| 
                   I - 
                  -Sürgünler geldi. 
                  dediler. Zaten bekliyorduk. Koştuk cezaevinin taş merdiveni
                  başına: Ben, Necati, Kosti, Bobi Niyazi. 
                  Dördümüz de hükümlüydük. Necatiyle Kosti bir gece Beyoğlu
                  sinemasının gişesini soymağa kalkıp yakalanmaktan yedişer
                  yıl yemişlerdi. Bobi Niyazi, aslında esrar satmak ama,
                  "arkadaşlar matrağına cebime esrar koymuşlar,
                  polisler kaçak çakmak taşı ararlarken enselediler, adımız
                  esrarcılığa çıktı!" diyordu.  
                  Neyse, koştuk cezaevinin idareye çıkılan taş
                  merdivenlerine. 
                  Bir başka İl'in cezaevinden bizim cezaevine sürgün
                  edilenler, büyük demir kapıdan içeriye ikişer ikişer
                  sokuluyorlardı. Ortadaki kalın, upuzun zencire bileklerinden
                  sıkı sıkıya bağlı cezalılar yüzelli çifttiler, tamam
                  üçyüz kişi! 
                  Yalın ayakları, paramparça üst başlarıyla mide bulandırıcıydılar.
                  Saçları sakallarına karışmıştı. Her içeri giren çift,
                  onları getiren candarmaların önünde duruyor, bileklerini
                  bağlıyan kelepçenin küçücük kilidi açılmadan önce,
                  üçyüz sarı dosya arasından "Şahsi dosya"ları
                  bulunuyor, bizim cezaevi idarecilerine teslim ediliyorlardı. 
                  Ağır ağır, ama gittikçe çoğalan, tehlikeli bir kalabalık
                  birikiyordu cezaevi bahçesinde. Yalın ayaklı, partallar içinde
                  aç bir kalabalık. Önce güneşin altında esneyip geriniyor,
                  sonra da açlık ve uykusuzluklarını belirten gözleriyle çevreye
                  bakınıyorlardı. Cezaevi avlusunun yüksek duvarları
                  diplerinde mısır ekiliydi. Boy atmış mısırlar. Sürgünlerin
                  bir anda bu mısırlara saldırdıklarını, çekirge bulutu
                  çöküp kalkmış tarla gibi, mısırların temizleniverdiğini
                  gördük. 
                  Ufak tefek, semiz bir kedi yavrusunu hatırlatan Bobi: 
                  -Yuuuuh, dedi. Yuh be. Bunlar benden de aç! 
                  O, aç olmaktan çok, açlıktan söz açıp üçün beşin
                  yoluna bakma dümenindeydi. Görüşmecileri gelen
                  tutuklulardan uçlandığı ekmek, zeytin, peynir, tereyağı,
                  helva, ne bileyim yiyecek, giyeceği çabucak paraya çeviriverir,
                  günün birinde dışarı çıkınca geçinebilmek için
                  tutacağı işe para biriktirirdi. 
                  Sürgünler avluda gittikçe çoğalıyordu. 
                  Başgardiyan bir ara düdüğünü sert sert öttürdü, sonra
                  da bağırdı: 
                  -Buraya gelin bakayım. İçtima! 
                  Ellerinde mısır koçanları, çöp tenekelerinden kapışılmış
                  kuru ekmek, zeytin çekirdekleriyle sürgünler Başgardiyana
                  da, düdüğüne de boşveriyorlardı. Zararlı tırtıllar,
                  ya da sürüngenler gibiydiler. Çiğ mısır koçanlarını
                  dişliyor, zeytin çekirdeklerini kırıp içlerini ağızlarına
                  atıyorlardı. 
                  Dünyada harp vardı! 
                  Alman Nazilerinin motörlü birlikleri, tarihsel bir öfkeyle
                  Avrupayı, ne Avrupası, bütün dünyayı bir yandan kuzeyin
                  uçsuz bucaksız bozkırlarına öte yandan Atlantiğin,
                  Akdeniz'in çivit maviliklerine sürüyorlardı. 
                  Dünyada harp vardı! 
                  Türkiye harbin dışındaydı ama, gene de dikenli kabuğuna
                  olanca sinirliliğiyle çekilmiş korkunç bir allerji içinde,
                  bekliyordu. 
