| 
			 Nebil 
			Özgentürk, Orhan Kemal’i okuma serüvenini ve Orhan Kemal’in 
			yapıtlarının kendi yaşamındaki izdüşümünü anlattığı yazısında sizi 
			hüzünle gülümsetecek bir de anısına yer vermiş: “2000’lerde 
			yaşadığım bir olayı yıllar var ki hüzünle taşırım. 
			Edebiyat 
			kritiği değilim... 
			Yazı 
			coğrafyamda kitap eleştirileri de pek olmaz. 
			Her ne kadar 
			edebiyattan “müthiş” etkilensem de... 
			Yirmi yıla 
			yaklaşan basın hayatımda, kabul gördüyse(!), belgeselciliğim ve 
			yazılarımda edebiyat tadını eksik bırakmamaya, özenli bir dil 
			kullanmaya, sıradışı bir kurgu ve özel cümleler kurmaya çalışsam da, 
			sonuçta gazeteciyim! Gazete yazarıyım, metin yazarıyım! 
			Hayallerden çok 
			gerçeği, miş’li geçmişten çok şimdiki zamanı esas alan “yazı” 
			dünyalarına ait hissederim kendimi... 
			Bu yüzden de 
			benim odak noktam, gözün gördüğü, kulağın işittiği durumlardır. 
			Hülasa, 
			bembeyaz sayfaları, yaşanan ya da yaşanabilecek durumlarla 
			doldurabilirim ancak... Picus’taki dostların talebi üzerine “Orhan 
			Kemal’i anlamak” diye bir yazı yazmaya koyulan biri olarak bu kez de 
			aynı şeyi yapacağım... 
			Benim Orhan 
			Kemal’imi anlatmaya, yüreğimden geçenleri aktarmaya, çocukluğumu, 
			şaşkınlıklarımı, çağının tanığı olmaya çalışan bir gazetecinin 
			gözlemlerini aktarmaya çalışacağım! 
			Evet, Orhan 
			Kemal benim çocukluğumdur sahiden... 
			Mesela, ilk 
			okuduğum romandır Cemile... 
			Babaevi’yse, 
			okuduğum ikinci kitaptır. Böylesine bir “ilk” dahi benim Orhan 
			Kemal’e borcumu pek güzel anlatır sanırım. “Kitap sevgisi” denen 
			hastalığı bana bulaştırdığı, romanı keşfetmeme yol açtığı; yani, 
			ergenlik, gençlik yıllarımın en sıkı arkadaşı olduğu için pek sever, 
			çok sayar ve ustam bilirim Orhan Kemal’i... 
			İnsanı yalın 
			biçimde anlattığı onlarca eserinde, yedisine de yetmişine de 
			anlaşılır kıldığı için de... 
			72.ci Koğuş, 
			Murtaza, Hanımın Çiftliği ve diğer Orhan Kemal eserleri, beyaz cama 
			ve beyaz perdeye yansıdığında bir koşu gidenlerden ve ekranın 
			karşısına ilk kurulanlardan biriyimdir de... 
			Adana’nın tozlu 
			sokaklarında, Orhan Kemal’in roman kahramanlarının bıraktığı 
			mekanlarda büyüyen bir Çukurovalı, yani “Adanalı Orhan Kemal’in 
			hemşerisi” olarak da çok özel bir gurur taşırım... 
			İşte, bu ve 
			daha pek çok nedenle bağlandığım, saygı duyduğum, efsane saydığım 
			Orhan Kemal’e ilişkin(Orhan Kemal’in romanlarındaki, şiirlerindeki 
			insan sıcaklığı, yaşamındaki akıl almaz zorluklar, roman gibi bir 
			hayat yaşamasının dayanılmaz ağırlığı vs.) 2000’lerde yaşadığım bir 
			olayı yıllardır unutamam, yıllar var ki hüzünle taşırım. Yine sapla 
			samanın birbirine, at izinin it izine karıştığı, hatta zirvede 
			olduğu zamanlar, malum! 
			Nicedir, Orhan 
			Kemal’in Bir Filiz Vardı kitabını arıyor, bulamıyordum. 
			Nedense, o güne 
			değin uğradığım kitapçı ya da sahaflarda bulamamıştım bir türlü... 
			Ha bi gayret diye, İstiklal Caddesi’nde, hem kitap hem kaset satan 
			marketlerden birine girdim. (peşinen söylemem lazım, o iki dakikada 
			fıkra gibi bir durum yaşandı!) 
			Karşıma çıkan 
			ilk görevliyle aramda aynen şu konuşma geçti: 
			-Bir Filiz 
			Vardı’yı arıyorum... 
