Çoğunluğun trajik yaşam öykülerine 
											üçüncü sayfa haberlerinde 
											rastladık.  “Basit, eğitimsiz  
											insanların” olayları olarak bakıp 
											geçtiğimiz  haberlere, konu olan 
											kişilerin koskoca bir ülke profili 
											olduğunu hiç düşünmemiştik. Kenar 
											mahallelerden, kentte 
											tutunamamışlardan bize ulaşıp 
											gelenlere karşı çoktandır 
											eskittiğimizi sandığımız, bir anda 
											yalazlanıp, sönen bir sızı yaşamış 
											mıydık hiç? 
											
											 
											
											
											Okuduğumuz ve duyduğumuz trajik 
											haberler, Orhan Kemal’in  “Serseri 
											Milyoner”lerinin, “Cemile”lerinin, 
											“Üçkağıtçı”larının hikâyelerine 
											benzer çoğunlukla. Epsilon 
											Yayınevi’nin Orhan Kemal’in 
											eserlerini okurlarına tekrar 
											kazandırdığı yeni süreçte, 
											çoğunlukla bunlar bizim 
											“trajedilerimiz” değil dediğimiz 
											üçüncü sayfa haberlerindeki 
											insanımızı ciddiye alacağız artık. 
											Unuttuğumuz Orhan Kemal’le birlikte, 
											çok gerilerde kaldığını sandığımız 
											duyarlılığımıza da tekrar geri 
											döneceğiz. 
											
											 
											
											
											Romanlarında ve öykülerinde baskın 
											karakterler yaratmak yerine, baskın 
											toplumsal koşulların ortaya 
											çıkardığı insan tiplerini anlatan 
											Orhan Kemal, yoksulluğun, 
											çaresizliğin, eğitimsizliğin, köyden 
											kente göçün, erkek egemen 
											değerlerin, yol açtığı insan 
											trajedilerini gösterir eserlerinde.
											
											
											 
											
											Para 
											kazanmak için çok erken yaşlarda 
											çalışmaya başlarken, karşısına çıkan 
											engellerle de savaşmak zorunda kalır 
											Orhan Kemal. İlk izlenimlerini de 
											memleketi olan Adana’dan alır. 
											“Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı 
											eserinde  pamuk işçilerinin dramını 
											anlatırken, Adana’nın sosyo-ekonomik, 
											kültürel atmosferiyle ilgili 
											bilgilere de sahip olur okuyucu. 
											Yapıtlarında insanları, özellikle 
											yoksullukla boğuşan insanların 
											ezilmişliklerini anlatan Kemal, 
											yaşadığı ortam ve aldığı kültürden 
											beslenen kişilerin koşullarıyla 
											neredeyse bire bir örtüşen olayların 
											peşinden sizleri de sürükler. 
											
											
											 
											
											Orhan 
											Kemal, kentin kenar mahallelerini 
											-bugünün deyimiyle varoşları- 
											mahpushaneleri, ıssız kasabaları, 
											tütün ya da pamuk fabrikalarında 
											sömürülen işçileri anlatırken, otuz, 
											kırk yıl öncesinin Türkiye’sinin 
											sosyo-ekonomik panoramasını 
											gözlerinizin önüne serer. Örneğin 
											semtin ‘iffetli kadınları ve 
											aileleri tarafından hem dedikodu 
											konusu yapılan hem de küçümsenerek 
											dışlanan “hafif meşrep” kadınlarına 
											bakarken, magazin kültürüyle 
											beslenen gecekondulu, kenar 
											mahalleli genç kızların yaşadığı aşk 
											trajedileri; öte yandan erkeklerce 
											bedenleri acımasızca hırpalanmış, 
											evli ve “ortalık malı” mutsuz 
											kadınlar... Bütün bunların içinde de 
											en yalın haliyle erkeklerin durumunu 
											görmemizi sağlar. Orhan Kemal’in 
											eserlerini okurken, otuz kırk yıl 
											öncesinde, geçmişte kalmış dediğimiz 
											olaylara yazarla birlikte tanık 
											olur, günümüzde aynı sorunların 
											katlanarak arttığını fark ederek 
											tedirgin oluruz. 
											
											 
											
											Toplam 
											on üç öykünün yer aldığı 
											“Çamaşırcının Kızı”nda Orhan 
											Kemal’in tüm eserlerinden bir parça 
											bulunur. Kemal, ezilmiş insanların 
											kendi aralarındaki acımasız, katı 
											ilişkilerini de görmezlikten gelmez 
											elbette ve bunu yalın bir dille 
											anlatır: Çünkü o, Şükran Kurdakul’un 
											“sınıf edebiyatı” tanımıyla 
											söylersek, “sınıfsal mücadele 
											içindeki insanı değil, sınıfsal 
											konumu içindeki insanı” anlatır 
											eserlerinde. “Kuyruktakilerin 
											çığlık çığlığa haykırışları 
											kafasındakileri siliverdi: Sarı 
											boyalı kocaman gaz kamyonu caddenin 
											bozuk parkelerinde sarsıla sarsıla 
											geliyordu. Kuyruk bozulmuştu. 
											Bozulan kuyruktakilerin itişip 
											kakışmaları, küfürler... Gaz 
											kamyonunun safi barut şoförü uzun 
											siperli yeşil beyaz kepi, siyah 
											gözlükleri, yumuşak kahverengi 
											deriden külot pantolonuyla kendini 
											bilmem hangi Amerikan filmindeki 
											Coni bilmem ne sanarak, 
											direksiyondan atladı. Kaynaşan 
											kuyruk halkına tiksintiyle bakarak: 
											‘Heeey, n’oluyor? Sığır gibi ne 
											itişip duruyorsunuz? diye 
											bağırdı...”
											