                  Şeker beşyüz kırıkbeşe satılıyordu. Kesme şekerin
                  topağı çeyreğe gidiyordu cezaevinde. Kilosunu beşyüz kırkbeşe
                  alan cezaevi karaborsacıları, böylelikle kiloyu sekiz, on
                  hatta hatta on iki, on beş liraya getiriyorlardı. 
                  Dünyada harp vardı! 
                  Sınırlarımızın çok yakınlarından gelip geçiyordu motörlü
                  araçların benzin kokulu homurtusu. Kötü haberler alıyordu
                  dünyadan radyolar. Alman Nazileri, İtalyan Faşistleri, uzak
                  doğuda Japonlar. Fırınlar dolusu yakılan insanların çığlıkları
                  uçuşuyordu havada. 
                  Dünyada harp vardı! 
                  Bir ara Necati: 
                  -A... dedi. Bu sayın bay da kim? 
                  Güneşte kara bir su gibi parlıyan rugan çizmeleri, bal
                  renkli kumaştan külot pantolunu, pırıl pırıl lacivert
                  ceketi, pantolonunun kumaşından kasketi, kara gözlüğüyle
                  gerçekten de bir sayın bay, bir majeste. Belki de, Afrika'da
                  kaplân avına çıkmış bir İngiliz lordu, sömürgelerdeki
                  bitkilerini görmeğe gelmiş bir Belçika, bir Felemenk, bir
                  ne bileyim Fransız, bir İtalyan sömürgeni! 
                  Bilekleri kelepçesizdi, ötekiler gibi zencire vurulmamıştı.
                  Arkasından elleriyle Başgardiyanın yanına gitti, durdu,
                  bir şeyler konuştular. 
                  Beyoğlu'daki sinema gişesinden uçlanacakları paralarla 936
                  Berlin olimpiyatlarına gitmeyi kurduğu halde felek yar olmıyan
                  Necati: 
                  -Peki ama, kim? dedi.  
                  Necati'nin suç ortağı Kosti attı: 
                  -Memur herhalde. 
                  Bobi kısa kesti: 
                  -Gider öğrenirim! 
                  Hep o besili kedi yavrusu haliyle bir koşu gitti. Terslenmiş,
                  geri döndü: 
                  -Herifte çalım altıdan! 
                  -Yani ne? Mahkum mu? Memur mu? 
                  -Ne bileyim yahu. Azarlayışına bakarsan memur, sarı dosyasına
                  bakarsan mahkum! 
                  Az sonra, ağarmış şakaklarıyla yanımızdan geçti, yüzümüze
                  bile bakmadı. 
                   
                  -II- 
                  Cezaevi birinci bölümünün en üst kat "Tecrit"lerinden
                  birinde yalnız, rahattım. Koğuşun bir kıyısına serili
                  yatağım, yanıbaşımda pencerem. En çok da yaz sabahlarında,
                  tül mavisi dağlar adından, içi kan dolu kocaman bir küre
                  gibi doğuşu güneşin! 
                  Kıpkırmızı, koskocaman, yusyuvarlak güneş pırıltısız
                  bir kırmızılıkla, mat bir kırmızılıkla uzaklardaki
                  yemyeşil ağaçlar kalabalığının ardındaki tül mavisi
                  dağların aralarından ağır, ağır, nazlı nazlı yükselmez
                  mi, dakikalarca dalar giderdim. Kıpkırmızı, yemyeşil,
                  masmavi, perşembelerin serin cümbüşü! 
                  Ama harp vardı dünyada! 
                  Düşman uçaklarının bütün bu serin renkler cümbüşünü
                  ateşe, kana, insan çığlıklarına her an boğabileceği günlerdi
                  o günler. Türkiye'de "Pasif korunma", karartma
                  vardı geceleri. Milyonlarca değilse bile, binlerce insanın
                  elleri şakaklarında kara kara düşündükleri günler. 
                  Sürgünler gelince cezaevinde bir derlenip toplanma, bir sıkışmadır
                  başladı. Çukurlarına mosmor gömülmüş aç gözler,
                  cezaevi koridorlarında sarı birer gölge gibi dolaşıyor,
                  enselerdeki soluyuşları insana, çok yaklaşmış ölümü
                  hatırlatıyordu. 
