Ana Sayfa

Cumhuriyet  Kitap Eki - 04.05.2006 - Erendiz ATASÜ

 

 

VATAN    yahut    ISTIRAP 

  

 

 

       En büyük derdim, kanaatlerimi ve inançlarımı hazırlayan olayları, böyle bir eserde toplamak, bu günün ve yarının gençliğine bunları bıraktıktan sonra ölmekti. Eğer bu olaylar benimle birlikte mezara gidecekse iki felaket meydana gelecekti......... Birincisi vatan ve millet düşmanları kimlerdir?... İkincisi, benim muhalefetimi adi bir koltuk kavgasının zorunlu neticesi olarak kabul etmek isteyen sahtekarların propagandası zihinlerde yer edecek; tarih gerçeklerden uzak ve ikiyüzlü kişilerin yazılarıyla..... (s.195)

   

         Genç kuşaklarımızın kimlik bunalımına düşmelerinin bir nedeni,okullarımızdaki tarih eğitiminin yetersizliği ise, bir diğeri mektup, günce, hatırat gibi kişisel yazıların  ne oluşturulmasının ne saklanmasının yaygın bir alışkanlık haline gelişidir, diye düşünmüşümdür hep. Mazi en iyi kişisel tarihler aracılığıyla tanınır oysa;  ruhsuz söz kalıpları olmaktan çıkar, ete kemiğe bürünür.

 

 

       İlk devre milletvekili,üç günlük bakan, İstiklal Mahkemesinin hem reisi, hem sanığı, yaman bir hükümet eleştiricisi, güçlü bir gazeteci,1930’larda Ahali Cumhuriyet Partisinin kurucu başkanı, din üzerine eserler yazan bir bilgin, bitkilerin şifalılığını inceleyen bir kamus yazarı, ceza hukukunda içtihatlara kaynak olan görüşleriyle uzman bir hukukçu ve yakın politika tarihimizin renkli siması ve dinlenmesine doyum olmaz hatibi.... (s. 6, Taha Toros’tan alıntı)

 

       Kimdir bu adam?

      Aynı adam, Nazım Hikmet’in dizelerinde yansır:

       Birinci Büyük Millet Meclisi’nde de

        -bundan yıllarca evvel-

yine böyle dev gövdesiyle yükselir

ve sağ kolunu yine böyle fırlatıp öne doğru

her nutkunun sonunda

-fakat böyle Kur’an’dan ayet değil,

           şu beyti okurdu......

 

Grupların dışında muhalifti.

Cesurdu Topal Osman’ı şaşırtacak kadar

Onu ikinci seçimde mebus çıkarmadılar:

Dövüştü.

İstiklal mahkemesine düştü,

Çıktı hapisten.

Halep’e kaçtı kavgaya dışardan devam için,..................

 

Masalların Bağdat’lı halifeleri gibi hükmeder kendi evinde:

       Kendine has şahane merhameti,

        İnsafsız adaleti,

        Akıl almaz hasisliği ve

                 Cömertliğiyle....... (s.8-9)

        

 

       Edebiyatımıza Orhan Kemal’i armağan eden babayı, sıra dışı bir şahsiyeti, vatansever bir hukukçu, ülkesi için savaşmış bir asker, mücadeleci bir siyaset ve halk adamını, bir muhalifi  şimdi kendi satırlarından tanıyoruz; dedesinin vasiyetini tutan torun Işık Öğütçü’nün övülesi çabası sayesinde. Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, dedesi Abdülkadir Kemali Öğütçü’nün (1889-1949) el yazısıyla ve eski alfabeyle sayfalar tutan hatıratını, günümüz diline aktarılmış olarak kamunun dikkatine sunuyor.

       Bir macera romanı gibi soluk soluğa okunan bu sürükleyici yapıtta, Abdülkadir Kemali’nin gerçekten de roman gibi seyreden çok yönlü, çok boyutlu toplumsal hayatının bir bölümü,  okurun tarihimize biraz daha nüfuz edebilmesini  sağlayarak sergileniyor.

       Abdülkadir Kemali, sert, dindar, aynı zamanda aydınlanmacı bir babanın oğludur; ve doğal ki kişiliğinde o babanın izlerini taşır. Babası Adana’lı, annesi Rumeli’lidir. O, herşeyden önce, Hallac-ı Mansur’dan Carlyle’a, Spencer’a kadar insanlık kültürünün geniş bir kesimini özümsemiş bir aydındır. Tüm özgün insanlar gibi çelişkilidir yapısı. İnsan sevgisi, hürriyet aşkı, rasyonel düşünce, dindarlık, merhamet ve sertlik karakterini birlikte örecektir.