											 
											
											Kemal, 
											toplumun ‘iffetli kadın’ ölçüsünü 
											dayattığı halde, koşullar gereği bir 
											türlü iffetli olamayan, 
											masumiyetlerini hiçbir düşkünlüğün 
											bozamayacağı kadınların yanısıra, 
											kabalaşmış, “kötülüğü” davranış 
											biçimi olarak edinmiş kadınların da 
											yer aldığı bir dünya serer gözler 
											önüne. Kenar mahallerdeki bıçkın, 
											kadınlara düşkün, bu düşkünlüğü kaba 
											cinsellik boyutunda yaşayan erkek 
											dünyasına da onunla birlikte 
											bakarız. 
											
											 
											
											“Tam 
											bu sırada tuvaletten dönen uzun 
											boylu, siyahlı kadını da beğenmedi. 
											Her halinden ‘orospuluk’ akan, 
											sarhoş, sert bakışlı, anasının gözü 
											bir kadın. Otuz beşlik. Belki daha 
											azdı ama Ayten onu mahallesindeki 
											Süheyla Abla’ya benzetmişti birden. 
											Bakkalın karısı yırtık Süheyla Abla. 
											Hiç sevmezdi. Lafı ağzında, 
											küfürbaz. Kocasının veresiye 
											defterlerini karıştırır, genç güzel 
											borçlu kadınlara açardı ağzını 
											yumardı gözünü. Teyzesi demişti ki 
											Ayten’in: ‘Kocasını kıskanıyor. 
											Borçlarını parayla değil, başka 
											şeyle ödeşeceklerini sanıyor!...”
											
											 
											
											
											Kurguya yer bırakmayan gerçekler
											
											 
											
											Hava 
											güneşli ya da kasvetlidir. Baharsa 
											eğer mutlaka bir tarafta yeşil 
											renkler vardır ya da bir bahar 
											dalı... Yer betimlemeleri, çevre 
											tasvirleri ön planda değildir Orhan 
											Kemal’de. Çevre betimlemeleri 
											birazdan gerçekleşecek bir olayın 
											arkasında bir fon oluşturur 
											yalnızca. Kurguya neredeyse hiç yer 
											vermez gibidir, çünkü anlatılanlar 
											gerçek hayat tarafından 
											kurgulanmıştır: “Ya bugünkü vakadan 
											haberiniz var mı?” dedirtir 
											öyküsündeki bir mahalleliye; 
											“Bizim mahallede üç çocuklu bir 
											kadın kendi kendini intihar etti, 
											ipnen direği astı... efendi taksirat 
											mı, alınyazısı mı, kul şerri mi 
											bilmem... insan kendinden beterini 
											görünce, şükrediyor Allah’a... Bu 
											kadın bizim mahallede oturur. Kocası 
											bırakıp kaçtıydı. Hep nedir, geçim 
											derdi. Kadının kimi kimsesi de yok, 
											olsa da bu zamanda babadan evlada, 
											sağ gözden sol göze fayda var mı? 
											Gemisini kurtaran kaptan, devir o 
											devir. Kadın tuttu fabrikaya 
											girdiydi... Amelelikte de kulak 
											asma, işler pek kısa şu sıralar, ne 
											yapacan, gene hiç yoktan iyi... 
											Neyse efendi, bir gün Zehra, adı 
											Zehra’dır soykanın, ustaynan mı, 
											yağcıynan mı ne, biriynen takışır. 
											Derken sepetlerler fabrikadan. Tabii 
											iş yok, güç yok... Bir gün, beş gün, 
											eee, çocuk bu; vardan yoktan anlar 
											mı, bulaşırlar ağlamaya... Ekmek de 
											ekmek! Kadın illallah getirir, 
											komşulardan biraz kepek uydurur, 
											şöyle beş on ekmek yuvarlar, dizer 
											tepsiye, haydi der, götürün 
											fırına...Çocuklardır sevine sevine 
											omuzlarlar tepsiyi, koşarlar 
											fırına...Kadın aklı... Niye demişler 
											saçı uzun, aklı kısa diye! 
											Fırıncıdır şöyle bakar, der bunlar 
											pişmez, tekmil kepek, ananız sizi 
											başından atmış. Çocuklar başlar 
											ağlayıp, sızlanmaya, ekmek de ekmek. 
											Fırıncı dayanamaz çocukların 
											ağlamasına, kıstırır iki somun 
											koltuğuna, katar çocukları önüne, 
											gelirler eve ki ne görsünler... 
											Kadın asmış kendini tekmil, gözler 
											pörtlemiş...”
											
