlatımından bu iki karakterin ‘temsil’ imkânlarıyla birlikte, dönemle ilgili sosyolojik anlamlarla da karşılaşırız.

         Çırçır fabrikasının sahibi Nedim Ağa, bütün davranışlarıyla geleneksel bir tiptir ve dönemin tek partisi olan CHP’ye karşı zorunlu bir bağlılık gösterir. Modernleşmenin Cumhuriyet dönemindeki siyasi aktörü CHP ve onun il yöneticisi (yani partinin-devletin yerel temsilcisi) o dönem Çukurova’sında ciddi bir güçtür. Bu gücün 1930’ların hangi tip yeni sermayedarlar üzerinde nasıl işlediğini aşağıdaki alıntıdan anlamak mümkündür:

 

“Saçı sakalı, bıyığı filan iyice ağarmış fabrika sahibi, kısa boylu, dolgun bir adam, tül perdeleri inik odasında, maroken kanepeye boylu boyunca uzanmış, çıplak ayaklarını da buzdolabına sokmuştu.(…) Ceviz masası üzerindeki telefon çalınca uzandığı yerden kalkıp masaya geçti, kulaklığı aldı .(…) Telefonun öbür ucundaki, parti il başkanıydı. Gene kim bilir hangi hayır cemiyeti yararına tertiplenmiş balo biletlerinden elli tane sokmaya çalışıyordu. Nedim Ağa içinden öfkeli bir lâhavle geçirdikten sonra:

-Emredin beyim, dedi. Derhal. Şimdiye kadar hangi emrinizi yerine getirmedi Nedim Kulunuz?

Telefondaki kalın, sindirici ses, çokluk olduğunca gene yarı şaka kaba bir küfür savurmuştu.(…) (Nedim Ağa telefonu kapattıktan sonra)

-Ben de senin avradını, deyyus. Partiniz başınızda paralansın işallah!

Nedim Ağa için bundan başka yapacak şey yoktu parti ileri gelenlerine karşı. Çünkü bu şimdi ceviz masasında il idare başkanıyla konuştuğu fabrikayı yıllar önce Emvali Metruke’den, gene bu parti mebusu, hatırlı birinin yardımıyla ucuzca satın almış, yıllar yılı da geliştirip büyütmüştü. Particilerin elinde bir çeşit Demokles’in kılıcıydı bu fabrika. Kafaları kızdı mı elinden alıverecekler gibi geliyor, geceleri uykuları kaçıyordu. (.. Bir gün yine buna benzer bir balo bileti yüzünden, parti il başkanı)

“-…ulan yazının yarım pabuçlusu, demişti. “Çukurova’ya ayağının çarığıyla gelip, yıllar yılı omzunda halı dolaştığın günleri ne çabuk  unuttun? Bu fabrikayı baban mı yaptırdıydı? Ermeni malı. Partimizn sayesinde eline geçirip palazlanınca, sana onu temin edenlere karşı yan mı çiziyorsun? Kafamı kızdırma, bir kulpunu bulur elinden alıveririm ha!” (1972: 19-20)

 

Çukurova’da büyük toprak sahibi ağaların bir kısmı fabrika patronu olmaya doğru değişmektedirler. Servet edinme biçimleri arasındaki “Emval-i Metruke”den elde edilenlerin miktarı hiç de azımsanacak nitelikte değildir. Bu tür bir zenginleşme olgusu, Nedim Ağa gibi patronların sürekli devlet ya da parti kontrolünde olmasını da beraberinde getirir. Servet edinenler zaman zaman şikâyetçi olsalar da, kısa sürede elde edilen meblağ sayesinde, bu cendere hoş görülür.

Özellikle Çukurova’daki yeni zenginler ve zenginleşme biçimleri, Türkiye’nin gerçekliğiyle örtüşen estetik yansıtmalar olur. Orhan Kemal’in gerçekçi romancılığında, tarihsel toplumsal koşulların etkilerini, onların ‘estetize edilen’ yönleriyle çok sık karşılarız.

