Ne denli 
												küçük olursa olsun insan yaşça 
												sanatçının,bilimcinin,düşüncecinin 
												ölüm yaşına doğru yuvarlanmaya 
												koyuldu mu,akranı gibi görmeye 
												kalkabiliyor onu tuhaf 
												duygulanışlar 
												eşliğinde.Ötesinde,kendini 
												tutamayıp ağabeylik yapmaya bile 
												yeltenebiliyor şaşılacak 
												densizlik içinde.  
												
												Anımsadığımca bu 
												duyguyu,Sabahattin Ali’de 
												yaşadım ilkin,hem de açıktan 
												açığa bunun bilincinde 
												olarak…Belki bu deneyimin 
												getirdiği rahatlığa sığınarak 
												cesaret ediyorum mektuba da 
												zaten.Yoksa ölümünün üzerinden 
												otuz altı yıl geçtikten 
												sonra,tam da doksan ikinci 
												yaşında ona böylesine açık 
												mektup yazmaya nasıl cüret 
												edebilirdim başka türlü?  
												Peki duyar 
												mı seslenişimi,okur mu 
												mektubumu?Öyle ya tüm dünya 
												“Orhan Kemal” olarak tanıyor 
												onu.Oysa çocukluğundan bu 
												yana,en azından annesi babası 
												“Mehmet” ya da “Raşit” diye 
												seslenmiş olmalı ona.  
												Size bir 
												şey diyeyim mi,işimin düştüğü 
												resmi ortamlarda kimileyin küçük 
												adımla seslendikleri oluyor da 
												öldür Allah,usuma 
												gelmiyor,üzerime kondurmuyorum 
												bir türlü.Sonra ama birdenbire 
												silkinip fırlıyorum 
												yerimden,seğirtiyorum.Orhan 
												Kemal de böyle şaşkınlıklar 
												yaşamış mıdır dersiniz?Olanaksız 
												demeyeyim hadi,yine de güç 
												bu.Herkes için Orhan Kemal çünkü 
												o!Nüfustaki adından çok bunu 
												duyması,kulağının buna 
												yatkınlaşması olağan bu 
												nedenle.  
												Durduk 
												yerde açık mektup yazmak da 
												nereden çıktı diye 
												sorabilirsiniz…Ne yalan 
												söylemeli, ben de düşünmüş 
												değildim böylesi bir mektubu.Ne 
												zaman ki Orhan Kemal’in 
												oğlu,dostum Işık Öğütçü,yayına 
												hazırladığı o şaşırtıcı kitap 
												“Orhan Kemal’in Babası-Abdülkadir 
												Kemali’nin Anıları”nı (Epsilon,2005) 
												gönderdi,pek çok filmin makarası 
												da beynimin çekmecelerinden 
												ortalığa dökülüverdi bir anda.  
												
												                          
												                  Romanda 
												Yaşamak,Romanı Yaşamak  
												Gerçekten 
												de kitabı okuyunca,birer Orhan 
												Kemal klasiği sayabileceğimiz o 
												iki kısa roman geldi ilkin 
												gözlerimin önüne.Orhan Kemal 
												kitaplarının yayımcısı Epsilon 
												Yayınevi yeni basımlarını da 
												yapmıştı bunların: “Baba Evi”(On 
												yedinci basım,2005), “Avare 
												Yıllar” (On üçüncü basım,2005).  
												Andığım 
												yapıtlar,yeniyetmelik yıllarımda 
												yazarlık hülyalarımı kışkışlayıp 
												uçuran romanlardı 
												diyebilirim.Orhan Kemal gibi bir 
												yazar olmaya nasıl 
												özenirdim,anlatamam.Açıktan 
												açığa öykünerek yazdığım günleri 
												de anımsıyorum.Romancı Orhan 
												Kemal’i bu iki kitapla tanıdım 
												diyebilirim ilkin.Bunlara 
												“Cemile”yle “Murtaza”yı eklemem 
												gerekiyor ardı sıra.Çünkü 
												birinci derecede birbirine 
												çengellenebilecek romanlar 
												bunlar.Ancak “Cemile”yle Murtaza 
												için daha öncelerde 
												yazmıştım.İlki için Cumhuriyet 
												Kitap’ta,ikincisiyle ilgili 
												olarak da Kitaplık’ta. Bugünkü 
												bakışımla romanları birer kez 
												daha okuduktan sonra üstelik.  
												Sonuçta 
												yeni bir kazı daha başlayacaktı 
												benim için.Öyle ya 
												özyaşamöyküsel nitelik taşıdığı 
												bilinen romanların evrenine 
												babanın açısından yaklaşmak da 
												olanaklıydı çünkü.Bu çerçevede 
												Abdülkadir Kemali Bey’in 
												doğrudan tanıklık olarak 
												aktarabileceği yaşantı dilimleri 
												göz önüne alındığında Orhan 
												Kemal acaba nasıl bir yaklaşım 
												sergilemişti romancı olarak?  
												Demek ki 
												yeni bir serüven,yeni yeni okuma 
												heyecanları bekliyordu beni…  
												İlkin baba 
												Abdülkadir Kemali Bey’in 
												anılarını okudum,üstelik 
												yutarcasına.Ardından oğul Orhan 
												Kemal’in romanlarını…Şu ünlü 
												“Küçük Adamın Notları”nı,Sevgili 
												Işık Öğütçü’nün “Küçük Adamın 
												Romanı 1-2” olarak 
												yayımladıklarını yani: “Baba 
												Evi”yle “Avare Yıllar”ı.  
												Biri apaçık 
												bir anı kitabı,ötekilerse 
												roman.Ama oğul Orhan Kemal,baba 
												evini roman evreni olarak 
												alırken,Abdülkadir Kemali’nin 
												anlattığı evi canlandırmaya 
												girişmiyor kesinlikle.Ama bunu 
												öylesine yerleştiriyor ki 
												romanlarına,okur olarak biz hem 
												bu baba evini çok daha 
												yakından,ötesinde içerden 
												tanıyoruz hem de babayı kendi 
												anlatımından çıkaracağımız 
												görüntüye oranla çok daha canlı 
												yapılandırabiliyoruz.  
												Neden 
												mi?Baba,yaşadıklarının 
												anlatıcısı olmaktan öteye 
												geçemezken oğul,yaşadığı değil 
												kurduğu evrene buyur ediyor bizi 
												de ondan. 
												  