                  Dünyada harp, cezaevinde ölümü hatırlatarak dolaşan açlığın
                  çıplak ayakları! 
                  Çoğu sabahların erken saatlarında, koğuşlar açıldıktan
                  az sonra, beton koridorlarda koşuşan kabaralı postalların
                  keskin düdükleri tekmil mahpusları demir parmaklıkların
                  ardlarına yığıverdi. Kat kat bölümlerin demir parmaklıkları
                  ardındaki meraklı bakışları dibe, taa dipte dört köşe
                  betona dikilmiştir. Orda, en dipte işte, savrulmuş bıçaklarıyla
                  birer yay gibi gerilmiş insanlar ölüm kalım savaşına atılmışlardı.
                  Işıltılı keskin kamalar birer yılan dili gibi sert, eğriler
                  çizerlerdi kül renkli aydınlığa. Gardiyan düdükleri,
                  derinden derine yansıyarak yaklaşan candarma kabaraları,
                  demir parmaklıklar ardında dalgalı birer orman gibi uğuldıyan
                  mahkumlar. 
                  Ölüm korkusu vuran yüzler gerilmiştir aşağıda. Gözler
                  yuvalarından fırlamış. Ölüm kaşla göz arasına pusu
                  kurmuş. Birden savrulan bir bıçak. Boş bulunan kavgacılardan
                  birinin kanlar içinde betona yığılan ağır gövdesi! 
                  Kavga bitmiş, yaralanan, ya da ölen kaldırılmış, demir
                  parmaklıklar ardında dumanı tüten bir tartışma başlamıştır: 
                  -Ulan bir bıçakta cartayı çekti be! 
                  -Hiç iş yokmuş.. 
                  -Ne yapaydı? 
                  -İnsan bir bıçakta gider mi? 
                  -Sen olsan? 
                  -Hadi be sen de! 
                  -.................. 
                  -.................. 
                  Sürgünler geldikten sonra cezaevinde esrar, afyon, hatta sürgünlerle
                  birlikte gelip, bizim cezaevi tutuklarından pek çoklarınca
                  benimseniveren eroin satışları hızlandı. Satışlar artınca,
                  bıçak alış verişi, bıçak alış verişi artınca da
                  kavga ve ölüm arttı. 
                  Dünyada harp vardı! 
                  Cezaevinde de alış veriş kavgayı ve ölümü arttırmıştı.
                  Ölenler alış veriş edenler değil, adamlardı. Çünkü alış
                  veriş edenlerin paket paket cigaraları, ekmekleri, esrar,
                  afyon, eroinleri vardı; cigara, ekmek, esrar, afyon, eroin
                  karşılığında pusu kurup cana kıyacaklar da pek çoktu
                  cezaevinde.  
                  "Kaplân avcısı" bütün bunların dışında, bütün
                  bunlardan uzak, kendi aleminde. 
                  Dünyada harp, tutuklar evinde açlık, savrulan kamalar yarım
                  somun için cana kıyıyormuş... 
                   
                  -III- 
                  Birkaç koğuş değiştirdikten sonra benim koğuşa yolu düştü.
                  Beğenmiş olacak, demirlendi. Sürgün edildiği cezaevinden
                  birlikte getirdiği havuç kırmızısı bilekli, kocaman
                  kocaman yumruklu adamı, vardı bir doksan boya yüz kiloluk.
                  "Kamyon" diyordu ona: 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Kenefe gideceğim! 
                  Kamyon önce gider helayı güzelce yıkar, ibriği doldurur
                  sonra da önüne düşerdi efendisinin. Efendi, mor yollu ipek
                  pijamasıyla Kamyon'un ardında koğuştan çıkmadan önce: 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Kahvemi kenefe getir! 
                  Efendi helada cigara üstüne cigara içedursun, Kamyon,
                  kahvesini ispirtolukta pişirir, kenarı yaldızlı Çin işi,
                  Japon işi fincanla götürürdü. 
                  Dünyada harp vardı, cezaevinde açlar, çıplaklar yarım
                  somun, bir esrarlı cigara için cana kıyıyorlardı... 