Fabrika kâtibi ve kantarcı, Nedim Ağa’yı konuşmaktadırlar:

 

“Nedim Ağa’nın cemaziyülevvelini bilir  misin? (…) Nedim Ağa’nın ayaklarını sokup serinlediği buzdolabının fiyatı, senin bir yılda kazandığından çok! Elifi görse mertek sanır halbuki…  (…) Peki, nasıl tutmuş yükünü o zaman? (…)

-Vallaha anlatırlardı bir şeyler ya… Ermeni tehcirinde kumaş mağazasına mı konmuş? Adam mı boğazlamış kendi gibilerle bir olup?

-İkisi de var. (…) Bunlar Kayseri köylülerinden her yıl Çukurova’ya yüzlerce inenlerden… bu Nedim Ağa onlardan işte. O zaman malum ya, Ermeniler, Rumlar ticareti ellerine almış, Osmanlıyı veryansın soyuyorlar. Derken Sultan Hamit’i indiriyorlar. Meşrutiyet. İttihat ve Terakki. Milli zengin yetiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri. Bu Nedim’in patronu çorbacı da Ermeni ya, kaçacak Türkiye’den. Aman Nedim demiş, ben seni severim mert adamsın (…) Sen mallarımın başına geç. Benim yerime işleri idare et. Kazan. Ye, iç, helal olsun. Bana da ne gönderirsen artık…(…)

-Sonra heriflere haklarını göndermiş mi?” (1972: 102-103)

 

Romanda karşımıza çıkan başka bir gerçeklik, zenginliğin toprakla olan bağının insanların düşüncesindeki köklerinin çok derinlere uzandığıdır. Osmanlı’dan kalan mesleklerin uyruklara göre paylaşımını, Müslüman halkın çiftçiliğe, toprağa verdiği önemi burada da görürüz. Arzulanan hep toprak sahibi olmaktır. Fabrika, nakit para, yeni zenginlerin hayattaki tedirginliklerini ortadan kaldırmaz. Bunun için satılacak büyük araziler Nedim Ağa’yı heyecanlandırır.

Yıkımdan geride kalanları paylaşırken CHP’nin faydasını gören Nedim Ağa ve onun gibi yeni zengin kesim, artık iyice palazlanmaya başladıklarından CHP’ye veryansın etmekte ve içlerindeki Serbest Fırka taraftarlığını dile dökmektedirler:

 

“-…Bunca malın mülkün, fabrikan var da Allahtan bir Hacca gidebilip Hacı oldun mu?

Nedim Ağa da ilk defa kızdı:

-Olamadımsa suç benim mi?

-Kimin ya?

-Kimin olacak, Hacca izin vermeyen hükümetin! (…) İstekleri bitmiyor, dedi. Ah şu Fethi Bey, ah şu Serbest Fırka…O zaman allem edip kallem edip kapamayalardı şimdiye bu belâlar başımıza gelmezdi!” (1972: 227)

 

1930’larda yaşanan ekonomik ve siyasal gelişmelerin sonucunda bütün zenginlikler yeni anlamlara sahip olur.  Bu sürecin içinde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan çizgide çok hızlı ekonomik gelişmeler yanında hızlı sınıfsal çözülmelerin de yaşandığını daha önce de belirtmiştik. İşte bu çözülme ve düşüşe en iyi örneklerden biri Paşazade Hakkı karakteridir. Hakkı Bey, onun sahip olduğu ama onun nazarında bir kıymeti olmayan toprakların elden çıkarılmasında ellerine geçecek parsaların hesabını yapan etrafındaki insanlara hiç benzemeyen biridir. O, yerli ve bir “yabancı”dır. Yaşamı, değerleri ve felsefesiyle farklı, artık her anlamda, tükenen, çözülen, gerileyen bir sınıfın son temsilcisidir. Yerini ve zenginliğini, onun etrafında dolananların uzaktaki benzerlerine bırakmak üzeredir:

 

