| 
					
					Orhan Kemal adı (1914-1970) yalnız kendi ülkesinde değil, 
					ülke sınırlarının çok ötesinde de tanınmaktadır. Orhan Kemal 
					Sovyetler'de de çok iyi tanınan bir yazardır. Bu Türk 
					yazarının ilk seçme öyküleri, Moskova'da 20 yıl önce 
					yayınlanmıştır.(1) Onun yazdıklarını şimdi Azerbaycanlılar, 
					Ukraynalılar, Gürcüler, Kazaklar, Latviyalılar ve Özbekler 
					de kendi dillerinde okuyorlar. 
					
					Orhan Kemal'in yapıtlarında bugün yaygın olan yabancılaşma 
					sorununa ya da yalnızlık felsefesine değinilmiyor. Yazar, 
					kendini biçimsel deneylere de kaptırmıyor. Bu düzyazı 
					yazarının geleneksel gerçekçilik yaklaşımıyla yazdığı tüm 
					yapıtlarında Türk emekçisinin, sönük, gündelik ya-şamından, 
					onun yoksulluklarla dolu çevresinden, devrimci, ilerici bir 
					sanatçının bilincinden ve ruhundan yükselen bir gerçeklik 
					var. 
					
					
					Orhan Kemal'in yapıtları, yalnız çevirmenlerin değil, 
					Sovyetler, Polonya, Çekoslovakya, Bulgaristan ve Doğu 
					Almanya'daki araştırmacıların da dikkatini çekmiştir. Son 
					yıllarda, özellikle kendi ülkesi Türkiye'de Orhan Kemal 
					hakkında çok yazı yazılıyor. Eleştirmenler ve yazarlar, 
					Orhan Kemal'in yapıtlarının özelliklerini daha iyi anlamak 
					ve ulusal edebiyattaki yerini saptamak için çalışıyorlar. 
					
					
					Orhan Kemal'in edebiyatta asıl etkin olduğu dönem, 40-60 
					yılları, aynı zamanda Türk eleştirel gerçekçiliğinin estetik 
					ve sanatsal olgunluk kazanmaya, belli başlı bir akım olarak 
					kendini ortaya koymaya, astında ülke edebiyatının 
					gelişmesini yönlendirmeye başladığı dönemdir. 
					
					
					Toplumsal sorunsala karşı her zaman büyük bir ilgi besleyen 
					gerçekçi edebiyat, özellikle köylerin ve kentlerin alt 
					tabaka insanlarının yaşamını kapsıyor. XX. Yüzyıl, halk 
					kitlelerinin tarihini ön plâna çıkartmıştır. Çeşitli 
					ülkelerin edebiyatları bu süreci yansıtmıştır; bugün de 
					yansıtmaktadır. Birçok ülkenin gerçekçi yazarlarının, bu 
					arada Türk yazarlarının yapıtlarının da başlıca kahramanı, 
					emekçi insandır. 
					
					
					Bunun yanında gerçekçi Türk edebiyatı, dikkatini toplumun 
					belli bir kesimindeki insanların toplumsal bilinçlenme 
					sürecine çevirmiştir. Toplumsal uyanış ve toplumsal etkinlik 
					sürecine giren yeni bir insan-kahraman ortaya çıkmıştır 
					(Örneğin Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'u, Yaşar 
					Kemal'in İnce Memed'i, vb.). 
					
					
					Bu gerçekçi yazarlar, kahramanlarının davranışlarının 
					ardında yatan nedenleri, kişilerin ruhsal yapısını, 
					yaşamlarındaki çelişkileri ve onların iç-dramlarını 
					'içinden' görüp resmediyorlardı". Bunda, yazarın yaşam 
					deneylerinin bir parçası olan betimlemelerin verilmesinden 
					çok, emekçi kitlelerin çıkarlarına cevap veren olayların 
					değerlendirilmesi önemlidir. 
					
					
					Her şeyi bilinçli olarak, halkın açısından görmeye çalışan 
					Türk edebiyatı, daha 30'lu yıllarda kendini demokrat 
					yazarların yapıtlarında göstermiştir: Örneğin Reşat Enis, 
					Sadri Ertem, Sabahattin Ali, Suat Derviş, vb. Toplumda ve 
					edebiyat alanında ülkenin kendine özgü gelişmesinden ötürü, 
					gerçekliği halkın gözüyle görme yöntemi, artık tek tek 
					yazarların kişisel özelliğini taşıyan bir yöntem olmaktan 
					çıkıp çağdaş eleştirel gerçekçilikte yasalaşan, norm olarak 
					yerleşen bir yöntem olarak ortaya çıkmıştır. Gerçekliğin 
					halk açısından değerlendirilmesi, yazarları halkın 
					çektiklerinin "kökenlerine" inmeye götürüyor. Bu yöntem de, 
					anlatılan olaylardaki neden - sonuç bağlantısının daha derin 
					ve net olarak yansıtılmasına, an-ti - emperyalist ve anti - 
					kapitalist eğilimin gerçekçi Türk edebiyatında güçlenmesine 
					yol açmıştır. 
					
					
					Son yıllarda edebiyatta eleştirel gerçekçiliğin gelişmesinde 
					görülen özelliklerden biri, Türkiye'de özellikle 60-70 
					yılları arasında gözlenen sosyalist fikirlerin edebiyata 
					girmesi olgusudur. Sosyalist fikirlerin yaygınlaşması ve 
					Türk gerçekçiliğinin yeni bir niteliğini oluşturması - 
					gerçekçilikle sosyalist fikirlerin birleşmesi - kesinlikle 
					sosyalist gerçekçiliğin doğduğu anlamına gelmez. Yeni bir 
					sanatsal dünya görüşünün olgunlaşması için uzun bir süre 
					gereklidir. Yeni fikirlere, yeni sözcüklere gereksinme 
					vardır; bütün bunlar, Genrich Mann'a göre Gorki için "dünya 
					edebiyatı içinde yeni yollarsın ve yeni bir perspektifin 
					açılmasına olanak sağlamıştır.!2) Çağdaş Türkiye'nin 
					özelliklerine gelince, burada sosyalist fikirlerin çok 
					çeşitli olduğunu, sosyalizme yönelen Türk yazarları için 
					sosyal ve tarihsel koşullar nedeniyle sosyalizmin toplumsal 
					bir ideal olmaktan ileri gidemediğini eklememiz gerekir. 
					
					
					Değişik dünya edebiyatlardan alınan birçok örnek bize 
					gösteriyor ki, sosyalist fikirler, sosyalist gerçekçiliğin 
					doğmasından çok önce geliyor: Örneğin E. Potie'nin 
					Enternasyonal'i. Lunaçarski'ye göre gerçekten sosyalist ilk 
					yapıtlardan biri Jack London'ın Demir Ökçe'sidir. Gerçekten 
					de Mayakovski'nin "Misteri Buf"u, Nâzım Hikmet'in "Kan 
					Konuşuyor"u ve Sabahattin Ali'nin "Düşmanlar"ının sosyalist 
					bir eğilim taşıdığı tartışma götürmez. 
					
					
					Yukarıda saydığımız yapıtlar sosyalist fikirlerin Türk 
					edebiyatına 30-40 yıl önce girdiğini kanıtlıyor; bu süreç 
					Nâzım Hikmet'in ve Sabahattin Ali'nin yapıtlarına bağlıdır; 
					Orhan Kemal'in yapıtları da aynı akımın içinde gelişmiştir. 
					Sosyalist eğilimin değişik biçimlerde ve değişik ölçülerde 
					bulunması, bu tanınmış sanatçıları tartışma götürmez bir 
					biçimde birleştiren temeldir. 
					
					
					Sanata sosyalist fikirlerin girmesiyle sosyalist eğilimli 
					bir sanatın biçimlenmesi süreci başlıyor. Buna bağlı olarak 
					da yeni bir sanatsal dünya görüşü doğuyor. 
					
					
					Ünlü Sovyet edebiyat bilgini A. Matçenko şöyle diyor: 
					"Sosyalist gerçekçilikle sosyalist edebiyat birbirine bağlı 
					ve birbirine yakındır; ama bunlar aynı olgular değildir. 
					Sosyalist edebiyat, sosyalizmin olumlu etkisiyle oluşan bir 
					edebiyat demektir. Değişik sosyalist dünya görüşleri vs 
					sosyalizme karşı duyulan yakınlığın değişik dereceleri bu 
					edebiyata yansımaktadır." (3) 60-70 yılları arasında Türk 
					edebiyatında gerek bilimsel sosyalizm tutkusunu benimseyen, 
					gerekse değişik ulusa! sosyalizm görüşünü savunan ve 
					sosyalizme karşı belli belirsiz bir yakınlık duyan birçok 
					yazar vardı. 
					
					
					Sosyalist edebiyatta karşıt sanat akımları ve değişik 
					yaratıcılık yöntemleri de bulunabilir ve bu aslında 
					kaçınılmazdır. Çağdaş Türk eleştirel gerçekçiliğinde 
					birbirinden ideolojik sınırlarla ayrılmış sanatsal ve 
					estetik eğilimlerin bulunuşu sosyalist edebiyatın biçimlenme 
					sürecinin ne denli güç geliştiğini kanıtlıyor. 
					
					
					Bu tür edebiyatın en çok dikkati çeken özelliklerini, çok 
					özgün bir biçimde Orhan Kemal'in yapıtlarında görüyoruz. 
					
					
					200'ü aşkın öykü, 30'a yakın roman ve uzun öyküde Orhan 
					Kemal, edebiyatını yaşamdan alınan malzemeyle 
					zenginleştirmiş, güncel toplumsal sorunlar konusunda 
					dikkatini bilemiştir. Yeni temalar, yeni konular, yeni 
					kişiler yaratarak sınıf sınırının ötesinde duranlara karşı 
					alt tabakaların yaşamının geniş bir tablosunu çizmiştir. 
					