                  Kamyonun gıcır gıcır yıkadığı helada, Tekel'in Çeşit
                  isimli cigaralarından tellendirir, izmariti bir fiskede
                  helada bekleşen yalın ayaklı Adem babalar kalabalığına fırlatırdı.
                  İzmarit havada kapışılır, sonra da birbirlerinin üstlerine
                  atılınarak, betonda boğuşulmaya başlanırdı. Onlar boğuşa,
                  hatta bir izmarit için gırtlaklaşa dursunlar, "sayın
                  bay", Çeşit kutusundan alınmış kahverengi kaatlı
                  bir Esmer, ucu yaldızlı bir Sipahi, ya da en azından zarif
                  bir Yenice'yi ateşlemiş, betonda altalta üstüste boğuşanların
                  kıyısından, ipek pijamalarıyla koğuşa dönerdi. 
                  Koğuşta onunla Kamyon'dan başka, bir başkası daha varmış! 
                  Dünyada harp, cezaevinde döğüş, koğuşta kendi ve adamından
                  başka biri daha mı var? 
                  Bir gün: 
                  -Kamyon kardeş be, dedim. 
                  -Hop? 
                  -Senin asıl adın ne? 
                  "Sayın bay" az sonra çıkıp gidecekmiş gibi
                  giyindiği lacivert kostümü, rugan iskarpinleri, kolalı
                  yakası, kırmızı boyunbağı, briyantinle gıcır gıcır
                  taralı saçlarıyla koğuş kapısı önünde beton koridorda
                  bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, dolaşırken de
                  ruganlarının cızırtısı yansıyordu. 
                  -Asıl adım mı? 
                  -Evet, ne? 
                  -Hüseyin. 
                  -Nerelisin? 
                  -Uzunyayla'lı. 
                  -Suçun? 
                  -Katil. 
                  -Kimi vurdun? 
                  Söylemedi. Bir gün Necati'den öğrendim: Kız kardeşini baştan
                  çıkaranı, ardından da baştan çıkan kız kardeşini
                  vurmuş. 
                  -Ha Kamyon? Kimi vurdun? 
                  -Boşver! 
                  -Efendinin de suçu adam öldürmekmiş. O kimi öldürmüş? 
                  -Kendisine sor! 
                  -Ona sorulur mu Kamyon? İnsanın yüzüne bile bakmıyor! 
                  Bakmıyordu gerçekten de. Sabahın erken saatlarında uyanıyor,
                  kalkıyor, pembe diş fırçası, pahalı cinsten diş macunu,
                  omuzunda havlusu: 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Elimi yüzümü yıkayacağım! 
                  Dönüşte mutlaka güneşin kocaman, kıpkırmızı bir cam
                  yuvarı gibi ağır ağır, nazlı nazlı doğuşuna açık
                  pencere önüne gelir, ellerini açar, pıtırdayan dudaklarıyla
                  uzun uzun dua ederken boynu büküktür. Mor yollu ipek pijama,
                  rugan çizmeler, nikel traş takımı, her yanından pırıl pırıl
                  sağlık ve küstahlık akan gergin meşin bavulu. 
                  Dua biter. 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Traş olacağım! 
                  İçeri cam, alüminyum traş taslarıyla gelen sıcak su,
                  nikel traş takımı, jilet. Cezaevinde jilet yasaktı oysa..
                  Pahalı cinsten yuvarlak taş aynasının karşısına geçer,
                  uzun uzun traş olur. Sonra: 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Traşım bitti! 
                  Kılıfından çıkan yılan gibi, sabunlu suları, kirli
                  jilet makinesi, jiletlerini Kamyon'a bırakıp giyinmeğe başlamadan
                  önce ispirto, pamukla boynunu boğazını gıcır gıcır
                  siler, ardından bol bol limon kolonyası, daha sonra da: 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Gömleğimi ver! 
                  Gömlek verilir. Alır, giyinir: 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Gravatımı! 
                  Kravat, bağlanır: 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Pantolonumu! 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Ceketimi! 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Seccademi ser! 
                  Sarı, sırma saçaklarıyla ipek seccade kıbleye doğru
                  serilir, namaza dururdu. Sabah namazı dört rekat mı? Hayır,
                  ondört, belki yirmidört rekat kılar. Sonra seccadeye usulünce
                  oturur, avuçlarını açar, ağlayarak kimbilir neler isterdi
                  fizikötesinden? 