 “Sultan Hamit sivil paşalarından birinin torunuydu. (…) Dedesi, hürriyet fikirlerinden korkulduğu için, Payitaht’tan uzaklaştırılmıştı. Diyarbakır, Halep, Beyrut gibi, Osmanlı mülkünün en büyük vilâyetlerinde valiliklerde buluna paşa, Adana’da da bulunmuştu. (…) gün gelip toprağın değer kazanacağını düşünerek, ucuz ucuz geniş topraklar satın almıştı.(…) Hakkı Bey de öğrenimini dedesi gibi, Sorbon’da, sonraları İsviçre’de yapmış, ileri Batı dillerinin hemen hepsini konuşur, yazar, o dillerden şiirler okurdu. (…) Bunca dil bilen, böylesine okumuş adam ne diye mebus olmazdı? Vekil olmazdı? Hatta başvekil olmazdı? Hiçbiri değildi.” (1972: 268-269)

 

Paşazade Hakkı, kişiliği ve aile geçmişi ile Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan aristokrasinin çözülmesinin bir örneğidir. Onun bireysel ve ailevi tarihi, Çukurova’daki aristokrasinin de ortak tarihine benzemektedir.

Hakkı Bey, içinde yaşadığı toplumun bilinç düzeyinin dışında bir karakterdir . Çukurova’da 1930’larda cari olan “uğrunda adam öldürülen” binlerce dönüm toprağın sahibidir. Fakat kendisinin bireysel anlamda “değerli” gördükleriyle toplumun mevcut koşullarında cari olan değerler arasında düşünsel bir uçurum söz konusudur. Onun tarlalarını yok pahasına almak isteyen (Nedim Ağa gibi) “cahil” ama sonsuz ihtirasları olan hiçbir karaktere benzemez. O, sadece tapudaki tarlaların sahibi bir entelektüeldir. Etrafındaki karakterlerle tek ortak yanı, aynı zaman diliminde ve coğrafyada yaşıyor olmasıdır.  Hakkı Bey, herkesin ahlaki değerleri çıkarı doğrultusunda yorumladığı bu süreçte, düşünsel ve sınıfsal mirasının son temsilcisi olarak tükenişi yaşayan bir karakterdir:

 

“Paşazade Hakkı Bey ise ne tarlalarıyla ilgiliydi, ne de “kanlı topraklar”ın  cebindeki tapularıyle. Bu tapuları hiçbir zaman ciddiye almamıştı ki. (…) Yeryüzünde insanlar ve insanların uydurma hukuku, bu uydurma hukukun tapu senetleri yokken bu topraklar, insanlardan önce, şimdikinden çok daha şen ve esendiler her halde. (…) İnsan çok sonra gelmişti yeryüzüne. Çok sonra gelmişti ama, çok önce gelen toprakların da,  tohumun da hatta sert rüzgârların da canını sıkmış, rahatını kaçırmıştı. (…) Artık dünyanın tadı kaçmıştı. Bereketli toprakların bütün yaratıklara,  daha doğrusu tekmil canlılara açık kardeş sofralığı, insan kalabalıkları içindeki bir avuç insanın açgözlülüğü yüzünden ambarlara, kilit altlarına alınmış, insanlardan kaçırılmıştı.(…) Çok sonra gelen insanlar bir hukuk çıkardılar evet, pay pay ettiler şen ve esen toprakları (…) birtakım insanların buna ne hakkı vardı? Uydurma hukuklarıyle buna kendilerinde hak bulanlar, hak bulmadıkları bir başka insanlar kalabalığını neden, niçin, ne hakla aç bırakabiliyorlardı? Bu hakkı onlara kim vermişti. (…)

-Hayır, dedi, haksızlıktır bu. Hukuk’un hukuksuzluğu yıkılmalıdır!” (1972: 290-291)

 

                Paşazade Hakkı’nın romandaki gerçekçiliği güçlendiren bir diğer yönü de onun gerileyen bir sınıfın ‘temsil’i olmasındandır. Zira akrabalarının büyük kentlerdeki gerileyen konumları bu savı güçlendirir.