					
					Orhan Kemal'in kahramanları, zanaatçılar, küçük memurlar, 
					işçiler, köylüler ve ırgatlar, serserilerin elebaşları, 
					evsiz barksızlar ve fahişelerdir. Yazar, fabrikatörlere, 
					müteahhitlere, toprak ağalarına da ilgi duyuyor; ama onun en 
					çok dikkatini çeken şey, büyük çağdaş kentteki emekçi halkın 
					yazgısıdır. 
					
					
					Emekçi halk üzerine yazmak Orhan Kemal için kişisel ve 
					sanatsal bir eğilim değildir; bu, onun çok iyi düşünülmüş, 
					sanatsal-estetik tutumudur. Yazarın bu tutumu özel 
					söyleşilerinde, makalelerinde sürekli olarak ortaya 
					konmuştur. Yazarın kanısına göre çağdaş sanatın en önemli 
					malzemesi emekçi, çalışan insanlardır; yazarın amacı kendi 
					emeğiyle toplumun gelişmesini etkilemek olduğundan o, 
					bunları görmezlikten gelemez. Orhan Kemal'in sanatçı olarak 
					edebiyattaki tutumu, yalnız sorunsalı işleyen konularında, 
					kahramanlarında ve anlatım biçiminde ortaya çıkmakla kalmaz; 
					bu tutum aslında, Orhan Kemal'in, ulusunun yazgısına boyun 
					eğişine büyük bir acıyla yaklaşmasında, çalışan kitlelerin 
					bilincini uyandırmaya çalışmasında ve onları toplumsal 
					etkinliğe çağırmasında kendini gösteriyor. 
					
					
					Kısa bir yazı içinde Orhan Kemal'in bıraktığı geniş edebiyat 
					ürününü bütün yanlarıyla incelemeye olanak yoktur. Bunun 
					için, çok geniş ve uzun bir monografik araştırma gerekir. Bu 
					yüzden yapıtlarında onun yazar kişiliğinin en belirgin 
					biçimde ortaya çıktığı alanı, Türk proleteryasından çizdiği 
					tabloları incelemek akla en yatkın yol olacaktır. Çünkü 
					Orhan Kemal'in doğrudan doğruya işçilerin yazgılarını ele 
					almayan yapıtları bile değişik ölçülerde bu sorunlarla 
					ilgilidir. Gerçekten de Türk aydınının ve köylüsünün yaşamı 
					Orhan Kemal'e özgü ve yepyeni bir açıdan 
					ele alınmıştır. 
					
					
					Aydınların yaşamına yöneldiğinde yazar, bunların emekçi 
					sınıfa toplumsal bakımdan en yakın olan kesimini ele alıyor: 
					"İncinin Babası", "İş", "On Lira", "Kitap Satmaya Dair", 
					"İnci'nin Macerası"ndaki kahramanlar, hep yoksulluk içinde 
					iş peşinde koşan ve arada sırada emekçilere karışan 
					insanlardır. 
					
					
					Orhan Kemal'in, köylüleri, alışılmış yaşam koşulları içinde 
					ele aldığı pek sık görülmez. Onun ilgisini daha çok gurbette 
					olan ve büyük kentteki yaşam anaforunun içine düşen köylüler 
					çeker. "Yabancı", "Hatice Aktur ve Saire", "Bir Kadın", 
					"Çöpçü", "Ekmek Peşinde" öyküleri, "Bereketli Topraklar 
					Üzerinde" romanı, kendilerini hapiste bulan "Ali" ve 
					"Recepsin öyküleri vb. 
					
					
					"Ekmek Peşinde" öyküsünde kente yerleşmiş köylülerin 
					çektiklerini görüyoruz. Fabrikanın gâvur icadı sanıldığı 
					yıllar artık gerilerde kalmıştır. Dul Emetinin içinde 
					bulunduğu topluluğu, bekçiler zor zaptediyorlar. Emeti, 
					küçük arsasını, köyündeki yoksul topraklarını, varını yoğunu 
					yok pahasına satıp çocuklarıyla birlikte kente gelmiştir. 
					Oğlunu fabrikaya yerleştirmek kolay olmamıştır onun için. 
					Sağlık raporu ve nüfus kağıdı gerekmiştir. Nüfus kağıdı 
					parayla ve yalancı bir tanıkla zar zor ele geçirilmiştir ama 
					sağlık raporu nasıl ele geçirilecekti?.. Çünkü delikanlı 
					hastadır. 
					
					
					"Kadın" öyküsünün adsız kahramanı, koskocaman kentte tek 
					başına kaldığı zaman açlıktan ölmemek için kendini satmak 
					zorunda kalır. 
					 
					Son 20 yıl içinde yazılan en iyi Türk romanlarından biri 
					olan Bereketli Topraklar Üzerinde adlı yapıtta tema üç köylü 
					çevresinde örülmüştür. Bunlar, en mübrem gereksinmeleri olan 
					ekmek parasını kazanmak için evlerini, ailelerini 
					terketmişlerdir. İş ararken, gündelik yaşamlarında ırgatlar 
					ve fabrikada çalışan işçiler arasına girerler. Köse Hasan, 
					hastalıktan kurtarılamayarak ölür; Pehlivan Ali'yse katı 
					yürekli bir müteahhit yüzünden kazaya kurban gider; köyüne 
					yalnız İflahsız Yusuf dönebilir. Gurbette kaldığı aylar 
					sırasında elde ettiği tek şey, bir gaz lambasıdır. 
					
					
					Basit emekçilere karşı sıcak bir sevgiyle dolu olan (bu, 
					Türk eleştirmenlerinin durmadan vurguladıkları bir noktadır) 
					bu romanda yazar, işçilerin, ırgatların ve köylülerin 
					yaşamlarındaki benzerlikleri göstermeyi başarıyor. Sadri 
					Ertem ve Sabahattin Ali'nin köylülerine karşın, Orhan Ke-. 
					mal'in köylüleri, sıkıntılarla dolu yaşamlarına sabır ve 
					teslimiyetle boyun eğmiyorlar. "Bereketli Topraklar 
					Üzerin-de"ki Kürt Zeynel gibi, yaşama egemen olan insanlık 
					dışı davranışlara ve adaletsizliğe karşı isyan ediyorlar. "Afa-racı 
					Hacı"nın baş kişisi olan Ali gibi onlar da kendilerini 
					sonsuz bir baskı altında tutmak isteyenlere karşı halkın 
					başkaldırmasını temsil ederek şöyle bağırıyorlar:"... 
					Tarlanız var, takımınız var, çiftiniz var, çubuğunuz var, 
					Con Dire'ler, Hanomak'lar... Var oğlu var... Gözlerini 
					toprak doyurasıcalar... Derya deniz malın üstüne oturmuş, 
					köyü zaptetmişsiniz! Benim bir ineğim mi gözünüze battı? 
					Fıka-raya bir ineği de mi çok gördünüz? Bu ne 
					adaletsizliktir canım?" (4) 
					
					
					Orhan Kemal, köyü yeni bir tarihsel - toplumsal aşamada, 
					kapitalizm aşamasında görmüştür. Yazdıklarında 20-30'lu 
					yılların Türk köyüne bakan Sadri Ertem ve Sabahattin Ali'ye 
					özgü yarı-feodal ağa - köylü ilişkileri değil, kapitalist 
					toprak ağasının ve ırgatın çatışan çıkarlarını, bu süreçle 
					birlikte giden köylülerin köyden uzaklaşması, işçi sınıfına 
					karışıp onu doldurması gibi sorunları ve çatışmaları da 
					yansıtıyor. 
					
					
					Orhan Kemal, sınıfsal - toplumsal ilişki ilkelerinin kentte 
					olduğu gibi köyde de geçerli olduğunu gösteriyor. Değişik 
					emekçi kitlelerin ve sınıfların temsilcileri olan 
					kahramanların birbirlerine benzemelerinden yararlanarak 
					Orhan Kemal, bunların toplumsal durumlarındaki ortak yanlan 
					bize gösteriyor; yazar, bu emekçi halkı, "dünyanın egemen 
					güçleri"nin karşısına koyuyor. Kısaca Orhan Kemal, 
					yapıtlarında bütün olarak çağdaş toplumun toplumsal yapısını 
					ortaya çıkarıyor. 
					
					
					Orhan Kemal'de en yaygın kahraman tipi olan kentte çalışan 
					işçinin, ulusal edebiyatta bir öncüsü vardır; ne var ki bu 
					tip, Halit Ziya Uşaklıgil'in yapıtlarında belirsiz bir 
					biçimde çizilmiş ve genellikle savunmasız bir kurban gibi 
					gösterilmiştir. Bundan sonra Ömer Seyfettin, Refik Halit 
					Karay, Kenan Hulusi, Sadri Ertem, Sait Faik ve Sabahattin 
					Ali gibi gerçekçi yazarların yapıtlarında bu işçi, çok 
					trajik yazgısına terkedilmiş olarak görülüyor. 
					
					
					Orhan Kemal'in edebiyata ilk başladığı sıralarda kentteki 
					işçilere ve küçük ihsanlara dönük olan yapıtlarında 
					genellikle kendi dünyasını oluşturan koşulların kurbanı 
					olan, edilgen bir kahraman tipi egemendi. 
					