                  Vardı, içini kemiren bir şeyi vardı ama, ne? 
                  Bir gün gene dayanamadım: 
                  -Kamyon be! 
                  -Hop? 
                  -Ağan namazdan sonra, dua ederken niye ağlıyor? 
                  -Ne bileyim ben? 
                  -Evli mi? 
                  -Evli. 
                  -Çoluk çocuk? 
                  -Yok. 
                  -Karısı? Genç mi karısı? 
                   
                  -IV- 
                  Kamyon hiçbir zaman "Genç" de demedi, "Yaşlı"
                  da. Merak da etmiyordum. Daha doğrusu insanlardan kaçan,
                  hemen hemen hiç kimseyle konuşmıyan, konuşulacak insan
                  yokmuşa getiren bu adama ben de başkaları gibi içerliyordum. 
                  Necati: 
                  -Amma da kendini beğenmiş be! diyordu. 
                  Kosti için: 
                  -Senyör! dü. 
                  Metelik sızdıramayan Bobi ise: 
                  -Kaplân avcısı! deyip geçiyordu. 
                  Gerçekten de, yatılacak daha on, on beş yılı olduğu
                  halde, az sonra çıkacakmışçasına hazırlanışı saçmaydı.
                  Hele o pırıl pırıl rugan iskarpinleri! Bu çizmelerinden
                  ötürü çok geçmeden cezaevine ünü yayılıverdi: 
                  -Kaplân avcısı! 
                  Onun o bitmez tükenmez "Kamyon!"larıyla, Kamyonun
                  şaşılacak bir sabırla yapıştırıverdiği "Hop! larından
                  bıktığım için, sabahleyin erkenden kalkıp, Necatiyle
                  Kosti'nin yanına iniyordum. Gece yarısına doğru döndüğüm
                  zaman onu ya uyur, ya da başında sırma işlemeli siyah
                  takkesiyle Kur'an okur bulur, üzerinde durmaz vururdum kafayı. 
                  O gece de önceki geceler gibi kafayı vurmuştum. Gece yarısını
                  çok geçmiş, belki de sabaha karşıydı. Uyandım. Yorganın
                  kıyısından baktım onlara: Kamyon'la o. Ellerinde desteyle
                  fotoğraf, mırıl mırıl konuşuyorlardı: 
                  -Bu, bizim orman dairesinin önünde çekilen resmim! 
                  -Sen hangisisin? 
                  -Na, şu. Çizmeler nasıl çizmeler, ayağımdaki? 
                  -Güzel. 
                  -Tabi güzel. Beyoğlunda hususi çizmeciye yaptırmıştım! 
                  Değişen fotoğraf. 
                  -Bu da Şadiyeyle.. hey gidi günler hey! 
                  Birden kendine geldi: 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Evlendiğim sıra karım ondördündeydi.. 
                  Kamyon bunu biliyor olmalıydı başını salladı anlayışlı
                  anlayışlı. 
                  -............... bense, kırkbeşimde! 
                  -.......................? 
                  -O şimdi on dokuzunda, ben, ellimdeyim! 
                  Kamyonun yüzüne bir şeyler arıyorcasına baktı baktı.
                  Gene: 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Otuz bir yaş var aramızda! 
                  -..................? 
                  -Çok mu? 
                  Kamyon toparlandı: 
                  -Yok canım... 
                  -Sonra, ben, benim gibi erkeğe göre... 
                  -Çok değil. 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Karılarımız ne yaparlar bize? 
                  -Taparlar. 
                  -Sen hiç evlenmemişsin ama? 
                  -Ne çıkar? 
                  -Doğru. Evlenmiş olsan da karın gencecik olsaydı? 
                  -Gene tapardı! 
                  -Hapse düşsen, yatılacak uzun yılların olsa? 
                  -Gene! 
                  Bir başka fotoğraf. 
                  -Bu da nişanlıyken çektirdiğimiz... 
                  Belki yüz tane fotoğrafın destesi. Nişanlıyken, yeni
                  evliyken, evlendikten bir hafta sonra, on beş gün, bir ay,
                  iki ay, beş ay sonraya kadar çekilmiş fotoğraflar. 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Benim karım Gürcü! 
