Ana Sayfa

Sabah - 04 Eylül 2006 - Ülkü Tamer

 

 

"Öykünün Mareşali" de emekli oldu

  

   

Ne kadar çok sanatçı yitirdik bu yıl...
Muzaffer Buyrukçu da "göçmüş kediler bahçesi" nde yerini aldı. Sessizce. Hiç hak etmediği kadar sessizce. Kitapları gibi.
Cemal Süreya "Öykünün Mareşali" derdi ona. Ama "Mareşal" in kitapları, yoklamada adları bile okunmayan "meçhul askerler" di sanki.
Oysa Buyrukçu, Hulki Aktunç'un söylediği gibi, "gerçekçi öykümüzde kalıplaşmış özü ve içeriği, öz ve içerik seçimini, kalıplaşmış biçimi ve biçemi kıran ilk yazarlardan" dı.
1950'lerin sonlarında tanımıştım onu. İlk öykü kitabı Katran'ın coşkusunu birlikte yaşamıştık. Kemal Özer'le, Adnan Özyalçıner'le, Onat Kutlar'la.
Elbette Orhan Kemal'le.
Buyrukçu, Orhan Kemal'siz düşünülemezdi. Her gün saatlerimizi geçirdiğimiz İkbal Kahvesi'nin keyif kaynağıydı Muzo . Orhan Baba sürekli takılırdı ona. Kızdırır, küplere bindirir, sonunda sırtına bir şaplak atıp gönlünü alır, kahkahasını patlatırdı.
Birlikte bir Avşa serüvenimiz var ki, unutamam.
Onu bu serüvenle anmak istiyorum. Biliyorum, karşımda olsaydı şimdi, "Eleştirmenler gibi yazılarımı didikleyeceksin! Sen yaşadığımızı anlat... Yaşadığımızı!" derdi.


Avşa adasının ününü duyduğumda 60'lar yarılanmamıştı. Daktilomla çantamı alıp Erdek'e gittim. Avşa'ya nereden motor kalktığını sordum. Uzaklarda, denizde nokta gibi kalmış bir tekne gösterdiler. "Biraz önce gitti," dediler. "Bir sonraki motor saat kaçta?" diye sordum. "Öbür gün," yanıtını aldım.
Biri bir akıl verdi. "Şu motor Araplar köyüne gidecek," dedi. "Adanın öteki yanındadır. Yürüye yürüye 45 dakikada Avşa'ya varırsın."
Araplar motoruna bindim. Avşa'ya vardığımda akşam oluyordu. Bir oda bulup dört gün kaldım.
İstanbul'a dönünce Orhan Kemal'e söz ettim Avşa'dan. "Hadi gidelim," dedi. Orhan Ağabey, Matbaacı İhsan, Bıyık Talat, bir de ben, Sirkeci'den Avşa gemisine bindik.
İnanılmaz güzellikte bir hafta geçirdik Avşa'da. Orhan Ağabey, "Bir hafta daha kalalım," dedi. İstanbul'a gitmem gerektiğini söyledim. Yaşar Nabi'ye bir çeviri teslim edecektim. Orhan Ağabey, "Yarın git, çevirini teslim et, paranı al, öbür gün yine gel," dedi. "Buyrukçu'yu da getir gelirken!"
Ertesi gün İstanbul'a gittim. Çevirimi verip paramı aldım, İkbal Kahvesi'nde Muzaffer Buyrukçu'yu buldum.
"Yarın sabah şu saatte Sirkeci'de ol," dedim.
"Nereye gidiyoruz?"
"Avşa'ya."
"Ne işim var benim Avşa'da?" dedi.
"Orhan Ağabey çağırıyor. Gelmezsen karışmam," dedim.
Direndikçe direndi.. Son kozumu oynadım:
"Pırıl pırıl bir hava. Akşam oldu mu, deniz kenarına bir masa atıyorsun. Güneş karşında denize gömülürken rakını içiyorsun."
"Peki," dedi Buyrukçu.
Ertesi sabah Sirkeci'de buluştuk. Benim üstümde kısa kollu bir gömlekle kot pantolon. Buyrukçu ise sanki tatile değil, düğüne gidiyor! Lacivertlerini çekmiş. Beyaz kolalı gömlek. İpek kravat!
"Bu ne hal?" dedim.
"Yahu, yabancı yere gidiyoruz," dedi. "Ayıp olur."
Yarı yolda, Marmara'nın ortasında hava ansızın değişti. Gök simsiyah oldu. Bir yağmur başladı. Dalgalar gemiyi beşik gibi sallamaya başladı. Buyrukçu'nun beti benzi attı.
Avşa'da rıhtım yoktu o zamanlar. Gemi açığa demirler, yolcular motorlarla karaya çıkarılırdı. Bin güçlükle kapağı bir motora attık. Ama motor, dalgalardan, kıyıya yanaşamıyor ki! Kaptan, "Kıyıya yaklaşınca denize atlayıp karaya öyle çıkacaksınız," dedi.
Ne yapalım! Attık kendimizi denize. Buyrukçu, laciler içinde, yüzüyor! Yağmurda evi zor bulduk.
"Ulan, ne uğursuz herifsin!" dedi Orhan Ağabey. "Gelir gelmez mis gibi havayı perişan ettin."
Buyrukçu ters ters baktı bana:
"Güneş denize gömülürken rakı içiyormuşsunuz!"
"Yarına düzelir," dedi Orhan Ağabey.
Ne düzelmesi! Bir hafta evden çıkamadık. Buyrukçu'nun keyfi, ancak İstanbul'a dönüp kapağı İkbal Kahvesi'ne attığımızda geldi.


Buyrukçu'nun öldüğü ancak beş gün sonra fark edilmiş. Evet, beş gün evinde yapayalnız yatmış. Ben de onu toprağa girdiğinden on gün sonra anabiliyorum işte.
Bağışla, sevgili Muzo.

 

info@orhankemal.org

1