       19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Türk halkının çektiği acılarla şekillenmiştir yaşamı ve bilinci. Beş yüz yıldır vatan bilinen Rumeli’den Türklerin katliama uğraya uğraya sökülüp atılışı, yitim, ayrılık, hasret Bulgaristan göçmeni annesinin sessiz acılarıyla yansır hayatına (s.26,27) Gençliği, Abdülhamit istibdadına rastlar. Öğrenciliği, hafiyelerin, zaptiyelerin kol gezdiği ürkünç bir İstanbul’un, insanların gölgelerinden korkarak dolaştıkları karanlık ve ıslak sokaklarında , köprülerinde, fukara bekar odalarında geçer.  Haksızlığa gelemez Abdülkadir Kemali ve haksızlık karşısında susamaz. Oysa çöken Osmanlı’da yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, müzevirlik, kılınma, yaşam biçimi haline gelmiştir ve daha çok genç yaşlarında haksızlığın hem kurbanı hem tanığı olacaktır.  Sessiz kalamayan delikanlı öğrenciliği boyunca Abdülhamit devrinin işkencehanesi Bekir ağa bölüğünün devamlıları arasındadır ve elbette İttihatçıdır. Yetenekli, çalışkan, azimlidir; tüm engellenmelere karşın, hukuk eğitimini tamamlayıp savcı olmayı başaracaktır.

       Zaman içinde, İttihatçılarla serüveni, diğer politik hareketlerle olduğu gibi hüsranla sonlanacaktır.Gözünü budaktan esirgemeyen yiğit kişiliği, kırılgan onuru,ödünsüzlüğü, haklı karşı çıkışlarının bazen saldırganlığa varabilmesi ve keskin zekasının, sağlam hukuk bilgisinin büsbütün bilediği   sivri dili , özgün insana tahammül edemeyen bir toplumda onun ezeli ebedi muhalif konumunu perçinleyecektir.

       Abdülkadir Kemali, sırasıyla Siirt, Basra savcılıklarında bulunur. Çanakkale muharebelerinde topçu subayı olarak görev yapar. Savaşa değgin izlenimlerini ve duygularını büyük bir içtenlikle açığa vurur:

       ...dokuz yüz küsur kiloluk mermilerin havada patlaması beynimizi sarsıyordu (s.190). ...Sanki gökte yıldırım depolarının ağzı açılmış gibi,mermiler aralıksız yere iniyordu. Yerden dünyanın merkezi patlamış da taşlaşmış olarak yanan sıvılar fırlayarak gök yüzüne ve oradan denize dökülüyordu (s.192)

        O yiğit adam, savaş boyunca bir gün korkusuz kalmadığını söyleyecektir(s.186).

       Gerek sivil, gerek asker yaşantısında rastladığı vatansever, dürüst devlet görevlilerini saygıyla anacaktır, hiç birini unutmadan. Ne yazık ki, sayıları pek azdır bu insanların. Görevlilerin çoğu, sorumsuz, bencil, yeteneksiz, erdemsiz, hırsız, hatta zalimdir. Günümüzdeki mali yolsuzlukların derin kökleri nerelere kadar uzanmaktadır! Bu acı deneyimler Kemali beyde halkına karşı şefkat, görevlilere karşı isyan uyandırır. Devlet, özellikle uzak vilayetlerde fiilen silinmiştir.

       Günümüz açısından, özellikle Siirt’teki savcılık günlerine ait anılar ilginçtir (s.124-144). Doğuda yerleşip kalmış, sadece devletle kişi arasına değil, her ilişkiye sızmış, sinmiş, adeta gelenekselleşmiş güvensizliği, korkuyu ve bunun hem sebebi hem sonucu olarak beliren silah-öldürme- öç kültürünü, ağalık düzeninin ne menem şey olduğunu anlamadan bugün Güney Doğuda olanları kavramak mümkün müdür? Kemali bey, adil davranacağına dair halkta güven yaratır. Duyarlı bir gözlemcidir. Kitabi davranmaz, eylem ve kararlarında fiili koşulları göz önünde tutar. Şefkatli, gereğinden sertleşeceğinden kuşku duyulmayan güçlü bir baba gibidir. Doğunun kültürü, böyle bir baba figürüne saygı duymaya yatkındır.Ayrıca Abdülkadir Kemali,baskın yapıp zanlıyı kaçırmak isteyen tepeden tırnağa silahlı  kalabalık bir grubun içine, elinde tabanca tek başına dalabilecek kadar gözü pek bir adamdır. Cümle alem bilir ki savcı beyle şaka olmaz. Onun doğruluktan yana, hem şefkatli hem  acımasız kişiliği  Kirmasti kaymakamlığı sırasında da etkili olacak, eşkiyanın gönüllü teslim olmasını sağlayacaktır. (s. 269-277)