					
					Orhan Kemal kendi yaşam deneylerinden yararlanmadan yazmak 
					ilkesine bağlı kalarak 30-40'lı yıllarda Türk işçilerinin 
					yaşamını, anlatmıştır. Orhan Kemal'in yaşamında bu yılların 
					oluşturduğu dilim, Mehmet Raşit Öğütçü adıyla, bazı 
					kesintilerle, Adana'da geçmiştir. Adana yöresinin 
					özelliklerinden biri de burada hem köy, hem de sanayi 
					yaşamının çok yoğunlaşmış olmasıdır. Dokuma fabrikasında 
					çalışan ve ilerde yazar olacak olan Mehmet Raşit, fabrika 
					işçilerinin yaşamını bütün yönleriyle inceleme olanağını 
					bulmuştur. Bunu, "Grev", "Dert Dinleme Günü", "Kardeş Payı", 
					"Hatice Aktur Ve Saire", "Dilekçe" vb. gibi öykülerinde ve 
					Avare Yıllar, Cemile, Murtaza gibi romanlarında işçilerle 
					ilgili olarak o zaman yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan bazı 
					olaylarla anlatmaya çalışmıştır. 
					
					
					Çok usta bir sanatçı olan Orhan Kemal, yalnızca malzeme 
					zenginleştirmek ve halktan kişilerin sayısını artırmakla 
					kalmayıp başka şeyler de yapmıştır; bunlar bile kendi başına 
					onun edebiyata yaptığı önemli katkılardır. Yenilikçi bir 
					yazar olan Orhan Kemal, ayrıca yarattığı bu kişileri kendi 
					değerlendirmesinden geçirerek edebiyatta yeni bir kahraman 
					görüşü geliştirmiştir. 
					
					
					İşçilerle ilgili ilk Türk romanı olan Cemile'de (1952) Orhan 
					Kemal, konuyu iki çizgide geliştiriyor; bütün dikkatini genç 
					dokuma işçisi Cemile ve fabrika kâtibi Necati'yle onun 
					arasındaki aşk öyküsü üzerine değil, işçilerin yaşama biçimi 
					ve çalışma koşulları, işçilerle patronlar arasındaki 
					çatışmalar, fabrikanın ortakları arasındaki anlaşmazlık, 
					yani cahil, yeni zengin, tutucu Kadir Ağa'yla onun tam 
					karşıtı olan yeni tip kapitalist Numan Bey'e yöneltmiştir. 
					
					
					Çok ayrıntılı betimlemelerden kaçınarak Orhan Kemal, kendine 
					özgü lâkonik (kısa ye özlü) anlatımla işçilerin düzensiz, 
					rahatsız yaşamlarını veriyor: Eğri büğrü evler; çürümüş, 
					akan damlar; yetersiz beslenme; uykusuzluk ve insanı 
					yıpratan uzun çalışma saatleri. 
					
					
					İşte işçiler fabrikaya gidiyorlar. Evlerinin çürük kapıları 
					şak diye kapanıyor ve yağmurlu gecenin soğuk karanlığına 
					erkekler, kadınlar, çocuklar, uykularını doğru dürüst 
					alamamış, iyice dinlenmemiş insanlar soğukta titreşerek arka 
					arkaya sokağa dökülüyorlar. Bir çok kişinin birarada kaldığı 
					evlerin daracık avlularında toplanıyor, sonra sokağa 
					akıyorlar; başka avlularda oturanlar da gelip onlara 
					karışıyor; kalabalık çığ gibi büyüyerek fabrikaya 
					yollanıyor. 
					
					
					Orhan Kemal kendisini sanayiin işleyişini anlatmaya 
					kaptırmıyor; işçilerin çalıştıkları koşullar hakkındaki 
					bilgimiz, metinde şuraya buraya serpiştirilmiş ayrıntılardan 
					ve kısa betimlemelerden oluşuyor. ("Uyku", "Harika Çocuk", 
					"Kel Tahir", vb). Cemile romanında iş ortamını canlandırmak 
					için yazar, patronun fabrikada yaptığı günlük denetlemeden 
					yararlanıyor. Kadir Ağa, bir patronun keskin gözleriyle 
					pamuğun fabrikaya girdiği yeri, ardiyeyi, nişasta kokan 
					haşıllama yerini, inanılmaz bir gürültüyle çalışan ve 
					çevresinde yumak yumak pamukçuklar uçuşan dokuma 
					tezgâhlarını denetliyor. "... Her bankoda "öncü" ve "arkacı" 
					denilen işçiler çalışır. Islak betonun üzerinde yalın ayak 
					veya takunyalarla çalışan kız, oğlan, genç, ihtiyar, kadın, 
					erkek işçiler... Bilhassa çocuklar... Dokuz, on yaşlarında, 
					gözleri uyku dolu, renksiz şeylerdir ki, iş kanununa uysun 
					diye, annelerinin, teyze, hala, dayı yahut da ta-mamiyle 
					yabancı bir büyük insandan parayla satın alınmış nüfus 
					kâğıtlarıyla işe girmişlerdir." (5) 
					
					
					Sanayi koşullarını anlatırken Orhan Kemal'in amacı yalnız 
					kişilerin yaşamlarını ele alarak zor iş günlerini anlatmak 
					değildir. Yazar, üretim ortamını, insanlar arasındaki 
					toplumsal ilişkilerin en yoğun biçimde ortaya çıktığı bir 
					ortam olarak saptıyor. Yazar için önemli olan, bu ilişkileri 
					yakalamak ve yansıtmaktır; çünkü toplumsal yaşamdaki köklü 
					değişiklikleri yazar, bu koşulların değişmesine bağlıyor: 
					"Egemen güçler"le onlara bağımlı olan insanlar arasında 
					barışçıl ilişkilerin bulunması olanağı yoktur; oysa "alt 
					tabakalar" yaşamlarını artık eskisi gibi sürdürmek istemiyor 
					ve sömürülen insanlar artık onurlu bir yaşama kavuşmak 
					istiyorlar. 
					
					
					"936" adlı öyküsünün kahramanı, müdürün özel yaşamına 
					karışmasına tepki olarak sevgilisiyle birlikte fabrikadan 
					ayrılıyor. "Dert Dinleme Günü" öyküsünde de fabrikada çıkan 
					bir olay sonunda Kemal Dokuzcanlı, patronun, mebuslara yalan 
					söyleyerek burada işçilerin çok rahat bir yaşam 
					sürdürdüklerini bildirmesi isteğine karşı çıkıyor. Tutuklu 
					olan işçilerin yerine, çoktan beri işsiz kalmış, iş bekleyen 
					genç çıraklar işe girmek istemiyorlar ("Avare Yıllar"). 
					"Grev"deyse dokumacılar, çalışma koşullarının düzeltilmesini 
					istiyorlar. 
					
					
					Orhan Kemal'in onu başkalarından ayıran kendine özgü yanı, 
					gerçekliğin çirkin yanlarını ödün vermeksizin sürekli belli 
					bir açıdan görmek, somut toplumsal olayların (uzun çalışma 
					günlerinin, çok düşük ücretlerin, para cezalarının, teknik 
					tehlikeleri giderici önlemlerin alınmamasının, sağlık 
					hizmetlerinin ve sosyal yardımın bulunmamasının, çocukların 
					çalıştırılmasının, işsizliğin, fahişeliğin) eleştirisi 
					yanında yaşamın olumlu yanlarının değerlendirmesini de 
					birlikte verebilmesidir. Yaşamı, aklı başında bir yaklaşımla 
					çözümlerken günlük yaşamın iyi ve güzel yanlarını arayıp 
					bununla birleştiriyor. İleri görüşlü bir yazar olarak Orhan 
					Kemal'in gelecekte daha iyi bir yaşama inanması, emekçi 
					insanların dürüst olabileceğine inancından doğuyor. 
					
					
					Orhan Kemal'in yapıtlarında okur, olumlu bir kahramanın her 
					yanıyla, bütün boyutlarıyla verildiğini hiçbir zaman 
					görmüyor. Belki de yazar, kendi yaşamında böyle bir kahraman 
					çizmeyi gerektirecek olaylarla karşılaşmamıştır. Ama yazarın 
					ayrı ayrı yapıtlarındaki kahramanlarının niteliklerini 
					biraraya toplarsak, onun sanatında olumlu bir kahramanın 
					nasıl bir insan olduğunu anlayabiliriz. 
					
					
					"Kardeş Payı"ndaki Siverekli hammal, ilk bakışta pek akıllı 
					görünmeyen, kaygısız bir taşra delikanlısıdır. Aslında 
					müteahhidin başlangıçta onun takımına söz verdiği işin, 
					çavuşun rüşvet karşılığı takıma ihanet etmesiyle dışarıdan 
					gelen hammallara verilmesi yüzünden kahraman, duruma el 
					koyuyor. Siverekli hammal, tepkisini fabrika patronunun 
					yüzüne karşı gösteriyor. Çavuşu cezalandırıyor; öteki 
					ham-malların kimsenin aracılığı olmadan çalışmalarını ve 
					kazandıkları parayı paylaşmalarını öneriyor. 
					
					
					"Grev"deki Sarı Memet, işçilerin saygısını kazanmıştır. 
					Sekiz saatlik iş günü isteğini patrona kabul ettirmek için 
					Sarı Memet'in önerisiyle işçiler İtalyan Usulü greve, ,yani 
					iş yerinde kalarak makinaları durdurma eylemine gidiyorlar. 
					Ne var ki, fabrika patronu onu kışkırtıcı ve kargaşalığın 
					elebaşısı olarak polise teslim ediyor. Sarı Memet, kendi 
					gücünü bilenlerdendir. Patronların önünde dik başlı 
					durabilen ve işçileri örgütleme yeteneği olan bir insandır. 
					