			-Ne vardı abi? 
			-Orhan Kemal’in 
			Bir Filiz Vardı’sı... Sizde var mı? 
			-Orhan Kemal 
			diye bir şarkıcı mı var abi, ben bilmiyorum valla... Olsa da Bir 
			Filiz Vardı isimli kaseti henüz gelmedi... 
			-...... 
			-Bir de kitap 
			reyonuna baksan! 
			-Abi, kitap 
			reyonunda ne arasın şarkı türkü kaseti... 
			-Sen yine de 
			bak, belki vardır! 
			Neyse, sonunda 
			o markette de bulamadım Orhan Kemal’in Bir Filiz Vardı’sını! 
			Az tebessüm, 
			ama çokça da hüzünle ayrıldım oradan... 
			Binlerce 
			kitabın arasında “iş”ini yapmaya çalışan o genç satıcının Orhan 
			Kemal diye bir ismin varlığından haberli olup olmaması değildi 
			aslında işin can sıkıcı yanı... 
			Özellikle 
			80’lerden sonra dikte ettirilen “vur patlasın, çal oynasın” 
			zihniyetiyle milyonlarca genç insan, hem birer “apolitik heykel”e, 
			hem de zombiye dönüştürülmüştü... 
			Ekranlardan 
			basına, yayıncılıktan iş dünyasına, bilimden eğitime, hayatın her 
			alanında tuhaf rüzgarlar esiyordu ya, aşk olsundu! 
			Bu “vahim” 
			durumu dile getirenlerse “statükocu” “eski kafalı” ya da “çağdışı” 
			olmakla suçlanıyordu! 
			O rüzgar şimdi 
			de devam ediyor! 
			Bu arada atın 
			ölümü de arpadan oluyor, atı alan da Üsküdar’ı geçiyordu çoktan... 
			Sonra, yıllar 
			sonra... 
			Bu satırların 
			yazıldığı hafta dahil, birkaç hafta boyunca pek çok gazete ve 
			derginin “çok satanlar” listesine gözüm iliştiğinde ve Orhan 
			Kemal’in Cemile’sine üst sıralarda rastladığımda, hep bu tanıklığı 
			hatırlayıp durdum... 
			Bir de o genç 
			satıcıyı... 
			Acaba, Orhan 
			Kemal için yine kaset reyonuna mı bakıyordur? 
			Birdenbire 
			ünlenen, birdenbire ünsüzleşen yüzbinler yarattığımız şu gelip geçen 
			günlerde, çağının en büyük romancılarından, hikâyecilerinden biri 
			olan Orhan Kemal’i, bu hayattan göçüp gittiği 70’lerin başından 
			2000’lere kadar hangi Milli Eğitim müfredatında, hangi Kültür 
			Bakanlığı kütüphanesinde gördük? 
			“TV karşısında 
			oturma rekoru kıran toplum” olarak, çılgınlar gibi dizi izlediğimiz 
			şu ahir zamanlarda ipe sapa gelmez yüzlerce dizinin içinde bir tek 
			Orhan Kemal ya da başka bir yazarın eserinin olmaması size garip 
			gelmiyor mu? Aksine, çalakalem, iki günde, cep fotoroman 
			zihniyetiyle yazılmış dizilerle zaman öldürüp duruyoruz. Elbette 
			Orhan Kemal’i anlamak, onun insan sıcaklığını keşfetmek daha da 
			zorlaşıyor böylesi bir dönemde! 
			Aslında başlı 
			başına, bizatihi Orhan Kemal’in kendi yaşamı dahi, ne bileyim, “96 
			bölümlük bir televizyon dizisi” olabilecek cinstendir kanımca. 
			Kudretli, 
			kişilikli, inişli çıkışlı, macera dolu, hüzünlü ve –çok 
			istiyorsanız- büyük aşklar, hatta “ıstırap şarkısı” içeriyor Orhan 
			Kemal’in 55 yıllık ömrü... 
			Neden mi? 
			Daha on 
			yedisinde, çocuk yaşında Beyrut’a, Şam’a zorunlu sürgüne gittiği 
			için... 
			Elli altısında, 
			yine kendi sürgününde Sofya’da ölüp gittiği için... 
			Ama kendi 
			deyimiyle bir “ekmek kavgası uğruna dur durak demeden yazıp 
			çizmesine rağmen açlık sınırında dolaştığı, ancak kursağından hakkı 
			olmayan tek kuruş dahi geçmediği” için... 