                  -Biliyorum. Gürcüler erkek olur.. 
                  -Yaşa. Erkek olur değil mi? 
                  -Erkek olur. 
                  -Kocaları hapisten hiç çıkmayacak bile olsa? 
                  -Gene evlenmezler! 
                  -Gürcü kızları ne olur Kamyon? 
                  -Erkek olur! 
                  -Bu yastık var ya Kamyon? 
                  -Var. 
                  -Dantellerini, çiçeklerini kendi elleriyle işledi. Zifaf
                  yastığımız, biliyorsun, söylemiştim. Karımın kokusu
                  sinmiş. Evlenseydin, benimki gibi gencecik bir karın olsaydı.. 
                  -Ben de içeri düşseydim.. 
                  -Düşseydin? 
                  -Deli olurdum! 
                  -Karın gürcü olsaydı ya? 
                  -O zaman başka! 
                  -.................. 
                  -.................. 
                   
                  -V- 
                  Dünyada harp vardı. 
                  Azrail sıra sıra, dizi dizi harp makineleri kılığına
                  girmiş, Avrupanın altını üstüne getiriyor, insanlar
                  kitleler halinde fırınlarda yakılıp, külleri bütün dünyaya
                  savruluyordu. 
                  Dünyada harp, dünyada açlık, dünyada açlık pahasına
                  tokluk vardı. Açlık pahasına toklardan pek çoğu kocaman
                  göbekleriyle kürsülere sıçrıyor, dizi dizi harp
                  makineleri kılığına girmiş azrail adına milyonlarca
                  yalan söylüyor, milyonları milyonların zararına kandırıyorlardı.
                  Dünyada harp vardı! 
                  Dünyadaki harbe alkış tutan radyolar, rotatifler, baskı
                  makineleri vardı. Radyolar, rotatifler, baskı makineleri
                  yalan söylüyordu. Yalana, yalanlara inananlar. Yalana
                  yalanlara inanlardan biriydi Selahattin bey. Anadolu'nun kalın
                  bedenli ağaçlarla yeşil bir deniz gibi dalgalanan kocaman
                  ormanlarından birinde, pırıl pırıl çizmeleri, Adolf
                  Hitler bıyığı, şişe şişe içkilerin korkunç bir küfür
                  makinesi haline getirdiği küçücük bir adamdı Selahattin
                  bey. Orman memuru. Dünyada harp, Türkiyede şahlanmış
                  karaborsa! Devletin maaşıda ne? karaborsa Selahattin beye
                  binler veriyordu. Viski veriyordu, havyar veriyordu, pırıl pırıl
                  çizmeler, kat kat İngiliz kupon kumaşından elbise, bitmez
                  tükenmez çalım veriyordu. 
                  Devlet de ne? Hük(met de ne? Maaş da ne? 
                  Selahattin bey göz yumuyordu kaçakçılara. Milyonlar
                  vuruyordu kaçakçılar aylı, aysız, çisentili, çisentisiz
                  gecelerde. Aylı aysız, çisentili çisentisiz gecelerde
                  arabalar çıkıyordu ıslak ormanlardan. Arabalar dolusu
                  keresteler. Binler, yüzbinler kaçıyordu, kaçırılıyordu.
                  İş bilenin, kılıç kuşananındı. İş bilen kılıç kuşananlar
                  yüzbin yüzbin kazanıyorlardı. Selahattin bey, küçücük
                  Selahattin bey, Adolf Hitler bıyıklı Selahattin bey de bin
                  bin. Maaşı "Yüzler"le görememiş Selahattin bey,
                  "Bin bin" kazanınca elbette kabına sığamayacak,
                  elbette ceviz oynayacaktı çoluk çocukla, kırıkbeş yaşına
                  bakmadan elbette nikahlayacaktı on dört yaşındaki el kızını! 
                  Ondördündeki Gürcü kızının henüz adet görmemiş toyluğu
                  önünde mest Selahattin bey içiyor, içtikçe coşuyor, coştukça
                  içiyor, atlıyor ormanlarının kıyısından geçen gece yarısı
                  trenlerine, ver elini İstanbul şehri! 