					- 
					"Sarı Memet sen misin? 
					- Benim! 
					- Bu ameleye sen mi önayak oluyorsun? 
					- Ne gibi? 
					- Tezgâh başında dikiliyor, iş yapmıyorlarmış. Böyle hareket 
					etmelerini sen tavsiye ediyormuşsun. 
					- Ne münasebet? Onu sana söyleyen halt etmiş! 
					- Ne biçim konuşmak bu? Bir amirin, bir büyüğün önünde böyle 
					mi konuşulur? 
					- Büyüğün önünde böyle konuşulmaz, biliyorum. 
					- Konuşuyorsun işte! 
					- Konuşmuyorum, terbiyemi bilirim ben\ 
					- Konuşuyorsun işte be! 
					- Ben senin önünde konuşuyorum! 
					- Ben senin büyüğün değil miyim? Ekmek veriyorum sana! 
					- Sen? Bana ekmek veriyorsun ha! Sen kimsin de bana ekmek 
					vereceksin? Çalışıyorum ben, alnımın teriyle kazanıyorum 
					onu... Bana ekmek veriyormuş!.. Ben çalışmayayım da sen bana 
					ekmek ver... Ulan siz değil ekmek, günahınızı bile 
					vermezsiniz bedavadan!" (6) 
					
					
					"Dert Dinleme Günü"nde Kemal Dokuzcanlı'nın kişiliği de gene 
					fabrika patronuyla konuşmasında ortaya çıkıyor. Kendi 
					toplumsal durumunun bilincinde olan bu kahraman, özgür 
					eylemlere girişmeyi özlüyor. Müdürün odasına çağırılan 
					birkaç işçiye haberi verirken ustabaşı şunları söylüyor: 
					"... Ankara'dan milletvekillerimiz geldi. Halkevinde halkın 
					dertlerini dinleyeceklermiş... Sizleri de fabrikamız adına 
					seçtik. Gidin, bir şikâyetiniz, bir derdiniz... Olur a... 
					Söyleyin!" (7) 
					
					
					Sonra da, 
					"İriyarı Umum Müdür araya girdi: 
					- Memleketimizin büyük tüccarları, büyük çiftçileri, büyük 
					fabrikatörleri de orda bulunacak... 
					
					
					Sözü fabrika sahibi aldı: 
					- Onlar varken size söz düşmez! Çünkü onlar memleketin 
					ihtiyaçlarını daha iyi bilir, daha iyi, takdir ederler... 
					
					
					Dokumacı Kemal Dokuzcanlı dayanamadı: 
					- Şu halde bizim gitmemize hiç lüzum yok! 
					- Büyük tüccar, büyük çiftçi, büyük fabrikatör benim küçük 
					derdimi ne bilecek? dedi, onlar kendi dalgalarında, ben 
					kendi dalgamdayım... 
					
					
					Salih Topal İleri atıldı: 
					- Efendim, dedi, biz kendimizi bilmez, saygısızlardan 
					değiliz. Neden? Çünkü, büyüğünü bilmeyen Allah'ını da 
					bilmez! Memleketimizin ileri gelen büyüklerinin yanında bize 
					söz düşmeyeceğini bizler elbette takdir ederiz! 
					
					
					Dokumacı Kemal Dokuzcanli: 
					- İşte, dedi, tam bulmuşsunuz gönderecek adamı... Benim ne 
					işim var orada? 
					Odadan çıktı gitti."(8) 
					
					
					Yazar bize, her işçinin Kemal Dokuzcanlı'nın davrandığı gibi 
					davranamayacağını gösteriyor. Bütün işçiler patronların 
					iradesine kendi iradeleriyle karşı çıkamıyorlar. İşçilerin 
					çoğu Topal Salih ve Yorulmaz Hüseyin gibi, kendindeki boyun 
					eğme alışkanlığından henüz kurtulamamıştır. Ama onlar da, 
					arkadaşlarının davrandıkları gibi dav-ranmaları gerektiğini 
					anlıyor ve onu öven sözler söylüyorlar. 
					
					
					"Cemile"de Orhan Kemal bize İzzet Usta'nın ve İzmirli 
					Nusret'in kişiliklerini tanıtıyor. İzzet Usta iyi bir 
					teknisyendir, ama işinde uzaklaştırmıştır ve gündelikçi işçi 
					olarak çalışmaktadır. İzzet, okuma yazma biliyor; üstelik 
					epeyce de kitap devirmiş. İşçilerle ilişkisini kesmiyor; 
					onlara çok yararlı öğütlerde bulunuyor; Kadir Ağa'nın 
					tuzaklarını açıklayarak onlara acele, düşünmeden girişilen 
					yanlış eylemlerden kaçınmalarını salık veriyor. 
					
					
					İzmirli Nusret oldukça kafalı bir delikanlıdır. İzzet gibi 
					onun da okuması yazması vardır (Lise dokuzuncu sınıftan 
					ayrılmıştır) ve epeyce kitap okumuştur. Çalıştığı fabrikada 
					üretimin neden azaldığını ve elbette bu azalmadan sonra 
					dokuma işçilerinin aldıkları ücretlerde neden düşme 
					olacağını ilk sezen birkaç kişiden biri o oluyor. Nusret, bu 
					tahminini, işçilerin huzursuzluğundan yararlanarak Numan 
					Bey'in tayin ettiği Avrupalı mühendisten kurtulmayı 
					amaçlayan patronu Kadir Ağa'ya iletiyor. 
					
					
					Orhan Kemal'in, yapıtlarında ilk kez Türk edebiyatında bir 
					sanatçının emekçi insanları kitapla karşı karşıya 
					getirdiğini görüyoruz. ("Can Sıkıntısı", "Ekmek, Sabun ve 
					Aşk", "Necati", "Devlet Kuşu" romanındaki Recep ve "Cemile" 
					romanı). İşçinin bilgiye duyduğu büyük özlemi dile 
					getirirken yazar, sömürülmüş insanların bilincinin 
					gelişmesinde eğitimin ne büyük bir yeri olduğunu gösteriyor. 
					Orhan Kemal'e göre eğitim "gerçeği görmek için" gereklidir. 
					
					
					Çok etkileyici portreler çizerken Orhan Kemal, konuşmaların 
					ayrıntılarını çok sıkı bir seçmeden geçirerek onlara 
					inandırıcı bir canlılık kazandırmış ve psikolojik açıdan çok 
					doğru kişiler yaratmıştır. Yazar bu kişileri, yaşamın içinde 
					ve toplumsal 'çelişkilerin ortasında, belli toplumsal 
					eğilimlerin temsilcileri olarak görmüş ve seçmiştir. 
					"Grev"deki Sarı Memet, Cemile'deki İzzet Usta ve Nusret, 
					"Kardeş Payı"ndaki Siverekli, "Dert Dinleme Günü"ndeki Kemal 
					Dokuzcanlı, Avare Yıllar'daki Ahmet, Suçlu romanındaki 
					Mustafa ve Hasan, "Arkadaş lslıkları"ndaki İlyas, Devlet 
					Kuşu romanındaki Recep yeni tür kahramanlardır; yazar, 
					bunları toplumsal bilincin ve toplumsal etkinliklerin 
					uyandığı bir dönemde ortaya çıkan insanlar olarak gösterir. 
					Orhan Kemal kahramanlarının iç dünyalarına girerek çok sönük 
					(hiçbir özelliği olmayan) dış görünüşlerin ardında 
					korkusuzluk, çalışma sevgisi, arkadaşlık duygusu ve doğuştan 
					akıllılık gibi çok büyük yeteneklerin bulunduğunu göstermiş 
					ve emekçi insanların toplumsal bakımdan bilinçlenmesine 
					yardım eden ve ahlaksal nitelikleriyle insanı kendine çeken 
					bir ideal yaratmıştır. Orhan Kemal'i, 30'lu yılların 
					kendinden önce gelen yazarlarından ayıran başka bir özelliği 
					de, onun Türk işçisini, kendi sınıfının temsilcisi olarak 
					ortaya çıkarmasıdır. Bundan başka Orhan Kemal, işçinin sınıf 
					psikolojisine inerek bunu açıklamış ve belli bir toplumsal 
					psikolojik tip yaratmıştır. 
					
					
					Bu idealini gerçekleştirmek için yazar, başka bir yo! daha 
					seçiyor. Ahlaksal bakımdan sakat ve olumsuz bir insan tipi 
					yaratıyor. Murtaza'da (1952'de öykü, 1964'te roman olarak 
					yayımlanmış) kahraman, yaşam koşullarının baskısı altında 
					göçmen olarak kente gelmiş fabrikada gece bekçisi olmuştur. 
					İşçilerle kaynaşmamış, patronların çıkarlarının çok ateşli 
					bir savunucusu olmuştur. 
					
					
					Kişiliğini, toplumdaki yerini ve tüm insanlık onurunu 
					yitiren Murtaza, Orhan Kemal'in yarattığı kişilerin en 
					başarılılarından biridir. Murtaza, oldukça karmaşık bir 
					kişiliğe sahiptir ve bu karmaşıklık ona iki yanlı bir görev 
					yükler. Murtaza karşımıza hem suçlayan hem de suçlanan 
					birisi olarak çıkar. Bu kişilik, kendi içinde getirdiği 
					eleştiriyle bize insanların bilincini sakatlayan, onları 
					akılsız dalkavuklar durumuna indirgeyen, acımasız hainlere 
					dönüştürerek onların yaşamlarında büyük yıkımlara yol açan 
					toplumsal nedenleri gösteriyor. Murtaza'da yazar, insanın 
					toplumsal ve ekonomik koşullara ne denli bağımlı olduğunu 
					büyük bir ustalıkla, gözler önüne seriyor. Bu örnekte asıl 
					trajedi, babasının bağnazlığının kurbanı olan Firdevs'in 
					ölümünden doğmuyor. Aslında bu bir sonuçtur; trajedinin son 
					aşamasıdır. Trajik sonuç asıl, yaşamın akışından, kahramanın 
					gelişen yaşamın gereklerine ayak uyduramamasından, kendi 
					toplumsal sınıfı ve toplumsal görevleriyle arasındaki 
					uyuşmazlıktan doğuyor. 
					