			Ve yıllar boyu 
			oğluna üç tekerlekli bisiklet, evine de buzdolabı alma hayalleri 
			kurduğu için çarpıcı. Yani hayatı roman olduğu için... 
			Hem de ağır bir 
			roman! 
			Ve bu roman 
			gibi ağır hayata dostlarına yazdığı bir mektupta da dile getirdiği 
			gibi son verebilmeyi, yani intiharı düşünecek kadar dertli olduğu 
			için... 
			Bilmeyenler ve 
			merak edenler için bir çırpıda özetlemek gerek: 
			Yoksulluk ve 
			açlığın dibine vurduğu bir sıra bu hayattan göçüp gitmek 
			isteyecektir Orhan Kemal... Yoksulluk derindir; yıllardır roman ve 
			hikâyelerinde anlattığı kahramanlarından birine dönüştüğü bir günde, 
			ailesini ve dahi kendisini, önce sigorta ettirecek, birkaç gün sonra 
			da hususi bir arabanın önüne atlayıp hayatına son verecek, böylece, 
			sigorta şirketinden alınması gereken nakit paranın çocuklarına ve 
			karısına kalmasını sağlayacaktır! 
			Heyhat! Bu 
			çılgınca fikir, gelip geçecek, sadece fikir olarak kalacaktır 
			tabii... 
			Ama yaşamındaki 
			tüm ağırlık sürüp gidecek;yani evde kaynaması gereken tencere daha 
			uzun bir süre yine kaynamayacak, çocuklara, yine ayakkabı ve kışlık 
			giysi alınamayacak, kış geceleri yine sobasız kalınacak, böylece 
			kalem tutan eller yine nefesle ısınacaktır. Kısacası, her şey eskisi 
			gibi kalacaktır. 
			Evet, bir kez 
			daha söylemek gerekirse, Orhan Kemal’in yaşamı “kara bir öykü”dür 
			aslında. Kim bilir belki de eserlerine yansıyan gerçekçilik, 
			geçmişinden, yaşadıklarından kaynaklanıyor. 
			Yıllardır yaşam 
			öykülerinde iz süren biri olarak şunu söylemem gerek ki, romanıyla 
			gerçek yaşamı sıkı benzerlikler gösteren ender edebiyat adamlarından 
			biridir Orhan Kemal. Bu yüzden hikâyeleri de karadır. 
			Baksanıza Tanrı 
			aşkına! 
			Daha çocuk 
			yaşında kara bir güne uyanacaktır Orhan Kemal... 
			Adana’da, bir 
			başına parti kuran muhalif babasının elini tutacak ve sürgüne 
			gideceklerdir birlikte. Suriye kasabalarında, Beyrut’ta, üç beş yıl 
			süren kara günler sonrasında Adana’ya dönecek, karanlık fabrika 
			koridorlarında en ağır işçi olarak çalışacaktır. Askerlikte de 
			kararacaktır yaşamının bir bölümü... 
			Bir sabah, evet 
			bir sabah, dolabında Nâzım Hikmet kitabı bulunacak ve derdest edilip 
			mapushane damlarına düşecektir. Kayseri ve Bursa cezaevlerinde beş 
			yıl süreyle en ağır koşullarda hapislik çekecek, kara hayatlara 
			tanık olacaktır. Kara günler, cezaevinden çıkınca da bitmeyecek, 
			fişlenmiş bir mahpus eskisi olarak yıllarca, onyıllarca iş 
			bulamayacaktır. Sürgün, işsizlik ve yoksullukla geçen İstanbul 
			yılları da kararacaktır Orhan Kemal’in. “Gizli örgüt” üyeliği 
			yakasını bırakmayacak, polis, sıklıkla gözaltına alacak, her yazı ve 
			şiirinde suç gözetilecektir... Çok yazmasına, çok çizmesine rağmen, 
			senaryodan hikâyeye, romandan şiire edebiyatın her alanına 
			uzanmasına rağmen, hayat bunların karşılığını hiçbir zaman 
			vermeyecektir. Yoksul ve kara günlerin en ağırını bir sabah oğlunun 
			bisiklet talebini karşılayamadığı için yaşayacaktır bir de... 