												
												                                          
												Gecekondu Roman:Yaşantıyı 
												Anlatmak  
												Kim 
												Abdülkadir Kemali 
												(1889-1949),önce buna 
												bakalım…Işık Öğütçü,Taha 
												Toros’tan aktardığı alıntıyla 
												şöyle tanıtıyor onu bize:  
												“İlk devre 
												milletvekili,üç günlük 
												bakan,İstiklal Mahkemesi’nin hem 
												reisi hem sanığı,yaman bir 
												hükümet eleştiricisi,güçlü bir 
												gazeteci,1930’larda Ahali 
												Cumhuriyet Partisi’nin kurucu 
												başkanı,din üzerine eserler 
												yazan bir bilgin,bitkilerin 
												şifalılığını inceleyen bir kamus 
												yazarı, ceza hukukunda 
												içtihatlara kaynak olan 
												görüşleriyle uzman bir hukukçu 
												ve yakın politika tarihimizin 
												renkli siması ve dinlenmesine 
												doyum olmaz bir hatibi…”(6)  
												Kemali 
												Bey,anı türünün gerekleri 
												yönünde yapılandırıyor 
												kitabını.Bu nedenle olgusal 
												gerçekler,daha genel söyleyişle 
												tanıklıklar,yaşanılanlar 
												aktarılıyor;bunlar öznel olmakla 
												birlikte taşıdıkları 
												değer,öncelikler yönünde 
												sıralanıyor bir bakıma.Çünkü 
												önemli olan olup biteni anlatmak 
												onun için.  
												Bu nedenle 
												Abdülkadir Kemali de roman 
												tekniğine uygun biçimde 
												örgülüyor anılarını;ama onun 
												“tahkiye”si,yüzeysel anlamda bir 
												evren yayılışına karşılık 
												geliyor,o kadar.Örneğin konuşma 
												örgüleri ustalıkla 
												yerleştiriliyor anılara,ne var 
												ki bunlar kahramanları daha 
												derinden tanımamıza olanak 
												tanımıyor bir türlü.  
												Kaba bir 
												yaklaşımla “gecekondu roman” 
												olduğu savlanabilir pekala bu 
												anıların.Buna göre Abdülkadir 
												Kemali,duyduğu gereksinim 
												yönünde,tıpkı gecekondu 
												yapılarda görüldüğünce ana 
												gövdeye ekleyip yapıştırarak 
												genişletiyor 
												anlatısını.Evet,anlatı oylum 
												olarak büyüyor elbette,ne ki 
												yeterli derinliğe ulaşamadan 
												kalıyor öylece.Sığ suyun 
												yüzeyinde,köksüz ağaçlar gibi 
												devrilmeye hazır bir 
												durumda.Bu,anlatının “anısal” 
												değerine halel getirmiyor 
												elbette,ama diyelim roman 
												bağlamında ilkel bir tasarım 
												olarak kalıyor yalnızca.  
												Hoş Kemali 
												Bey’in de böyle bir tasası 
												yok.Amacı roman yazmak değil 
												çünkü onun,anılarını 
												paylaşmak,elbette bu arada 
												olabildiğince okunurluk 
												sağlamak.Bu çerçevede bir anlatı 
												kahramanı odağında bunları 
												kaleme almaya girişirken 
												yazınsal bir kahramana 
												dönüştüremiyor kendisini. 
												Neden 
												derseniz,o,yaşamın bir 
												kahramanı,yazının değil de 
												ondan.Hep idealist tutumla öne 
												çıkıyor,topluma öncülük yapmaya 
												girişerek.Gençlik yıllarından bu 
												yana sürekli haksızlıklar 
												karşısında direnen biri 
												çünkü.Hapislikler,sürgünler,zulümler,baskılar…  
												Okuduğu 
												yasak kitapların biçimlendirdiği 
												bir anlatıcı Abdülkadir 
												Kemali,bu da saptanmalı: 
												“…Hissediyordum ki,ben artık bir 
												gün önceki Kemali değilim.”(30) 
												Okuduğu yasak kitapların başını 
												Namık Kemal çeker.Bu,onun nasıl 
												bir yazarlık anlayışı yönünde 
												biçimlendiğini gösteriyor 
												bize.Gerçekten de bir 
												toplumsal,siyasal tarih tarih 
												yazma denemesine “giriş” 
												bağlamında bile alınabilir 
												anılar.Ötesinde bir 
												“savunma”,görece “manifesto” 
												hatta…Bundan ötürü olmalı,Abdülkadir 
												Kemali,anılarını kaleme alırken 
												bunu güçlü 
												tanıklıklarla,ötesinde onayla 
												desteklemeye girişiyor ki,genel 
												geçer kabul görebilsin… Bu 
												çerçevede başkalarının anılarına 
												da yer açıyor,hem de oldukça 
												geniş biçimde.  
												Şu 
												satırlara biraz da bu açıdan 
												bakılabilirmiş gibi geliyor bana 
												: “…Biliyorum ki,hürriyeti 
												meydana getirmek için hiç 
												çalışmamış kimseler,hürriyetin 
												ilanından sonra ikiyüzlülükleri 
												sayesinde çeşitli görevler 
												aldılar.Böyle gerçek 
												vatanseverler devletçe,milletçe 
												de unutuldu.”(75)  
												Sonuçta bir 
												hüzün yumağı Abdülkadir 
												Kemali’nin anıları.Direnişlerle 
												geçen bir ömrün,bir çatal 
												yüreklinin kimseye minnet 
												etmeyen pervasız duruşu…  
												