					
					Murtaza aynı zamanda suçlanan bir kişidir. Yaşamdaki 
					toplumsal koşulların kurbanıdır o; aynı zamanda bu 
					koşulların doğurduğu bir kötülüğü temsil eder. Yazar, 
					kahramanı yüzyıllarca aşağılanmaktan, yıllarca alıştığı ve 
					bi-lincine yerleşmiş olan o kendini - aşağı - görme 
					duygusundan kurtulamamış, başkalarının buyruğuna girmiş, 
					boyun eğmiş, kendi sınıfıyla bağlantısını yitirmiş, başka 
					bir sınıfın çıkarlarına körü körüne ve bağnaz bir biçimde 
					araç olan bir insan olarak gösteriyor; onun yaşam görüşünü, 
					sık sık yinelenen şu cümleyle özetliyor: "Birisi çamura 
					battı mı, onu kurtarmaya koşma, gerekirse bir tekme de sen 
					vur. Büyüklere adım uydurmak lâzım, yoksa işçilere nefes 
					alacak zaman bile bırakmazlar." (9) 
					
					
					Murtaza kişiliği, grotesk ve abartma yöntemiyle yaratılmış, 
					hiciv havası ön plânda olmamakla birlikte, yalnız 
					Murtaza'nın davranışlarında değil, daha çok yazarın 
					ironisine kattığı değişik tonlarda, zaman zaman sevecenlik 
					gösteren, zaman zaman da aşağılayıcı bir alaya dönüşen bu 
					ironide ortaya çıkıyor; Murtaza'nın toplumun kurbanı olarak 
					ya da topluma zarar veren bir insan olarak gösterildiği 
					zamanlara göre bu hiciv tonu da değişiyor; kurban olarak 
					gösterildiği zamanlardaki acıma ve hüzün duygusu gibi. 
					
					
					Gogol gibi Orhan Kemal de bize gözle görülür, somut bir 
					ideal sunmuyor; ne var ki, toplumdaki yaralar ve bunların 
					insanların üzerinde yaptığı moral düşüklük suçlanırken, 
					metnin ardında öyle bir anlam yatıyor ki, olumsuz- kahraman 
					aslında bütünüyle zıt bir kişiliğe dönüşüyor; böylece Orhan 
					Kemal'in tasarladığı idealin dış çizgileri belirginleşiyor. 
					
					
					Orhan Kemal'in toplumsal incelemelerin ustası olduğu 
					herkesçe kabul edilmiştir. Bu, kuşkusuz yerinde bir 
					değerlendirmedir. Toplumsal koşulların incelenmesi ve 
					gerçekliğin yansıtılmasında usta olan Balzac'ın Orhan 
					Kemal'in en çok sevdiği yazarlar arasında ayrı bir yer 
					tutması rastlantı değildir. 
					
					
					Yazarın, kahramanlarının iç dünyalarına karşı hiç ilgisiz 
					olmadığı açıkça,bellidir. Orhan Kemal, bu iç dünyayı 
					kişilerin davranışları, söyledikleri, İç diyalogları ve 
					diyalogları gibi dış belirtileriyle de yansıtır. 
					
					
					Sarı Memet ve Kemal Dokuzcanlı'nın patronlarla giriştiği 
					diyaloglarda Orhan Kemal'in yarattığı kahramanların 
					ahlaksal, moral gücü ortaya çıkıyor. Ne var ki fabrika 
					müdürleriyle yaptığı konuşmada Murtaza kişiliği ahlak 
					bakımından bambaşka bir nitelik gösteriyor. 
					"- Gel bakalım Murtaza Efendi... ne var ne yok? 
					İstediği havayı bulan Murtaza hafifçe öksürdükten sonra: 
					- Sağlığınız müdürüm, dedi. 
					- Ne yaptın hırsızını? 
					- Arzetmiştim âmirim: Teslim ettik karakola. Sonra çıktık 
					mahkemeye, verdim bu husustaki ifademi... 
					- Suç ortakları da yakalandı mı? 
					- Elbet yakalandı müdürüm... 
					- Peki, hırsızlıktan nasıl haberin oldu? 
					Murtaza uykusuzluktan biber gibi yanan gözlerini çipil çipil 
					kırpıştırdı: 
					- Çıkmış idim fabrika kapısına. Çünkü basmış idi efkâr... 
					Niçin efkâr bastığını hatırlayarak durdu. Fen Müdürü: 
					- Evet, dedi. Efkâr bastığı için kapıya çıkmıştın. Sonra? 
					- Daha önce müdürüm... var çok büyük kabahatimiz... 
					- Kabahatiniz mı var? 
					- Evet müdürüm, hem de çok büyük! 
					- Ne kabahati? 
					- Etmedi Nuh rapor? 
					- Yoo... 
					Murtaza ferahladı: 
					- O halde yapmamış vazifesini! 
					- Neden bahsediyorsun? 
					Gözlerini kısarak Fen Müdürü'nün masasına yaklaştı: 
					- Ben âmirim, olamam istenilen evsafta baba! 
					- Tuhaf... 
					- Çünkü olsa idim istenilen evsafta bir baba... 
					- Evet? 
					- Verebilir idim evlatlarıma sıkı disiplin, hem de terbiye! 
					Fen müdürü hiçbir şey anlamadığı için, hayretle bakıyordu. 
					- .... o zaman anlarlar idi yüksektir bir vazife herhangi 
					bir namustan! 
					- Uyumazlar idi vazife sırasında makinalarına binip! 
					- Demek etmedi rapor Nuh? 
					- Etmedi. 
					- Lâzım idi etmesi. Yapmadı vazifesini! Çünkü o da bilmez 
					nedir bir vazife. Sanar bir vazife, benzer yemeğe peynir hem 
					de ekmek!"(10) 
					
					
					Orhan Kemal, diyalogları ruhsal çözümleme amacıyla büyük bir 
					ustalıkla kullanarak kahramanların kişiliklerini veriyor. Bu 
					kişilerin konuşmaları her zaman toplumsal ilişkilerinin 
					özelliklerini taşıyor. Orhan Kemal'in gerçekçiliğinin bu 
					yanı özellikle Murtaza'nın kişiliğinde ortaya çıkıyor. 
					Murtaza'nın konuşmasındaki özellikler, onun hangi toplumsal 
					tabakadan geldiğini, ruhsal durumunu ve yapıtın ana fikrini 
					açıklamaya yardım ediyor. 
					
					
					İç - monologlar dış dünyaya, en çok da örneğin işten 
					çıkarılma, açlık ve hastalık gibi gündelik, basit olaylara 
					karşı tepki olarak oluşuyor. Yazar, kahramanlarının bu 
					olgular karşısındaki tepkileri, duyguları ve ruhsal 
					durumları aracılığıyla olguların toplumsal içeriğini 
					veriyor. 
					
					
					"Çöpçü" adlı öyküde yaşlı Halo, işten çıkarılmıştır. İssız 
					mahallede yalnız başına durup orada oturan ve kendilerine on 
					yıl gibi uzun bir süredir hizmet ettiği zenginlerin onun 
					haklarını savunacaklarını boşuna umut ediyor. 
					
					
					İhtiyar, geçen yıllarda nasıl yaşadığını anımsıyor. 
					Yoksulluğunu, karısının ölümünü, oğullarının iş bulmak için 
					gurbete gidişlerini, yalnızlığını, köhne bir ahırda kalışını 
					ve "gümüş" adlı tayın doğuşunu düşünüyor. İş olmaması demek 
					"Gümüşsün de olmaması demektir. En çok "Gü-müş"ten 
					ayrılacağına üzülüyor. 
					
					
					İşten çıkarılması, çok acı anılar ve çok acı düşünceler 
					getirir Halo'ya. Ne var ki, burada yazar için önemli olan 
					kahramanın yaşantılarını ve duygularını anlatmak değil, 
					bunları anlatırken çevredeki yaşamı ve bu yaşama egemen olan 
					adaletsizliği, insanların kötü alınyazısını, onların 
					karşılaştıkları ilgisizlik ve kayıtsızlığı dile 
					getirmektedir. 
					
					
					Bizce Türk edebiyatında iç - monoloğu ilk kullanan yazar 
					Orhan Kemal değildir; ama o, bu monologlara büyük bir 
					anlatım gücü yüklemektedir. Yazar, bu monologları yalnız 
					toplumsal çözümlemelerle birleştirmekle kalmıyor, yüklediği 
					büyük anlatım gücüyle onları gerçekliğin çözümleyici bir 
					biçimde algılanmasında bir yöntem olarak kullanıyor ve 
					böylece gerçekçilik yönteminin sanatsal ve çözümleyici 
					olanaklarını genişletmiş oluyor. 
					
					
					Orhan Kemal'de diyaloglar ve iç - monologlar, kahramanların 
					kendilerini açıklamalarında büyük bir önem kazanıyor. Yazar, 
					kişilerini sanki hareket özgürlüğü içinde yaratıyor; kendisi 
					de olaylar karşısında yan tutmaz gibi görünüyor. Sadri Ertem 
					ve Sabahattin Ali'nin yapıtlarında yazarın varlığını her 
					zaman duyarız. (Anlatım, ya ya zar ya da onun 
					görevlendirdiği bir anlatıcı tarafından yapılır.) Orhan 
					Kemal'deyse yazar gizlenmiştir. Olaylar, bir tiyatro oyununa 
					benzer biçimde gelişir. Yazarın konudan uzak durma 
					yöntemiyle betimlemeler en aza indirgenmiştir; yer ve zaman 
					betimlemeleri olabildiğince kısa tutulmuş, kahramanın dış 
					görünüşü de yalnız en gerekli ayrıntılarla verilmiştir. 
					Bununla birlikte Orhan Kemal, bütün bunların ardında 
					gizlenen tutumunu belirtmeyi büyük bir ustalıkla 
					başarmıştır. 
					