 

“Paşanın yığınla vârisi torunların hemen hepsi yüksek öğrenimlerini yapmış, çeşitli yabancı dilleri ana dilleri kadar bilirlerdi. (…) İçlerinde gerçekten aklı başındaları yok değildi ama, çoğu İstanbul’un Maçka, Nişantaşı gibi zengin, güzel pahalı semtlerinde yaşamış olmaktan gelen bir alışkanlıkla herhangi bir bankada küçücük bir memur –velev şef- olmayı kendilerine yedirmedikleri için, zengin akraba, ahbap, bildik, tanıdıklara, baba dostlarına borçlanıyorlardı.” (1972: 297)

 

            Hakkı Bey’in (resmiyette) sahip olduğu toprak zenginliği biçiminin cari olan bir etkisi kalmamıştır. Değişen koşullarda ve anlayışlarda topraklar da zenginlik de el değiştirir. Sahne artık, Nedim veya Kadir Ağa gibi “yenilere” kalmaktadır. Aralarında Numan Şerif Bey gibi hâlâ direnen bir azınlık olsa da Hakkı Bey gibi figüranlaşanlar çoğalmaktadır.

           

3. Feodal değerler, politik güç ve egemenliğin farklı araçları: “Muzaffer Bey”

 

Çukurova’nın köklü zenginleri ve eski aristokratları zayıflayıp yok olmaya doğru giderken, bölgedeki büyük toprak sahiplerinden zamanın bütün iklimine uyma becerisi olanlar zaman içinde gösterdikleri değişimle varlıklarını her zaman sürdürmeyi başarırlar. Orhan Kemal’in Çukurova’daki toplumsal değişim yansıtan iki romanında [“Vukuat Var” (1989) ve “Hanımın Çiftliği” (2003)] böyle bir karakterle karşılaşırız: Muzaffer Bey. Muzaffer Bey’in Çukurova’da 1940–50 arasındaki dönemde gücünü anlatan romanlar, aynı zamanda Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sonrasındaki politik ve ekonomik gelişmelerinin gerçekçi bir yansıması olur.

Muzaffer Bey, daha önce değindiğimiz eski zengin tiplerinden çok farklı bir karakterdir. Ne Numan Şerif Bey gibi kentli ve zayıflayan, ne Paşazade Hakkı gibi bohem bir entelektüel ne de diğer yeni zenginleşen köylüler gibi “cahil” veya kültürsüzdür. Muzaffer Bey kendi egemenliğinin devamı için açık politik tercihleri ve davranışları olan biridir. 1920’lerden sonra açık bir laik-Kemalist ve CHP’nin Çukurova’daki ileri gelenlerindendir. Bu anlamda, politik gelişmelerin içinde yer alarak kendi gücünü arttırmayı ya da korumayı iyi bilen bir karakterdir. Yaşantısında, ekonomik ve siyasi gücünden mütevellit, ahlâki kaygılarından arınmış bir despottur. Sahip olduğu binlerce dönüm arazinin 1940’lı yılların sonuna kadar işlenmesi ve sahip olunan bütün tarımsal ilişkiler büyük oranda feodaldir:

 

“…Balkon binlerce dönüm toprağını kucaklardı âdeta. O, göre göre alışıp iyice kanıksamışlıktan gelen bir görmezlikle sâdece bakardı. Bu topraklar ona nereden gelmiştir? Allah mı vermiş, kul mu edinmiş?  Umurunda  bile olmazdı. (…) Devlet, sık sık değişen hükümetlerse, o ve onun gibilerin topraklarına bekçilik, candarmalık etmekten başka görevi olmıyan şeylerdi. Yoksa ne gereği vardı Devlet’in, hükümetlerin?” (1989: 102)

 

Pamuk, 1940’lı 50’li yıllarda, uluslararası piyasa fiyatlarının yüksekliğinden dolayı Muzaffer Bey gibi büyük toprak sahiplerinin servetlerine servet katmıştır. (Boratav, 1988: 79–80 & Zürcher, 2001: 330) Bu anlamda, Muzaffer Bey’in düşüncesinden okuduğumuz ‘devlet’ algısı son derece isabetli ve doğru sosyolojik çözümlemeler gibi görünmektedir. Siyasal rüzgârın yönüne göre, yoksul ve daha tutucu çevrelerin aksine çok çabuk saf değiştirmeleri, toplumsal yaşamda kârlarının ve güçlerinin artarak devamını sağlamaktadır.