       Abdülkadir Kemali’nin askeri savcı olarak görev yaptığı dönem de çok ilginçtir. İdam cezasının eskilerin deyişiyle umur-u adiyeden sayıldığı bir zamanda, suçlanan bir zabitin iddianamesini aceleye getirmemekte direnmesi, delilleri titizlikle toplayıp adaletin tecellisini ve  zanlının beraatını sağlayışı, her halde bugün bile hukuk adamlarına ders oluşturmaktadır. (s.240-245)

       Kılı kırk yaran bir kanun adamıyken, Kemali bey, sık sık kendini adalet kürsüsünün öbür yanında bulur. İnsan hayatı konusunda son derece saygılı ve titiz davranan, 20. yüzyıl başından söz ederken,

       Ben bir masumun en küçük zarara maruz kalmasındansa, bin caninin kurtulmasını uygun gören bir hukukçuydum (s.135) diyebilen, azınlıklara karşı önyargısız bir kanun adamı on sekiz Ermeni yurttaşımızı öldürmüş olabilir mi? Kemali beye atfedilen suç budur.Koca bir devletin batışı, bir transatlantiğin sulara gömülmesine benziyor... Değil insanın, maddenin tüm hallerinin birbirine girdiği bulanık bir karmaşa, korkunç bir kargaşa ... Kimin başına ne geleceği belli değil. Katliamla suçlanan Kemali  bey beraat eder (s.288).

       Devrin koşulları onu tam bir Türk milliyetçisi yapmıştır. Ancak milliyetçiliği başka uluslara , başka halklara nefret besleme yoluna hiç sapmaz Yüreği parçalanmış yurdu ve zavallı milleti için yanmaktadır, onun.

 

       Yapıtta 1919-1937 arası yoktur.Abdülkadir Kemali evine yapılan sayısız polis baskınında bir çok evrakının kaybolduğunu yazar. Mili Mücadele sırasında ve sonrasında, yaşantısının şöyle bir yol izlediğini biliyoruz: Kastamonu savcılığı, 1. dönem TBMM’de Kastamonu mebusluğu, Pozantı’nın Fransız işgalinden kurtuluş mücadelesine katılma, Pozantı İstiklal Mahkemesi reisliği, 1923’den sonra Adana’da avukatlık ve gazetecilik; muhalif yazılar dolayısıyla mahkumiyet, 1930’ da Ahali Cumhuriyet Fırkası kuruculuğu ve Ahali gazetesinde siyasi muhalefet; 1930’dan 1939’a kadar yurt dışından sürgün yaşantısı. 1939 da yurda dönen Kemali bey, ne memlekete ne devlete küsmüştür; 1939-41 arası Bergama hakimliği görevini ifa etmiş, daha sonra 1949 daki vefatına kadar avukatlık yapmıştır.

 

       Devrimci Cumhuriyet hükümetleriyle Kemali beyin çelişkisi ne zaman, nasıl başlar, nasıl seyreder... Abdülkadir Kemali, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e saygısını hep korumuştur:

      O reisicumhur ki; asri ve medeni bir devlet tesisini inkilabın başlangıcından itibaren kafasında taşımakla kalmayarak benim gibi yakınlarına açıkça söylemiştir.

       O reisicumhur ki, asırların birbirine kenetlediği karanlıkların tamamını nurani ve karanlıkları örtmek kabiliyeti olan parmağının yalnız bir işaretiyle halletmiştir.

      O reisicumhur ki; her gün yeni bir yenilikle dost ve düşmana eylemlerini zorlamaksızın ve tahakküm altına aldırmaksızın sevdirmek kabiliyetini göstermiş, vatanın, geleceğin en namlı  bir şahsiyeti olduğunu ispat etmiş bir varlıktır. (s.292-293)

 

       Ama CHP yönetimiyle besbelli arası fena halde açıktır. Yapıtta bu konuda ayrıntılı bilgi yoksa da kimi ipuçları bulunur.