					
					Orhan Kemal, yazar olarak etkin tutumunu öznel olarak 
					belirtmek için kendine özgü çeşitli ironi düzeyleri taşıyan 
					bir tonlamaya başvuruyor. Sanatçı, asıl metnin ardına 
					gizlediği bu ironiyi çok belirsiz bir yöntemle veriyor ve 
					okurunu yazarın değerlendirmesine katılmaya çağırıyor. 
					
					
					Halo'nun, aklından geçirdiği, zenginlere karşı kendini 
					savunmasında zenginlerin gidip Belediye Başkanına öfkeyle 
					söylediklerini düşünüşünde çok hüzünlü ironi var; "Bolu"lu 
					çöpçülükten ne anlar? O daha kaşağı tutmasını bile beşir 
					edemez. Halo bizim on yıllık çöpçümüz. Gömüş onun eline 
					doğdu. Ondan başkasına çöpümüzü vermeyiz, mümkünü yok, 
					veremeyiz! Olursa Halo, olmazsa başkasını istemeyiz!"(11) 
					
					
					İhtiyarın bu sözlerinden sonra yazar da sanki onun bu çok 
					iyi niyetli umutlarını, o denli derin bir umutsuzluğu 
					yansıtan bir dille azarlıyor: "İşte zavallıcık! Karnı tok 
					sırtı pek olanların senin gibi aç bir zavallının halinden 
					anlamalarını nasıl umuyorsun?" 
					
					
					"Dert Dinleme Günü" öyküsünde fabrika idarecilerine yönelen 
					ironi, başka bir havada veriliyor: "Fabrika sahibi, fabrika 
					sahibinin oğlu, umum müdür, muhasebeci, en geriden de 
					başmakinist odaya girdiler."(12) Bu cümlede ilk bakışta 
					ironiyle ilgili hiçbir belirti yoktur. Ama Kemal 
					Dokuzcanlı'nın "Zaten mebuslarla görüşmek işçilere hiç bir 
					şey sağlamaz" demesinden sonra gene, "Fabrika sahibi, 
					fabrika sahibinin oğlu, umum müdür, muhasebeci, başmakinist 
					şöyle bir bakıştılar."(13) sözleri bizi uyararak dikkatimizi 
					çekiyor. Bundan sonra dokumacı, "Herkesin kendi kaygıları 
					var; benim de var." diyor. Gene, üçüncü kez, "Fabrika 
					sahibi, fabrika sahibinin oğlu, umum müdür, muhasebeci, 
					başmakinist kafa kafaya verip fiskosa başlamışlardı."(14) 
					sözlerinin tekrarlandığını görüyoruz. Aynı cümle üç kez 
					tekrarlanıyor. Elbette burada ironi, metnin ardında 
					saklıdır; emekçi insanların başkaldırması karşısında 
					afallayanların gittikçe artan korkusu görülüyor. 
					İstediklerini metnin içine gömerek söylemek aslında Orhan 
					Kemal'in anlatım sanatının özelliklerinden biridir; sanatçı 
					böylece çok yalın konulara çok yönlü bir anlam katmaktadır. 
					
					
					Gerçekliği değerlendirirken Orhan Kemal, kahramanlarının, 
					yani emekçi insanların ruhsal durumunu ve mantığını 
					kullanıyor. Orhan Kemal yalnızca tüm ruhsal ve siyasal 
					sempatisini yönelttiği halktan söz etmiyor; yaşamın 
					gerçekliğini yalnız halkın görebileceği biçimde yansıtıyor. 
					Orhan Kemal, gerçekliği halkın gözüyle yansıtıyor ve halkın 
					çıkarlarını savunuyor. 
					
					
					Yazar, yapıtlarını burjuva ideolojisi ortamında, ülkenin 
					kendine özgü toplumsal ve tarihsel gelişmesinden dolayı 
					devrimci temponun çok yavaş olduğu koşullarda yaratıyordu. 
					Bununla birlikte Orhan Kemal, sıradan insanların 
					kişiliklerinde toplumsal özellikleri yakalayarak belleğimize 
					yerleştirmiş ve daha mutlu bir geleceğe inancını 
					koruyabilmiştir. Bunu başarabilmesini de toplumsal 
					ilişkilerin aldığı yönü kavramasına, tarihsel gelişme 
					karşısında edindiği bakış açısına, yani bilinçli bir tarih 
					görüşünü benimsemesine borçludur. 
					
					
					Orhan Kemal'in yapıtlarında Gorki'ye benzer bir iyimserlik 
					görülüyor. Bu iyimserliğin temelinde dürüstlük, yaşama ve 
					insanlara karşı edinilen gerçekçi bir tutum yatar. Yazar, 
					yansıttığı gerçekliğin bu olumlu yönlerini, gözleri daha 
					açılmamış, kölelik bilincinden kurtulmamış insanların 
					dramatik durumlarının, onların çektikleri acıların, 
					ızdırapların ve haksızlığın ardında görebilmiştir. 
  
					
					Orhan Kemal'in yazarlığından söz ederken Gorki'nin adını 
					anmamızın bir nedeni vardır. Sabahattin Ali, 
					edebiyatçılığının ilk yıllarında romantik Gorki'ye yakınsa, 
					Orhan Kemal de aslında, temelinde gerçekçi Gorki'ye 
					yakındır. Türk yazarının, Rus yazarının etkisi altında 
					kaldığını şimdilik ileri süremeyiz. Böyle fikirleri ileri 
					sürebilmek için büyük savlara ve kanıtlara gerek vardır. Ama 
					bu iki yazarın birbirine yakınlığı kuşkusuzdur. 
					
					
					Orhan Kemal, Gorki'nin yapıtlarını anlar ve severdi. 
					"Necati", "Kitap Satmaya Dair", "Ekmek, Sabun ve Aşk" 
					öykülerinde Gorki'den söz eder. Rus yazarının yapıtlarında 
					onu en çok çeken şey, en başta gerçekliğin yalın ve doğru 
					olarak betimlenmesi, halkın daha mutlu bir geleceğe doğru 
					gittiği yolunda bir umut, sonra da Gorki'nin bilgi ve 
					yaşamda daha onurlu bir yer edinmek için savaşma 
					çağırısıdır. 
					
					
					"Ekmek, Sabun ve Aşk"ta Orhan Kemal, bir gardiyan olan 
					Galip'le dostluğunu anımsıyor. Birbirine çok zıt olan iki 
					insanı; kitaplara duydukları sevgi yakınlaştırıyor. Yazarın 
					Galip'e verdiği kitaplar arasında Gorki'nin Benim 
					Üniversitelerim'i de vardır; ama bu kitap, Galip üzerinde 
					pek büyük bir etki yapmamıştır; o, "Senin, benim gibi 
					herhangi bir adamın yaşamına benziyor bu." diyor. 
					
					
					Gorki'nin yapıtları, romantik ve düşlerle yaşayan öykü 
					kahramanı işçi Necati için bütünüyle başka bir anlam 
					taşımaktadır. Onu, Gorki'nin olağanüstü insan sevgisi 
					heyecanlandırır. Hapishanede ranzasının yanındaki duvara 
					Necati, büyük bir özen göstererek kömürle şunları yazar: 
					"Peşkof - Gorki". 
					
					
					Gorki'nin yaşamını kendisine örnek olarak alıp benimsedikten 
					sonra Necati, sıradan bir emekçinin de insanlara yararlı 
					olabileceğine inanmıştır. Necati o zaman bir kitap yazarak 
					insanlara kendi yaşamını anlatmak isteğiyle yanıp tutuşmaya 
					başlıyor. 
					
					
					Necati, kendisini endişelendiren moral ve etik sorunlara 
					Gorki'de çözüm arıyor. "Çocukluğum", "Ekmeğimi Kazanırken" 
					ve "Benim Üniversitelerim" in yazarı Gorki gibi Necati de, 
					yaşama koşullarından ötürü kendi sucu olmadan cahil ve kaba 
					kalmış insanlara karşı anlayış ve hoşgörü geliştirmeye 
					çalışıyor. 
					
					
					Öykü, yazar tarafından anlatılıyor (Necati, anlatıcıyla 
					konuşurken ona Orhan diyor). Sonra, Necati'nin, Gorki'ye 
					duydukları aracılığıyla Orhan Kemal, insan ve yazar olarak 
					Gorki'ye karşı olan duygularını dile getirerek ona duyduğu 
					ilgiyi bize anlatmış oluyor. Hapisteki emekçinin Gorki'yi 
					okuduktan sonraki duyguları, aynı zamanda Orhan'ın kendi 
					duygularını dile getiriyor. 
					