Çıkarlarının gerektirdiği biçimiyle Muzaffer Bey sıkı bir CHP’lidir. DP’nin duyulmaya başlanan ayak seslerinden “devrimci” bir seçkin olarak rahatsızdır. İşine yarayan güçlü devlet, onun isteklerine hizmet eden bir devlettir. Dolayısıyla, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki  tek parti döneminde CHP büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına zarar verecek hiçbir ciddi reforma kalkışmadığından Muzaffer Bey gibi seçkinlerin de tercihi olmuştur (Bkz. Yerasimos, 1998: 88).

Fakat bu durum pek uzun süreli olmaz. II. Dünya Savaşı yıllarındaki ulusal ve uluslar arası politika yerli seçkinlerin kafasını da bir hayli karıştırmıştır. Çıkar gereği önce Almanya, sonra da onların savaşı kaybedeceği anlaşılınca, İngiltere ve Amerika’dan yana oluşan eğilimlerden en erken bu kesimlerin haberi olmaktadır. Kaybetmeye hiç tahammülü olmayan büyük toprak sahiplerini temsil eden Muzaffer Bey karakteri, CHP ve Türkiye’nin (tabii ki, kendisinin) geleceğiyle ilgili endişeler taşımakla birlikte ekonomik çıkarlarını ön planda tutmaktadır.

DP iktidarına doğru Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi durum romanın estetize eden anlam öğeleriyle Muzaffer Bey’in perspektifinden betimlenmektedir:

 

“Hükümet Amerika’dan geniş çapta tarım araçları getirmeğe karar vermişti. Sovyetler’in boğazlarda üs, Kars’la Ardahan’ı istemeleri bir bakıma hiç de kötü olmamıştı. Hükümet artık kesin bir karara varmak üzereydi. Seçimlerden sonra, herhalde topyekûn Amerikancı politika izlenecekti. Çünkü Sovyetlere karşısında Amerikalıların da endişesi büyük, hattâ çok büyüktü. Karşısında büyük devlet istemiyordu. Kimbilir, belki de günün birinde Sovyetler Birliği’ni Atom bombalarıyla dize getirir, Dünya’yı “Komünizm âfeti”inden kurtarırdı.

-Ne olursa olsun, uzak bir ihtimal o. Hoşu, Marşal Plânı gereğince memlekete çok sayıda tarım aracı verilmesi. Bizde de bundan böyle Amerika’da olduğunca dinamik ziraat başlayacak, öküz, tahta saban tarihinin karanlıkları içinde unutulup gidecek!” (1989: 108)

 

Bu düşünceler kendi sınıfsal çıkarlarını Cumhuriyet’le ve Kemalizm’le birleştirmiş büyük toprak sahiplerinin genel tutumlarını yansıtmaktadır. CHP, her an daha büyük kârlar için yüz üstü bırakılıp, DP’ye gidilebilir. Yaşanmakta olan biraz da bu tür çelişkilerdir:

 

“Gün gelecek, lâiklik maiklik, devlet mevlet güme gidecekti. Bir gün Çiftçi Birliği’nde bir arkadaşıyla yaptığı tartışmayı hatırladı. Arkadaşı:

- Ne mi olur? Mustafa Kemal ve devrimlere elvedâ!

Koca burunlu arkadaşı gülmüştü:

-İlâhi Muzaffer, düşündüğün şeye bak…

-Demek devrimlerin lüzumuna kaani değilsin?