			Hastalanacak, tedavi için yurtdışına gitmek isteyecek ama uzun süre 
			pasaport verilmeyecektir. Bir kara gün daha... Baskı o kadar 
			derindir ki, bir biçimde Kapıkule dışına çıktığında, Moskova’da 
			dünyanın dört bir yanından yazarlarla ahbaplık edecek, romanlarını 
			anlatacak, kenti gezecek ama ustası saydığı, memleketlisi bildiği, 
			şiirlerine tutkun olduğu Nâzım Hikmet’in mezarını,dönüşte başına 
			çorap örülebilir endişesiyle ziyaret dahi edemiyecektir. Ve elli 
			altısında, Sofya’da bir sabah erkenden gözleri kapanacak, ülkesinden 
			uzakta yaşamını yitirecek ve öldüğünde, gün bir kez daha kararacak; 
			bürokrasi, yani devlet, cenaze arabasının üstündeki simgelerden 
			rahatsız olacak ve Kapıkule’de aracın girişini engelleyecek, Orhan 
			Kemal’in naaşı, ancak dostlarının çabalarıyla bir başka araçla 
			İstanbul’a gelebilecektir. Ve hastane odasındaki son notu da 
			karısının cüzdanında kalacaktır: “Eşe dosta selam... İnandığım 
			doğruların adamı oldum, hep böyle yaşadım. Kursağıma hakkım olmayan 
			bir tek kuruş dahi girmemiştir!” 
			Evet, işte 
			böylesine “kara” ve “ıstıraplı” bir yaşam süren Orhan Kemal’in neden 
			“lay lay lom” edebiyatı yapmadığını galiba daha net anlayabiliyoruz. 
			Ya şu sözlerine ne demeli: “Ben sadece tanık olmayı yeterli 
			bulmuyorum, insanı anlayacak, savaşını anlayacak, buna katılacak 
			sanatçı, tanık olmak namusluluktur, ama yeter şart değildir. Hayatı 
			insanlarla birlikte yaşamak gerekir! Ben hikâye, roman, tiyatro 
			oyunlarımla bozuk düzenimizin nedenlerini insanlarımıza göstermek, 
			onları uyarmak, gösterip uyarmakla da kalmayıp bu bozuk düzeni 
			düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı elbirliğiyle göstermemiz 
			gerekliliğini yanıtlarım, yanıtlamaya çalışırım.” 
			Şu ya da bu, 
			Çetin Altan’ın az bulunan değerli bir içkiye benzettiği Orhan Kemal, 
			hep bu ülkeyi anlattı dibine kadar... Sıradan insanların 
			başdöndürücü derinliğini... Kimi zaman yitirse de iyimserliğini, 
			zaman zaman ölümün kıyılarında gezinse de, daha güzel bir dünya vaat 
			etti... 
			Ve sadece öykü, 
			roman, hikâyeyle değil, şiirle de bir dünya kurdu kendine... 
			Ve “iyi” 
			olduğunu gösterdi. 
			Mesela... 
			En yakın dostu, 
			öğretmeni Nâzım Hikmet’i arkasında bırakıp da güneşe çıktığında, 
			şunları karalamıştı: 
			“Sen 
			Promete’nin çığlıklarını kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran 
			adam  
			Sen benim mavi 
			gözlü arkadaşım, kabil değil unutmam seni 
			Seni yapayalnız 
			bırakıp hapishanede 
			Bir üçüncü 
			mevki kompartımanda  
			Pupa yelken 
			koşacağım memlekete...” 
			Mesela... Daha 
			İstanbul’a ilk taşındığı günlerde, 40’ların sonunda 2000’lere şöyle 
			seslenmişti şiirinde: 
			“Ne güzel 
			olurdu, 21.asrı görmek... 
			Mesela... Ne 
			zevkli şey olurdu seyretmek torunumun Van Üniversitesi’ndeki kız 
			arkadaşlarıyla kutbu şimalide kızak kaydığını! 
			Adana’da 
			gençlik aşımı yaptırıp, Hindistan’da gerdeğe girmek için arzuhalsiz 
			müracaat etmek hastanelere ne zevkli şey olurdu! Ne tadına doyulmaz 
			olurdu, Adana Misisli Çopur Ali’nin, Sorbon Üniversitesi’nde 
			‘Parçalanan Atomun Sanayie Tatbiki’ne dair konferansını izlemek! Şu 
			1941 Harbi için, ‘Ne acayip şey!’ demek ne tadına doyulmaz olurdu!” 
			Üzerine güller 
			yağsın Orhan Kemal... Merak etme, Işık oğlun, “Istırap Şarkısı”nı 
			neşeye çevirmeye çalışıyor karınca kararınca. Gözün arkada kalmasın, 
			adına kurduğu müze, her gün biraz daha zenginleşiyor... Sen 
			göremedin ama Işık oğlun sayesinde dizelerin, hikâyelerin yirmi 
			birinci asrın çocuklarının koltukaltlarına girer umarım...  |