                  İstanbulda harp yoktu, karaborsa vardı. Yalan söyliyen
                  rotatifler vardı İstanbulda, baskı makineleri vardı.
                  Rotatiflere, baskı makinelerine yalan söyletenler vardı.
                  Adolf Hitler bıyıklı Selahattin bey de kapılanlardandı
                  yalanlara! 
                  Bir gece Beyoğlunda küçücük bir bar. Barda ablak yüzü kıpkırmızı
                  bir Yahudi. Yahudinin yanında sarılı konsomatris. Nasıl
                  olurdu? Avrupayı altüst eden sıra sıra ölüm makineleri dünyayı
                  Yahudilerden kurtarmak için kurşun kurşun, bomba bomba, fırın
                  fırın çalışıp dururken, İstanbulda, Beyoğlundaki bir
                  barda, barın kırmızı, yeşil, mor, sarı müziği içinde
                  sarışın bir Türk, üstelik müslüman kızıyla bir Yahudi..
                  nasıl olurdu? 
                  "-Garson, o karıyı kaldır o pis Yahudinin yanından!" 
                  Türkiye henüz Almanya değildi. 
                  "-Sana söylüyorum garson!" 
                  "-..................???" 
                  "-Garson, garsooon, garsoooon!!!" 
                  Adolf Hitler bıyıklı kalktı hınçla, gitti çalımla
                  masasına Yahudi'in. Kırmızı ablak yüzüyle baktı Yahudi,
                  mavi mavi: 
                  "-Ne var? Ne istiyorsun?" 
                  "-Eeeeeeyt!" 
                  "-Bas burdan serseri!" 
                  "-Been? Bana?" 
                  "-Evet sen, sana. Garson, getir maşayı oradan!" 
                  "-Sen, sen, sen..." 
                  "-Ben, ben, ben... tut kuyruğundan şunu, at!" 
                  Adolf Hitler bıyığın bir tekmesi. Önce masa, sonra altüst
                  olan bar. Yumrukları Yahudinin. Pırıl pırıl çizmeler,
                  Adolf Hitler bıyık, kolalı yaka, kravat... 
                  Yumruk, tekme tokat! 
                  Birden bir şimşek Selahattin beyin. Belindeki tabancayı
                  anası koymamıştı Yahudi'nin, ve Yahudi sayıyla verilmemişti
                  Selahattin beye! 
                  Beş kurşundan üçü ablak suratına gömülmüştü
                  Yahudinin, dördüncü ta karşıdaki ampulü parçalamış,
                  beşinci beyaz yağlı boyasına saplânmıştı tavan tahtasının! 
                  ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Benim karım Gürcü! 
                  -Erkek olur gürcü kızları... 
                  -Kocaları hapse düşünce? 
                  -Beklerler! 
                  -Hiç çıkmayacağını bile bilseler? 
                  -Gene beklerler! 
                  -Bu yastık var ya bu yastık? 
                  -Evet bey, biliyorum. karının kokusu sinmiş, zifaf yastığınız! 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -El yüz yıkıyacağım. 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Su dökeceğim! 
                  Bir gün de: 
                  -Kamyon! 
                  -Hop? 
                  -Canım sıkılıyor.. 
                  Önceleri tek kaatlı esrar cıgarası, sonra çift kaatlı,
                  daha sonra afyon, eroin, kumar. Bütün bunlar çok iyi
                  geliyordu cansıkıntısına. 
                  Ağır bir hastalık yüzünden üç ay hastahanede yattım.
                  Bu üç ay içinde ne olmuşsa olmuş. Taburcu edilip döndüğüm
                  gün Bobi kapıda karşıladı: 
                  -Seninkini görme!! 
                  -Kim benimki? 
                  -Kaplân avcısı! 
                  -Ne oldu? 
                  -Esrar, eroin, kumar.. 
                  -Yapma! 
                  -Yaptım gitti. Çık da gör halini! 
                  -Üç ayda ha? 
                  Kumar bir canavar olmuş üç ayda. Ne nikel traş takımı,
                  ne kat kat, renk renk, biçim biçim elbise, ne halı, ne
                  kilim, ne de bir kenarda birkaç kuruş, hatta ne yatak, ne
                  yorgan, ne de pırıl pırıl meşiniyle küstah bavul! 