       Abdülkadir Kemali, samimi bir ferdiyetçidir. Bireysel özgürlüklere sonuna dek inanır. Oysa devrim, yeni düzeni yerleştirinceye kadar otoriter olmak zorundadır. İdeallerden ödün vermek istemeyenler ile  gerçeklerle cebelleşenlerin eninden sonunda çatışması kaçınılmazdır. Şevket Süreyya Aydemir’in deyişiyle ihtilalin kendi çocuklarının yediği  devredir bu. Kemali Öğütçü’nün İstanbul’dan taşraya, askeri yaşamdan sivil hayata kadar çeşitli alanlara yayılmış geniş kişisel deneyiminden çıkardığı sonuç, kanımca, devletin yurttaşı ezen gücüne karşı durmanın zorunlu olduğudur. Devletin birey için yıkıcı olabilecek gücü kadar şiddetli bir başka baskıcı unsuru, gelenekten, feodal yaşamdan, aşiret ahlakından, bağnazlaşmış dinden, feodal üretim ilişkilerinden kaynaklanan  ve bireyi ezen, hatta yok sayan devlet dışı baskıcılığı, Abdülkadir Kemali belki güçlü dini duyguları yüzünden görmek istemez.

       Müslümanlığa inancım tamdı. Şeyhçiliği de vicdan hürriyetinin, bilhassa düşünce hürriyetinin zorunlu sonucu olduğu görüşündeydim. (s.125)

         Bence çelişkinin düğümü bu son tümcede gizlidir.

       Siirt görevi sırasında tanıştığı şeyhin yüce bir müslüman olmasını diler, Abdülkadir Kemali’nin yüreği; oysa karşısındaki adam küstah tavırlı ve  Abdülhamit yanlısıdır! Abdülkadir Kemali hayal kırıklığına uğramıştır; ama besbelli bu durumu münferit bir olay olarak değerlendirmiş, şeyhlik müessesesi üstüne görüşlerini gözden geçirme gereğini duymamıştır. Oysa Cumhuriyet devrimi, şeyhlik olgusunun temsil ettiği her şeye karşı yapılmamış mıdır? Devrimci atılımla arasındaki çatlak kaçınılmazdır.

       Devrimci hükümetlerin, devrimin tehlikede olduğu dönemlerde Abdülkadir Kemali’lere tahammül edememesi devrimin doğası gereğidir; bunu anlayabiliriz. Ancak, kritik eşik aşıldıktan sonra, uyarılara, eleştirilere hiç kulak vermemeyi de anlayabilir miyiz? Muhaliflerden öğrenilecek hiç mi bir şey yoktur? Onları topyekün karalamayı anlayabilir miyiz? Eleştiriye bunca kapalılık, devrimlerin iyicil enerjisini amacından kopmuş ve amacı kendisi olmuş bir baskıcılığa döndürmez mi? Abdülkadir Kemali, çıkarılmak istenen basın kanununu, istibdat dönemi basın kanunuyla kıyaslayan gerekçeli bir eleştiri kaleme almıştır (s. 39-43). Buna kulak vermemek mümkün müdür? Onun, yurttaşa haksız ve/veya kötü muamele eden görevliler hakkında müeyyideler olmadıkça, bireysel özgürlüklerin kağıt üzerinde kalacağı görüşüne katılmamak mümkün mü? Cumhuriyet hükümetleri gaddar değildir; kritik dönem aşıldıktan sonra, muhaliflere karşı yumuşarlar; ve 1939 da Abdülkadir Kemali  sevgili yurda dönebilir. Ancak eleştirilerindeki haklılık paylarının dikkate alındığını sanmıyorum.

       Türkiye, iktidarların eleştiriyi sindirme beceriksizliği yüzünden çok çekmiştir. Bu yetersizlik, kimi kez iktidarlara da pek pahalıya mal olmuştur. Hala, Cumhuriyetin 83. yılında, siyasi iktidarın eleştiriye tahammülsüzlüğünün, eleştirilerin aslında iktidarları çıkmazlara sapmaktan alıkoyacak fren düzeneği olduğunu kavrayamayışının yeni ve ibret verici örnekleriyle hemen her gün, karşılaşmıyor muyuz?

       Toplumumuzun çelişkilerine, güncel karmaşanın ötesinde, daha derinden vakıf olabilmek için, Abdülkadir Kemali’ nin anılarını okuyun. Büyük yazar Orhan Kemal’in anısını canlı tutmak için Orhan Kemal müzesini yürüten oğul Işık Öğütçü’nün şimdi de dedesinin anılarını bize -Türk okuruna- kazandırarak, maziden günümüze ulanan bağları tanımakta ve korumakta zayıf kalan toplumumuza önemli bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum.

 

Orhan Kemal’in Babası Abdülkadir Kemali’nin Anıları/ Hazırlayan:Işık Öğütçü, Epsilon/ Kasım 2005/ 326 sayfa (fotoğraflarla birlikte)

 

                

 

 

 

 

 

info@orhankemal.org

1