-Mühim olan, senin ve benim nefs-i nefisimizdir. Bunu temin edecek devlet ister lâik olsun, ister şer’î. Haydi şerefe!” (1989: 110-111)

 

II. Dünya Savaşı sürerken ve savaş sonunda Türkiye pek çok açıdan büyük değişimlerle yüz yüze kalmıştır. Çok partili siyasal hayat, yıllarca baskı altında tutulanların kendilerini ifade edecekleri yeni alanlar açmış olsa da, çok geçmeden burası da kaybetmeye tahammülü olmayan büyük toprak sahiplerinin hücumuna uğrayacaktır.

1946’dan sonra DP’nin iktidar ol(a)mayan fakat hükümet üzerinde sarsıcı kuvvetinin olduğunun anlaşılması, iç ve dış gelişmelere paralel olarak Türkiye’de pek çok insanın politik anlamda “saf” değiştirmesine de yol açar. Bu süreç, büyük toprak sahiplerinin, bir kısım entelektüellerin ya da toplumsal olarak CHP’ye hep ‘yakın’ durmuş olanların (Muzaffer Bey gibi) çıkarlarının yönü konusunda karmaşa ortaya çıkarmıştır.

Büyük toprak sahibi Muzaffer Bey, Çukurova’da ciddi bir siyasal ve ekonomik güçken, düşünsel anlamda ters orantılı bir işleyiş söz konusudur. Onun gücü (feodal) seçkin olmasından kaynaklanır. Paşazade Hakkı ya da Numan Şerif Bey gibi okumuş ve kültürlü biri değildir. Eğitimsizdir. Derinlikli bir düşünsel birikimden uzaktır

1950 seçimlerine doğru, düşünsel derinlikten yoksun Muzaffer Bey’in gösterişli kitaplığında, artık felsefe kitaplarının yanında ‘katalog’ların ciddi bir ağırlığı hissedilmeye başlanmaktadır:

 

“Şurda burda Locke’dan, Giordono Bruno’dan, Hobbes’tan, ya da Condillac’tan ezberlediği parçaları yerli yersiz sayıp dökmesine karşın, Muzaffer Bey’in sağlam bir dünya görüşü olmadığını bilirler.(…)

(Arkadaşı Muzaffer Bey’e dönerek)

-Fichte, Scheling, yahut Kant? Bana “Mahz aklın tenkidi”ni anlatsana! (…)

Ağır adımlarla kitaplığa gitti, gözüne ilişen “Amerikan traktörleri kataloğu” arasından birini seçip aldı, masaya döndü.

- Bereket   versin dünyayı, hele bizim dünyamızı, fikirler ve bilgi, köklü bilgi yâni, idare etmiyor!

Elindeki kataloğu salladı:

-Bunu görüyor musun?

-Görüyorum.

-(…) Bu memleketi sadece ziraat, daha doğrusu sâdece döviz kurtaramaz. Bu memleketi, bu traktörleri yapan iş adalarının şuuru, yâni Amerikan tipi Demokrasi’nin temeli olan Liberalisme kurtarabilir, Devletçilik değil!” (1989: 264-268)

 

1920’li ve 1930’lu yıllardaki ‘Atatürk devrimlerine’ karşı da aynı heyecanla sarılıp çıkarlarını koruyan seçkinlerin DP’yi de aynı doğrultuda ele almaya başladıkları görülmektedir. CHP’nin, Amerika’nın nazarındaki görünüşü aynı zamanda egemenlerin gözündeki görünüşüdür. Siyasal ve ekonomik ayrıcalıklar nerede, hangi siyasal oluşumda garanti altında olacaksa oraya doğru dümen kırılmaktadır.

CHP’nin, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan ülkelerin gözündeki düşüşüyle beraber, liberal iktisadın ağır baskısının kapıları zorlaması, daha da önemlisi yerli komprador aristokrat ve burjuvazinin Amerikan destekli bir ekonomik-siyasi yapıya doğru olan temayülleri, sivil-asker seçkinlerle aralarında var olan ittifakın çatırdamaları hissedilmektedir:

 

“- …insanlar menfaatlerinin esiri, pervanesidirler. Çıkarımız nerdeyse, orda olmaya mecburuz!