                  Yalnız zifaf gecesi yastığı. 
                  Bir sabah yanıma çekinerek sokuldu. Gözlerinde tekme yemiş
                  köpek korkaklığı. Adolf Hitler bıyığı kırpılmamış,
                  sakalı uzamış, avurtları çökmüş. 
                  -Geçmiş olsun, dedi. 
                  -Teşekkür ederim. Fakat siz... 
                  -Düşmez kalkmaz bir Allah! 
                  -Peki ama, üç ayda? 
                  -İşte görüyorsunuz. Bırakın şimdi bunu, size bir ricada
                  bulunabilir miyim? 
                  -Estafurullah.. 
                  Koridorun nemli griliğinde yanyana yürüdük. 
                  -Çok utanıyorum, dedi. 
                  -Neden? 
                  -Şu halimden. Fakat, gece bir rüya gördüm, beyaz sakallı
                  bir derviş.. 
                  -Evet? 
                  -Bul bir beş lira dedi. 
                  -Beş lira? Ne için? 
                  -Talihini dene, korkma. Kazanacaksın kaybettiklerini dedi. 
                  Anlamıştım başıma geleceği. 
                  -Bir beş liracık olsa.. Hani siz hatırlıyacaksınız, karımın
                  zifaf yastığı vardı. Onu size rehin bırakırdım! 
                  Yapacağım bir şey yoktu. Yastığı getirdi, elinde beşlik,
                  koşarak, sevinçle gitti. Gece döndü koğuşa. Suçlu,
                  korkak: 
                  -Kamyon! 
                  -Ne var? 
                  -Yutuldum! 
                  -Başka ne gelir elinden? 
                  -Evet ama, karımın zifaf yastığı? 
                  -Sen sağ ol! 
                  -Kamyon! 
                  -Söyle. 
                  -Bak, orda duruyor, nah orda.. 
                  -Sana ne? 
                  -Karımın kokusu var onda, benim o! 
                  -Beşliği götür o zaman senin olur gene.. 
                  -Yok! 
                  Usullacık baktım, yaş yaş parlayan kirpikleriyle yastığına
                  bakıyordu. 
                  -Karımın kokusu, diye sızlandı. 
                  -Önce düşünmeliydin! 
                  -Düşünmeliydim Kamyon.. 
                  -Kamyon deme bana bundan sonra! 
                  -Ya? 
                  -Adım yok mu? 
                  -Eskiden kızmazdın.. 
                  -Eski çamlar bardak oldu! 
                  Sabahleyin baktım ne yastık vardı yerinde, ne o. Kamyon: 
                  -İstersen gidip gözünü patlatayım! dedi.  
                  -Niçin? 
                  -Yastığı... 
                  -Bırak.  
                  -Beşlik ne olacak? 
                  -Sağlık olsun. 
                  Sonraları yastığı birine ikibuçuk, bir başkasına bir gümüş
                  tekliğe rehin bırakıp bana yaptığı gibi, çalmış. En
                  sonuncusunda elli kuruş almış. Çalarken yakalanıp ağzı
                  burnu kırılmış. Kan içindeydi. Beni görünce kanlı yüzünü
                  eliyle saklamağa çalışarak savuştu. 
                  Yaz geçti, sonbahar. Ardından kış. 
                  -Hani ya güzel fotoğraflarım vaaar! 
                  Tanış ses kulak verdim: 
                  -Çeyreğe fotoğraflar, güzel güzel fotoğraflaaar!!! 
                  Bir ara Bobi, tıkız kedi yavrusu çevikliğiyle içeri girdi.
                  Elinde üç kartpostal: 
                  -Bak! 
                  -Ne bunlar? 
                  -Seninki satıyor! 
                  Fotoğraflardan birinde Adolf Hitler bıyığı, pırıl pırıl
                  çizmeleriyle, yanında gencecik karısı. Kadın merdivene
                  oturmuş, eteği kaymış, baldırı görünüyordu. 
                  Dünyada harp vardı! 
                  Dünyadaki harbe alkış tutan yalancı rotatifler, baskı
                  makineleri, radyolar, bütün bunları alkışlayan aldatılmış
                  kalabalıklar vardı! 
                  (İstanbul - 962) (ORHAN KEMAL) 
                     |