											 
											
											
											Anlattığı insanlar ve onların hayat 
											hikâyeleri değildir sadece. 
											Anlatılanlar “küçük” insanların 
											olayları gibi görünse de tüm 
											olaylara neden olan başka bir şey 
											var demektedir sanki. Bu da bilinci 
											sürekli açık tutarak, neden sonuç 
											ilişkisi kurmaya götürür okuyucuyu.
											
											
											 
											
											
											“Kalktığı zaman, açlıktan gözleri 
											kararıyordu. Hiçbir yerden umut 
											yoktu. Umutsuzluk sinirlerini 
											bozuyor, burnuna taze ekmek kokusu 
											geliyordu. ‘Memleket hastanesi’ne 
											gelip de önündeki kalabalığı 
											görünce, ağlayacak kadar hırslandı. 
											İnce ince yağan yağmurun altında 
											eski çarşaflar, soluk mantolar, 
											beyaz ya da mavi başörtüleri 
											ıslanıyor, köyden çekile çekile 
											gelmiş çarıklı ayaklar çamurlara 
											basarak bekleşiyorlardı...” 
											
											
											 
											
											 
											
											
											Sancılı kentleşme(me)
											
											 
											
											
											Hikâyelerinde ve romanlarında daha 
											çok ezilen sınıfları, yoksullaşmış, 
											ya da hep yoksul olarak yaşamış 
											insanların umarsız çabalarını 
											anlatır Kemal. Durumlarından 
											kurtulmak için ellerinde bir araç 
											yoktur. Çalıştıkları ancak 
											karınlarını doyuracak kadar kazanan 
											bu insanların, ister istemez 
											düşecekleri çukur kişilik yıkımını 
											da birlikte getirir. Hainlik, 
											çekememezlik, kötülük yaparak kendi 
											konumunu güçlü kılmak gibi birçok 
											insanda var olan karanlık yanların 
											yanı sıra, içlerinde sevgiye, 
											dostluğa, paylaşıma dair de bir 
											şeyler taşır Kemal’in insanları. Ama 
											çoğunluk gerçeklik duygusunu aşacak 
											denli de sanal dünyalarda yaşar. 
											Annesi çamaşırcılık yapan genç kız, 
											erkek arkadaşının kendisini dönemin 
											Lana Turner’ine benzetmesiyle, 
											onunla özdeşleşir, kurduğu dünyaya 
											annesini de sürükleyecek kadar ileri 
											gider:
											
											 
											
											
											“Büyük bir artistin annesi çamaşır 
											yıkar mı? Kucakla paramız olacak, 
											otomobilimiz, 
											apartmanımız....Gazetecilerin üçü 
											gelip, beşi gidecek, röportaj 
											yapacaklar benimle, poz poz 
											resimlerimi çekecekler... Beni 
											senden de sorarlar belki, çocukluğu 
											nasıldı diye...”
											
											 
											
											
											Herkesin mahallesinden, çevresinden, 
											komşusundan, geçmişinden ve 
											şimdisinden bir şeyler bulacağı 
											toplumsal bir panoramayı anlatan 
											Orhan Kemal eserleri “Çamaşırcının 
											Kızı”ndaki öykülerle daha bir 
											perçinleniyor. Yoksul, çaresiz 
											insanların üzerinden Türkiye’nin 
											sınıfsal ilişkilerini de daha net 
											görmemizi sağlıyor. Ekonomik 
											tasarılar, oranlamalar, yüzdeler, 
											yasalar, gelenekler, erkeklik, 
											kadınlık... gibi çoğullaştırılarak, 
											genelleştirilecek bir dizi kararlar 
											ve kavramlar kendi başlarına ele 
											alındıklarında bir şey 
											çağrıştırmayıp, hiçbir şey ifade 
											etmezken, aynı şeylerin insan 
											yaşamlarıyla ilişkiye girdiklerinde 
											nasıl yıkıcı –ya da onarıcı- bir 
											etkiye sahip oldukları Kemal’in 
											eserleriyle daha bir açık görülür. 
											Geçmişte kaldığını sandığımız otuz, 
											kırk yılımızın sosyal gerçeğinin 
											bugüne geldiğimizde fazlaca 
											değişmediğini, yalnızca niceliksel 
											farklar yaşandığına tanık oluruz. 
											Son söz ise biraz bildik gelecek ama 
											kaçınılmaz:  “Anlatılan senin 
											hikâyendir.” 
											
											 
											
											 
											
											
											Orhan Kemal, Çamaşırcının Kızı 
											(öyküler) Epsilon Yayıncılık, 6. 
											Baskı, Eylül 2005