-İdealist değilsek tabii?

-Bırak şu budalalığı…İdealistler, iktidarı kopardıkları zaman başlarımızın üzerinde, koparamadıkları zaman da ayaklarımızın altında değil mi?(…)

-Evet. (…) Ben asıl Mustafa Kemal’in manevi huzurundan utanıyorum!

-Ya Mustafa Kemal’in nabzı karşı partide atıyorsa?

-Nasıl? Serbest Parti liberalizmini, devrimlere aykırı diye Paşa  bizzat  dağıtmamış mıydı?

-Zamanla ahkâm değişir. 1930’da liberalizm devrimlere aykırı düşebilirdi. Bana öyle geliyor ki, Paşa sağ olsaydı…

-Karşı partiyi mi tutardı?”(2003: 69-72)

 

Romanın olay örgüsündeki net bir imgesel anlatım ve gerçekçi-edebi yaklaşım olarak Muzaffer Bey DP’ye katılır. Fakat bu durum DP’ye sivil asker-bürokrasisin ve büyük toprak sahiplerinin her türlü baskısından kurtuluş için umut bağlayan yoksul ve topraksız köylüde hayal kırıklığı yaratır. Çünkü zamanında şikayet ettikleri kimselerle şimdi aynı partide yer alıyorlar:

 

“Seçimi, hiç ummadığı şekilde ezici bir çoğunlukla kazanan karşı parti, ne “Mizan” kurdu, ne de “Defter-i âmal”i açtı. Büyük toprak sahipleri memnundular. Öküz, karasaban, ırgat derdinden hemen hemen kurtulacaklardı. Muzaffer Bey de memnundu. “Atatürk’ün manevi huzurundan” rahatsız olmalar filan unutulmuştu (…) “Laf” zamanı bitmiş, “İş” zamanı gelip çatmıştı.” (2003: 258-259)

Sonuç

Orhan Kemal’in bazı romanlarındaki “ağa” ya da “bey” karakterleri estetik boyutta, sanatın perspektifinden, romanın aynasından ‘kırılarak’ yansımıştır. 19.yüzyılın ikinci yarısından 1950’lere kadar uzanan toplumsal-tarihsel dönemdeki sosyal olgunun içinde anlatılan bu karakterlerin, romandaki imgelerinin estetik yaratımın bütün öznel ve özgür gerçekliğine rağmen bir temsil niteliğinin olduğu söylenebilir.

Örneğin; feodal değerlerin güçlü bir imgesi olarak anlatılan “Eskici Dükkânı”ndaki Resul Ağa ve Topal Eskici, yaşanılan süreçte her bakımdan gerilemeye ve çöküşe karşılık gelen karakterlerdir. Savunulan değerler, yaşamın pratikleri ya da zihinsel gelişme zamanın ve toplumun egemen genel karakterleriyle uyuşmadığı dönemlerde gerileme ve çöküş kaçınılmaz olmaktadır.

Köklü aristokratik geçmişe sahip karakterler Numan Şerif Bey ve Paşazade Hakkı, olgunun iki yönünü temsil ederler: Numan Şerif Bey, zayıflama, gerileme ve yaklaşan çöküşe rağmen gücünü iktisadi olana sirayet ettirip, aleyhine işleyen süreci bir nebze de olsa yavaşlatmayı başaran, Paşazade Hakkı Bey ise uyumu ve direnci gösteremediğinden gerileyen, düşen birini yansıtır.  Diğer taraftan, Kadir Ağa ve Nedim Ağa gibi karakterler yeni güçlenen kesimin sözcüsü olarak betimlenir. Bazı karakterler, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçteki olaylardan ve ‘fırsatlardan’ yararlanarak ekonomik, toplumsal güç ve statü elde etmişlerdir. Yazarın romanlarındaki diğer bir tip büyük toprak sahipleridir. Bunlar kentli aristokratlardan farklı olarak Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde ‘kârlı’ siyasal tercihlerde bulunarak egemenlik güçlerini ve etkinliklerini sürdüren seçkinlerdir. Muzaffer Bey karakteri bu tipleri temsil eder. CHP’den DP’ye uzanan politik güçteki değişmeleri kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda değerlendiren 19. yüzyıldaki bazı büyük toprak sahiplerinin tersine uyum sağlama, modernleşme-makineleşme yeteneklerine sahiptir.