					
					"Kitap Satmaya Dair" adlı otobiyografik öyküsünde yazar, 
					Gorki'ye karşı duyduğu sevgiyi açıkça belirtiyor. Öykünün 
					kahramanı işsizdir; ama elinde kalan tek şeyi, kafasını 
					biçimlendiren kitapları satmaya bir türlü karar veremiyor: 
					"... Kitapların herbirinde haşiyeler, notlar, mütalaalar... 
					İşte Tolstoy'un "Harp ve Suİh"u... Sonra "Benim 
					Üniversitelerim." Bilhassa bu... Onda mutlaka Gor 
					ki'den birşeyler... Yahut da, o da Gorki gibi yaşıyordu 
					da..."(15) ' , 
					
					
					Gorki'nin üçlüsüyle Orhan Kemal'in otobiyografik yapıtları 
					arasında büyük benzerlik vardır; bu, iki yazarın ya-şamlarındaki 
					benzerlikten geliyor. İki kitaptan oluşan ("Baba Evi", 
					"Avare Yıllar") bu Küçük İnsan Notları adlı kitabı Gorki'ye 
					yaklaştıran şey, yaşamlarındaki benzerlik, fikir 
					ve sanat alanında iki yazarın ortak arayışları ve ikisinin 
					de adaletsiz toplum yapısını suçlamamalarıdır. Orhan 
					Kemal'in "Bir İnsan" adlı öyküsünde, herşeyini, bütün 
					parasını pulunu yitiren birisi şöyle diyor: "- ...Beyefendi! 
					Her yerde insanlar... Koşuşuyorlar, gidiyorlar, geliyorlar, 
					tutuyorlar, koparıyorlar... Yığın yığın, vıcık vıcık; sürü 
					sürü insanlar... Üzerinize atlıyorlar, lokmanızı ağzınızdan 
					kapıyorlar beyefendi. Beyefendi insanlar kurt gibi, kurtlar 
					gibi saldırıyorlar beyefendi!"(16) Bu bize Gorki'nin Benim 
					Üniversitelerim'ini anımsatıyor; orada da birisi şunları 
					söylüyor: "Ben, hırsız gözüyle bakılan bir insan sayılırım. 
					Doğrudur, ben suçluyum. Bakın, herkes hırsızlıkla geçiniyor. 
					Herkes birbirini sömürüyor ve kemiriyor..."(17) 
					
					
					Orhan Kemal, kahramanlarını -halktan insanları- kesinlikle 
					idealize etmiyor. Yalnızca ağır yaşam koşullarının insanın 
					ruhsal dünyası üzerinde yaptığı çok yıkıcı etkiyi 
					belirtiyor. ("Ekmek Kavgası", "Köpek Yavrusu"). 
					
					
					"Köpek Yavrusu" öyküsünde böyle küçük bir sahne görüyoruz 
					-erkek çocuklar bir değnekte küçük bir köpek yavrusuna 
					vuruyorlar;- köpek yavrusu açısından bağırıyor, çocuklar da 
					bundan büyük bir zevk duyuyorlar. Bitkin köpek yavrusu, 
					sesini kestiği zaman, ona işkence yapanlar üzülüyorlar. 
					Büyük insanların da katıldığı topluluk ısrarla "Vur! Vur!" 
					diye bağırıyor ve oğlanlar onlardan Cesaret alıp zavallı 
					hayvan için bir sürü yeni işkence yaratıyorlar.  
					
					
					Aklımıza ister istemez Gorki'nin Çocukluğum'undan dizeler 
					geliyor: "Sokaktaki oyunların acımasızlığı beni her zaman 
					isyana sürüklüyordu. Bu benim çok rastladığım, kudurganlığa 
					dek varan bir acımasızlıktı. Çocukların köpekleri ve 
					horozları dövüştürmelerine, kedilere işkence etmelerine, 
					Yahudilerin keçilerini kovalamalarına ve sarhoş dilencilerle 
					alay etmelerine dayanamıyordum."(18). 
					
					
					Görüyoruz ki, bu iki yazarı birleştiren şey, "insanın" 
					acımasızlığına karşı duyarsız kalomama biçiminde ortaya 
					çıkan hümanizmadır. Ama oğlanların vahşetini ve 
					acımasızlığını suçlarken Orhan Kemal de Gorki de bu 
					davranışlara yol açan nedenleri ortaya çıkarıyorlar; bu 
					nitelikleri gösteren insanlar, aslında kendileri mutsuzluk 
					içindedirler - yoksulluğun ve cahilliğin kurbanıdırlar. 
					
					
					Öyle ki, Orhan Kemal'in öyküsünde acınacak durum da olan 
					yalnız "ızdıraplarını insanlara anlatamayan" köpek yavrusu 
					değil, onun kadar acınacak durumda olan, ona işkence yapan 
					solgun yüzlü, zayıf, paçavralar içindeki çocuklardır. 
					
					
					Orhan Kemal'in "ezilmiş ve aşağılanmış" insanlara karşı 
					duyduğu yakınlığı, düşük kadınlar temasını işleyen 
					yapıtlarında da görüyoruz ("Bir Lira", "Kötü Kadın", "Bir 
					Kadın", vb). Orhan Kemal, kadın kahramanlarının yaşamını çok 
					soğukkanlı ve görünüşte hiç duygularına kapılmadan sanki çok 
					alışılmış bir şeymiş, gündelik bir şeymiş gibi anlatıyor. 
					Oysa yapıtlardaki bu soğukkanlılık aslında, bizi sarsıcı bir 
					etki yapıyor. Bu kadın kahramanların yazgılarına kaçınılmaz 
					bir şeymiş gibi boyun eğmeleri, okurda bir isyan duygusu 
					uyandırıyor. 
					
					
					Gene Gorki'nin Ekmeğimi Kazanırken adlı romanındaki Natalya 
					aklımıza geliyor. Üçlünün yazarı, bu kadınla son görüşmesini 
					şöyle anlatıyor: "Ben onun bir sokak kadını olduğunu hemen 
					anladım; çünkü o sokakta başka kadın yoktu. Ama bana bunu 
					kendisi açıkladığı zaman duyduğum acımadan ve utançtan 
					gözlerim yaşardı. Kendisinin bunu sanki bildiğini görmek 
					benim içimi dağladı; çünkü daha kısa bir süre önce öylesine 
					gözüpek, öylesine özgür, öylesine akıllı bir kadındı ki 
					o!"(19). 
					
					
					Gorki gibi Orhan Kemal de bu dünyadaki yaşamı yaratan, 
					emeğin büyük yükünü omuzlarında taşıyan, ama meyvalarından 
					hiç yararlanmayan yeni bir halkın doğuşunu anlatıyor. Orhan 
					Kemal'in, halkın zor yaşamını yansıtan yapıtları kesinlikle 
					kötümser bir hava taşımıyor; çünkü yazar, halkın tükenmez 
					gücüne ve mutlu geleceğine inanmıştır. 
					
					
					Orhan Kemal'in yapıtlarını okurken, ister istemez Gorki'nin 
					şu güzel sözleri aklımıza geliyor: "Bizim yaşamımız çok 
					şaşırtıcıdır, çünkü hayvan gibi insanların oluşturduğu 
					tabaka ne denli doğurgan ve kalın olursa, o denli bu 
					tabakayı delerek gelişen parlak, sağlıklı, yaratıcı ve iyi 
					insanlar çıkıyor; bu da aydınlık ve insanca bir yaşamın 
					yeniden doğacağı yolunda bize büyük bir umut veriyor."(20) 
					
					
					Orhan Kemal'in "Hamam Anası" (1955) öyküsü, içerik ve sanat 
					açısından öteki öykülerinden oldukça ayrıdır. Emekçi halkın 
					adaletsizliğe karşı başkaldırısını, mertliğini, sağlam 
					inancını, sömürgenlere ve zalimlere karşı nefretini, giderek 
					eylem çağrısını bu öyküsünde yazar, alegorik bir biçimde 
					anlatıyor. 
					
					
					"Hamam Anası"ndaki hümanist tutum ve çok belirgin romantik 
					üslup yazarı, Gorki'nin "İtalyan Öyküleri"ne ve bunların 
					arasında çok tanınan "Ölümü Yenen Kadın" öyküsüne 
					yaklaştırıyor; ama elbette bu tema her iki yazarda başka 
					başka işleniyor. 
					
					
					Gorki'de ana, ölümü yenen kadın olarak görülüyor. Ana, "bu 
					dünyanın kanlı kırbacı" olarak tanınan Timurlenk'i kendi 
					istemine boyun eğmeye zorluyor ve korkunç Timurlenk, kadının 
					sözüne uyarak esir düşen oğlunun bulunması için üçyüz atlı 
					çıkarmaya mecbur kalıyor. 
					
					
					Gorki, öyküsünü şöyle bitiriyor: "Bütün bunlar, gerçektir. 
					Her bir sözcüğü gerçektir. Bunu analarımız biliyor. Onlara 
					sorun; Onlar size: 
					
					
					"Evet, bu ölümsüz bir gerçek. Biz ölümden daha güçlüyüz. Biz 
					dünyaya kahramanlar, şairler ve bilge kişiler armağan 
					ediyoruz. Dünyaya, ün salan her şeyi biz ekiyoruz, 
					diyeceklerdir."(21) 
					
					
					Orhan Kemal'in yapıtında Hükümdar'la tartışan dul kadın, 
					Firavun Tutankamen'den Ehramlar yapılırken can veren 
					kocasının öcünün alınmasını istiyor. Ama, "Kadıncağız 
					anlatmaya çalışmışsa da, Hükümdar bu dertlinin derdinden ne 
					anlar. Gürlemiş: "Yıkıl karşımdan!"(22) 
					
					
					Kadın gider, ama arayışından vazgeçmez. Yıllar, yüzyıllar 
					geçer. Başka hükümdarlara başvurur. Peygamberlere ve Allaha 
					yalvarır. Ama hesaplaşma saati henüz gelmemiştir. 
					
					
					Öykü şöyle sona eriyor: "Kim ne derse desin, bu sabırlı 
					kadın günün birinde Tutankamen'den hakkını alacak, 
					asırlardır çektiklerini onun hükümdar burnundan fitil fitil 
					getirecek! Ben buna inanıyorum."(23). 
					
					
					Bu iki yapıtın kadın kahramanları birbirine çok yakındır. 
					Örneğin Gorki'de şu dizeler var: "Hükümdar'ın önünde, eski 
					püskü ve güneşte solmuş giysiler içinde, yalınayak, çıplak 
					bağrını örtmek için siyah saçlarını omzuna serpmiş, tunç 
					yüzlü, hükmeden gözleriyle bakan kadının Aksak Timur'a 
					uzattığı esmer eli hiç titremiyordu."(24). 
					