												                                           
												Betonarme Roman:Yaşantıyı 
												Soyutlamak  
												Orhan 
												Kemal’in romancılığına işte bu 
												noktadan yaklaşarak bakmak 
												gerekiyor bana kalırsa.  
												Pek çok 
												yazarın “Falan Filan Bey ve 
												Oğulları” ya da kızları 
												gibisinden yayımladığı yığınla 
												roman,nedense bende yerle bir 
												edilen gecekondular üzerine 
												dikilmiş apartmanları 
												çağrıştırıyor biraz da.  
												Alıyor kimi 
												yazarlar bu tür anıları;yığma 
												birer ayrıntı olarak bunlarla 
												doldurup sayfaları, sözüm ona 
												roman yayımlamış sayıyorlar 
												kendilerini.Evet,belki betonarme 
												bir yapı çıkıyor karşımıza 
												çimentosu,demiri yerli 
												yerinde,ama bu arada ruhunu 
												yitiriyor yapı ister istemez, 
												çünkü gecekondularda gözlenen o 
												içtenlikli duruş kalkıyor 
												ortadan.  
												Oysa Orhan 
												Kemal,olup bitenleri oluşları 
												yönünde anlatmayı bir yana 
												bırakıyor,bizim,okur olarak 
												bunları çok farklı bir evrenin 
												yapı gereçleri biçiminde 
												algılamamız için çabalıyor işin 
												
												Başında.Yaşanılanlar da böylece 
												yaşanılmaklığından ötürü 
												değil,roman evrenindeki 
												bağlamları,ilişkilenişleri 
												yönünde yazınsal temelde çıkıyor 
												karşımıza.  
												Orhan 
												Kemal’in kahramanları 
												yaşadıkları için pay almıyor 
												gerçeklikten,derinlikli,çok 
												boyutlu yanlarıyla rol alıyorlar 
												yalnızca romanlarda,böylelikle 
												de çok daha gerçek,elle 
												tutulur,gözle görülür hale 
												geliyorlar.  
												Bu doğruyu 
												gerek  “Baba Evi” gerekse “Avare 
												Yıllar” için söyleyebilmek 
												olanaklı bence. Önünde bir baba 
												var,onun yazdığı,üstelik 
												kendisinin de sıklıkla okuduğu 
												(Işık Öğütçü, “Babam,bu defteri 
												zaman zaman benden büyük 
												kardeşlerime okurdu…” diyor.(5) 
												bir anı kitabı var,ama Orhan 
												Kemal bunlara kanmadan apayrı 
												bir yol izleyebiliyor yine de.  
												Nitekim 
												andığım romanlarda herhangi 
												yığmayla karşılaşılmıyor 
												kesinlikle.Yalnız bir soyutlayım 
												eylemi de değil onun 
												yaptığı,çünkü tam bir dönüştürüm 
												getiriyor önümüze yazar.  
												Günümüz 
												genç yazarları Orhan Kemal’in 
												romanlarıyla öykülerindeki 
												dönüştürüm gücünün, evren kurma 
												yetisinin,kahraman yapılandırma 
												becerisinin ne kadar 
												ayırdındalar dersiniz?  
												Hadi 
												gelin,bunu da örnekleriyle 
												birlikte haftaya bırakalım… 
												   |