KAYNAKÇA

Adorno, Theodor W. (1985)  "Baskı Altında Uzlaşma", Ünsal Oskay (der) Estetik ve Politika içinde,     Eleştiri Yayınları: İstanbul,  229-260.

Boratav, Korkut (1989) Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985, Gerçek Yayınevi: İstanbul.

Eagleton, Terry (1986)  Criticism & Ideology, Verso: London.

Goldmann, Lucien (1981) Method in The Sociology of Literature, (ed.)William Q. Boelhower, Basil Blackwell: London.

Kemal, Orhan (1972) Kanlı Topraklar, Remzi Kitabevi: İstanbul.

Kemal, Orhan (1973) Eskici Dükkânı, Cem Yayınevi: İstanbul.

Kemal, Orhan (1989) Vukuat Var, Tekin Yayınevi: İstanbul.

Kemal, Orhan (2003) Hanımın Çiftliği, Tekin Yayınevi: İstanbul.

Kemal, Orhan (2004) Cemile, Epsilon: İstanbul.

Lowenthal, Leo (1957)  Literature and The Image of Man: Sociological Studies of The European Drama and Novel 1600-1900, The Beacon Press: Boston.

Lowenthal, Leo (1961)  Literature, Popular Culture, and Society, Prentice-Hall: New Jersey.

Lukacs, Georg  (1969)  Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, (çev.) Cevat Çapan, Payel Yayınevi: İstanbul.

Martin, Graham Dunston (2002)  "Yazınsal Benliğin Tehlikeleri", (çev.) Asuman Kırlangıç, Felsefelogos,  17/18, 41-50.

Sartre, Jean-Paul (1965) Yabancı'nın Açıklaması ve Başka Denemeler, (çev.) Bertan Onaran, De Yayınevi: İstanbul.

Yerasimos, Stefanos (1998) "Tek Parti Dönemi",  (der.) İrwin C. Schik-Ertuğrul A. Tonak, Geçiş Sürecinde Türkiye içinde, 3.Baskı,   Belge Yayınları: İstanbul.

Zürcher, Erik Jan (2001) Modernleşen Türkiye'nin Tarihi, (çev.)Yasemin Saner Güner,

11.Baskı, İletişim Yayınları: İstanbul.

ABSTRACT

Orhan Kemal’s “landlords”: Reading the social change from the characters of the novel

Novel is the most opened product of literature for sociological understanding and interpretation. Because all the meaning elements in novel have a function of social representation. This function of representation has been hidden in the duration of aesthetic creation. The elements that form novel such as plot, characters and language can only be understood in a social reality.  Especially some of Orhan Kemal’s novels  are the aesthetic reflection of historical and social change. Many facts, such as mechanization, big size estate, the industrialization based on the agriculture, the new rich and the way of getting rich in the period from the 19th century to 1950s in Çukurova, affect the aesthetic reflection of Orhan Kemal’s novels. The interpretation of the author’s some novels describing Çukurova region also presents us how to the social change is reflected in the language of novel.

 


 

[1] Bu konuda özellikle bkz., Georg Lukacs (1969), Goethe And His Age: A Major Critical Revaluation of Germany's Great Poet, (Tran.) Robert Anchor, New York: The Universal Library.,  Georg Lukacs (1977), Solzhenitsyn, (Tran.) William David Graf, Cambridge, Massachusetts: The MIT Press.

 





 


info@orhankemal.org

1