| 
			  İster 
			tesadüf deyin, ister kaderin cilvesi, adı her neyse hadise garip ama 
			gerçekti ve aynen şöyle cereyan etti: O gün elime Orhan Kemal'in 
			yeniden basılan Cemile romanını aldım. Seneler sonra bu defa 
			bambaşka bir tad alarak yudumluyorum. Hakikaten yudumluyorum, 
			edebiyat yapmak için söylemiyorum, çünkü bitiverecek diye ödüm 
			patlıyor. 
			 
			"Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret 
			evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, 
			çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre, korkunç anaforlar 
			yapa yapa gelmiş, yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan 
			fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü, kalın, sağlam ve yüksek dört 
			duvarına dört yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış 
			kalmıştı. Evler... Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, 
			kapaklanmış, yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi 
			evleri."  
			 
			İşte benim bittiğin an bu andı. "Aşkolsun be Orhan Baba" diye 
			söylendim kendi kendime, "Ben bundan sonra kimi okurum, neyi 
			yazarım? Sen romancıysan, hikayeciysen, ki elhak en alâsısın, o 
			halde bu ortalıkta kasım kasım kasılarak gezinen dil ve dil (gençler 
			için not düşeyim, iki adet dil kelimesinden biri lisan diğeri gönül 
			manasında kullanılmıştır) fukaraları neci oluyor? Bencileyin gafilin 
			vaziyeti hepten vahim. Cahilin cüreti mazereti de sökmez bu yaştan 
			sonra. Düştü mü bizim roman yazma hayallerimiz suya, sayende..."  
			 
			Gözümün önünde canlanıveren evlerin birinden Cemile çıktı, yorgun 
			argın fabrikaya yürüdü. Çatık kaşlı, güzeller güzeli Boşnak kızı. 
			"Peşine takılmanın zamanıdır" dedim kendi kendime, "Adana'yı görmek 
			farz oldu." Millet uyduruk Hollywood filmlerinin çekildiği platoları 
			tavaf ederken, koskoca Orhan Kemal'in izini sürmek de bizim 
			boynumuzun borcu olmalı. İşçi evlerinin yerinde yeller esiyordu 
			mutlaka da Millî Mensucat duruyordur belki. Zaten hanidir 
			aklımdaydı, Adana'ya gitmek. Yok, öyle tarihi ve turistik yerlerini 
			gezmek maksadıyla değil. Kebap uğruna. Buradakiler acaba yerlisine 
			ne kadar benziyor, merakıyla bir araştırma ve inceleme gezisi yapmak 
			için. Eh serde, bir porsiyon çiğ börek uğruna günü birlik 
			Eskişehir'e gidip dönmüşlük de var. Adana da az ilerisi, değil mi? 
			Aşıka Bağdat misali.  
			 
			Böyle düşüne taşına bilgisayarın başına geçtim ki, din don diye 
			elektronik mektup düşüverdi. Gönderen Işık Öğütçü. Orhan Kemal'in 
			oğlu. "Hoppalaaaaa" demişim yüksek sesle, şahidim de var Allahtan, o 
			anlatıyor. Tamam Işık Bey, en sevgili dostlarımdan ama her gün 
			yazıştığım biri değil. Hani oralarda bir yerlerdedir, bilirsiniz, 
			içiniz ferahlar ama yılda bir görüşürsünüz, işte öyle dostlardan. 
			Başlarken de söylediğim gibi ister tesadüf deyin, ister kaderin 
			cilvesi ama garip bir durum yani. Mektubu açıp okumaya başlayınca 
			görüyorum ki bu bir şey mi? Asıl gariplik şimdi başlıyor. O arada 
			çıkardığım sesleri ifade edecek harfleri bulamıyorum. Artık siz 
			anlayın. Diyor ki, "Bizim sitenin 'İnternette Orhan Kemal' bölümüne 
			iki haber geçtim, babamın çalıştığı fabrikayla ilgili. Hemen 
			tıklayıver."  
			 
			Tıklıyorum. Haberler kötü. Mediha Olgun Karaca imzalı olanın 
			başlığı: Orhan Kemal bir kez daha ölüyor. Spotunda ise; "Ünlü 
			yazarın esin kaynağı olan ve bir süre de memurluk ve katiplik 
			yaptığı Adana’daki fabrika çürümeye terk edildi" yazıyor. Ötekinde 
			de aynı konu var. Başlığı ise "Bekçi Murtaza evsiz kaldı." 
			Haberlerde, 98 yıllık fabrikanın tarihî değerinin, yazarın birçok 
			başyapıtına mekan olmasının yanısıra sanayi tarihimiz ve Adana için 
			önemi anlatılıyor ve burası bir kültür merkezi olsun deniyor.  
			 