					
					Orhan Kemal bu kahraman kadını şöyle anlatıyor; "... Siyah 
					çarşafına sıkı sıkıya bürünmüştür... ve kara gözlerinin 
					akıyle beyaz beyaz bakar. Dilenciye benzemediği için, sadaka 
					verip vermemekte tereddüt edilir"(25). 
					
					
					Gorki'nin, ananın Timurlenk'e uzattığı elinin titrememesine 
					dikkatlerimizi çekişi rastlantı değildir. Bu el 
					yal-varmıyor, buyuruyor. Orhan Kemal'de de aynı şeyi 
					görüyoruz; insanlar kadına sadaka vermeye bir türlü cesaret 
					edemiyorlar. O, acınacak bir dilenci değil, öc saatini 
					bekleyen bir büyücüdür. 
					
					
					Orhan Kemal de Gorki gibi, kahramanca davranan bir kadın 
					kişiliği karşısında yenik düşen Hükümdar temasını gene 
					Gorki'ye yakın bir üslupla işliyor. 
					
					
					Bununla birlikte Orhan Kemal, siyasal (püblisist) bir yazar 
					olarak bu öyküde temaya iki yanlı bir çözüm getiriyor. Bu 
					çözümlerden biri, doğrudan doğruya masal yapısına uygun bir 
					sonuç, ötekiyse açık ve özlü bir sonuçtur. Hatırlatmak 
					isteriz ki Orhan Kemal, hiçbir zaman açıkça didaktik 
					sonuçlardan yana olmamıştır. 50'li yıllarda yazılan "Hamam 
					Anası", Gorki'nin masalından daha belirgin toplumsal ve 
					kışkırtıcı bir özellik gösteriyor. 
					
					
					Orhan Kemal'in yazar olarak ortaya koyduğu kendi görüşlerini 
					açışı her zaman doğru olarak anlaşılmıyor. Aynı şey, 
					zamanında Gorki'nin yapıtlarının değerlendirilmesinde de 
					olmuştur. 
					
					
					Yüzyılın başlarında bazı burjuva eleştirmenlerinin Gorki'nin 
					yapıtlarını oluşturan özellikler arasında yalnızca 
					kapitalist dünyaya yöneltilen eleştirileri gördüklerini 
					belirt-mek ilginç olacaktır. Bu konuda bir Fransız 
					edebiyatçısı ve Akademi Üyesi olan Melchior de Vogüe'ün 
					açıklaması ilginçtir: "Revue de deux Mondes" da (1 Ağustos 
					1901) çıkan bu açıklamada ünlü Melchior, Gorki'nin 
					yapıtlarını hiç anlamadığını göstermiştir. 
					
					
					Vogüe, Gorki'nin gözlemlerinin çok sınırlı, gerçeğe bakış 
					açısının da çok dar olmasını eleştirerek şöyle devam ediyor: 
					"... ve çok rastlanan bir iki istisna dışında Gorki, hiçbir 
					zaman emekçi sınıftan yukarılara çıkmıyor ve toplumun sınıf 
					dışına itilmiş olan ayak takımı üzerinde durmaktan büyük bir 
					zevk alıyor." Rus yazarının yapıtlarında insan yaşamını 
					zorlaştıran koşullara karşı içten ve ısrarlı bir 
					başkaldırmanın bulunduğunu kabul ederek Fransız yazarı, gene 
					de ısrarla Gorki'nin "olumsuzlamadan başka bir şey 
					getirmediğini", ahlâk alanındaki arayışları bakımından onun, 
					öncüleri olan Dostoyevski ve Tolstoy' dan daha geri 
					kaldığını söylüyor. 
					
					
					Oysa aynı yıl içinde ünlü Amerikalı yazar Jack Lon-don'ın 
					yayınladığı bir makale, Gorki'nin dünya demokratik toplum 
					fikrinin temsilcileri tarafından doğru anlaşıldığına 
					tanıklık ediyor. Aslında Jack London, Gorki'nin dünya 
					edebiyatına getirdiği yenilikleri görmüştür. "Bizim pazarlar 
					ve borsalarla dolu dünyamızda, spekülâsyonlar ve alım 
					satımla uğraşan yüzyılımızda her ülkeden yükselen ısrarlı 
					sesler, yaşamdaki gerçekliği suçluyorlar..." diye yazıyor 
					Jack London. "Bütün Rus meslekdaşları gibi Gorki' nin 
					yapıtlarının özünde de heyecanlı bir başkaldırma var. Onun 
					sımsıkı kapanmış yumruğundan süslü püslü boş şeyler değil, 
					yaşayan bir gerçek, ağırlığı olan, kaba ve itici, ama gene 
					de bir gerçek dökülüyor."(26). 
					
					
					Jack London, Gorki'nin ustalığının gerçekçi bir yazarın 
					ustalığı olduğunu anlıyor ve bunda haklı olarak Gorki'nin 
					gerçekçiliğindeki geleceğe yönelik yeniliği görerek şunları 
					yazıyor: "Onun gerçekçiliği kendisinden önce gelen Turgenyev 
					ya da Tolstoy'un gerçekçiliğinden daha etkindir. Gorki'nin 
					gerçekçiliği, onların çok nadir erişebildikleri coşkun, 
					taşkın bir düzeyde soluk alıyor; böylece onlardan devraldığı 
					yazarlık tacını Gorki, kendi genç başında büyük bir onurla 
					ve görkemlilikle taşıyacağını kanıt-lıyor."(27). 
					
					
					İlke olarak eskiyle bağdaşmama, geleceğe inançta dolu olma, 
					yeni ve özgür insan bilincinin oluşması Rus ve Türk 
					yazarlarını belirleyen ve birbirlerine yaklaştıran 
					özelliklerdir; bu özellikler aynı zamanda onların 
					gerçekçiliğinin yeni bir niteliğidir. 
					
					
					Toplumsal-estetik düzeyde edebiyat olguları, yalnız bunlara 
					duyulan toplumsal gereksinme oranında gelişiyor. Yaşamın 
					gerekli koşulları oluşturmasıyla genel olarak her 
					edebiyatta, özel olarak da Türk edebiyatında eleştirel ger 
					çekçiliğin ötesine geçildiğini görüyoruz. Aslında, eleştirel 
					gerçekçilik de yeni fikir-estetik araçlarını taşıyan bir 
					edebiyat doğuruyor. Dünya edebiyat tarihine bakarsak, 
					eleştirel gerçekçiliğin de romantik edebiyatın 
					kazanımlarından kalın bir duvarla ayrılmış olmadığını 
					görüyoruz. Örneğin, Balzac'ın ve Dickens'in yapıtları, 
					romantik eğilimlerden hiçbir zaman arınmış değildir. Aynı 
					biçimde Orhan Kemal'in yapıtları da yeni bir gerçekçiliğin 
					belirtilerini taşımakla birlikte eleştirel gerçekçilikle 
					bağlarını koparmış değildir. 
					
					
					Genellikle çağdaş gerçekçilik, özellikle de Türk 
					gerçekçiliği, çok değişik eğilimlerin yanyana birarada 
					bulunmasıyla belirlenir. Türk gerçekçiliğinde sosyalist 
					eğilime bağlı edebiyatın yönelişi gittikçe güç 
					kazanmaktadır. Orhan Kemal'in yapıtları da, bu edebiyatın ne 
					denli güçlü olduğunu kanıtlamaktadır. 
  
					
					
					 
					NOTLAR 
					(1) Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, Rusça'sı R. Fiş, Moskova, 
					1956. 
					(2) 3 Ciltlik Rus Sovyet Edebiyatı Tarihi, Cilt I, Moskova, 
					1958, s. 487. 
					(3) A. Metçenko, "Sosyalist Gerçekçilik ve Sosyalist Sanat 
					Üzerine", Oktobr Dergisi, 1967, Sayı 6, s. 196. 
					(4) Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, İst., 1958, s. 40-41. 
					(5) Orhan Kemal, Cemile, İst., 1970, s. 23-24. 
					(6) Orhan Kemal, "Grev", Ankara, 1954, s. 11-12. 
					(7) A.g.e., s. 50. 
					(8) A.g.e., s. 50-51. 
					(9) Orhan Kemal, Murtaza, İst., 1969, s. 347. 
					(10) A.g.e., s. 325-326. 
					(11) Orhan Kemal, Çamaşırcının Kızı, İst., 1964, s., 42. 
					(12) Orhan Kemal, Grev, s. 49. 
					(13) A.g.e., s. 50. 
					(14) A.g.e., s. 51. 
					(15) Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, s. 74-75. 
					(16) A.g.e., s. 33. 
					(17) A. M. Gorki, 30 Ciltlik Bütün Eserleri'nde, Cilt 13, s. 
					613, (R.K.). 
					(18) A.g.e., s. 90. 
					(19) A.g.e., s. 483. 
					(20) A.g.e., s. 185. 
					(21) A.g.e., Cilt. 10, s. 45. 
					(22) Orhan Kemal, Arka Sokak, İst., 1956, s. 76. 
					(23) A.g.e., s. 77. 
					(24) A. M. Gorki, 30 Ciltlik Bütün Eserleri'nden, Cilt. 10, 
					s. 41, (R.K.). 
					(25) Orhan Kemal, Arka Sokak, s. 74-75. 
					(26) Jack London, Seçmeler, Moskova, 1951, s. 681-684, 
					(R.K.). 
					(27) A.g.e 
					
					
					TÜRK EDEBİYATI ÜZERİNE / Svetlana Uturgauri, Cem 
					Yayınevi, 1989  |