			Derhal cevap yazmaya koyuluyorum. O sırada yanımdaki arkadaşım, 
			"Gidip bir sayısal kuponu alayım mı? Hazır islim üstündeyken banko 
			tutturursun" diye ciddi ciddi ayaklanıyor. Benimse artık asıl 
			merakım işin ayrıntıları. Tesadüfün esrarı üstüne kafa patlatsak ne 
			olacak?  
			 
			Tek emeli babasını gelecek nesillere de kazandırmak, Işık Öğütçü'nün. 
			Hepimizin olan bu sorumluluğu ona yüklemek bizlerin nam-ı hesabına 
			ayıp ama ne yapalım biz buyuz. Oysa bırakın Amerika'yı İngiltere'yi 
			filan, Orhan Kemal o beğenmediğimiz komşularımızdan birinde 
			doğsaydı, bu vazifeyi üstlenen devletin ve milletin etkili ve 
			yetkililerinden, analardan, babalardan, öğretmenlerden oğluna sıra 
			gelmezdi. Bu gerçeği de hatırlamakta fayda var.  
			 
			Neyse efendim, gecikmeden merakımı gideriyor, Işık Öğütçü: " Son 
			sahiplerinin borçları nedeniyle fabrika hazineye geçmiş. Hazine de 
			burayı 49 yıllığına kiraya vermiş. Ama şu anda çalışmıyor. Çünkü 
			uzun süredir üretime ara verildiği için fabrika olarak tekrar 
			faaliyete geçirilmesi gerek maddî gerek çevresel sebeplerden mümkün 
			değil. Şimdi Adana'nın göbeğinde kalan bu yer çok kişinin iştahını 
			kabartacak. Bu durumu gündeme firmanın üçüncü dönem sahiplerinden 
			olan Mustafa Özgür'ün torunu Fatih Özgür getirdi. Buranın 
			İstanbul'daki örnekler gibi ( Feshane, tütün depoları, gümrük 
			antrepoları, Silahtar elektrik santralı gibi) bir kültür yeri 
			olmasını istiyor. Ben de öyle. Hatta ismini ''Millî Mensucat- Orhan 
			Kemal Kültür Kompleksi'' olarak düşündüm bile. Yani burası şu an 
			devletin. Kültür Bakanlığı "Bana verin burayı" dese alır. Ondan 
			sonra da Adana veya Seyhan belediyeleri mi yoksa Çukurova 
			Üniversitesi mi alsın işletsin,sanayi ve edebiyatın ve de kültürün 
			canlı tanığı olarak dünyaya ilan etsin. Babamın fabrikayı anlatan 
			pek çok kitabı var. Gençler buralarda canlı canlı hem okusunlar hem 
			de yaşananları gözlerinde canlandırsınlar. Ben de gittim gördüm. 
			Müthiş bir yer. Orhan Kemal'in tüm kahramanları o fabrikada 
			gözünüzün önünden geçiyor; makinalar canlanmış şıkır şıkır işliyor, 
			develer yüklü gelip malları depoya boşaltıyor, kömür vagonları 
			kazanlara kömür çekiyor. Anı olarak fabrikanın bir tuğlasını bile 
			aldım getirdim. Bir gün yıkılırsa hiç olmazsa bir tuğla canlı tanık 
			olarak kalsın istedim. Bilmem aydınlatabildim mi?"  
			 
			Aydınlandım aydınlanmasına, hatta hayal kurmaya bile koyuldum. Orada 
			gezinecek, oturup kitap okuyacak, söyleşilere katılacak gençleri 
			düşündüm. Bir sevindim ki sormayın. Ama "İşin ucunda ticaret, para, 
			pul olmayınca kültür-sanat meseleleri kimi heyecanlandırır, kimi 
			harekete geçirir ki?" diyen iç sesim hevesimi kursağımda bıraktı. 
			Neyse ki Bekçi Murtaza ona ağzının payını verdi; " Görseydin kurs, 
			alsaydın sıkı terbiye büyüklerinden konuşmazdın böyle cahil sözler. 
			Bilirdin yüksektir bir vazife herşeyden." Ben de devam ettim; 
			"Geleceğe eser bırakmanın ise en yüksek bir vazife olduğunu bilen 
			elbet çıkacaktır. Adının en fazla kendisinden sonraki birkaç neslin 
			hafızasında sürmesine razı olmayan birileri mutlaka vardır." Ve 
			nereden geldiğini bilmediğim bir ses noktayı koydu: "Tarih koynunda 
			sadece sanata ve bilime hizmet edenleri sonsuza kadar saklar." 
			 
			
			 
 
  |