| 
			 
			Hazırlayan: 
			Deniz Pektaş 
			IŞIK ÖĞÜTÇÜ 
			Yazarın on üç yılı 
			
				
					| Orhan Kemal'in  oğlu Işık Öğütçü, babasına dair 
			çocukluk izlenimlerini anlattı: "Ben nereden bileydim kocaman bir 
			yazarla yaşadığımı?" | 
					
					  | 
				 
			 
			  
			Ben 1957 doğumluyum. Babam benim doğumumu başka 
			hiçbir kardeşime nasip olmayan bir biçimde günüyle, ayıyla, saatiyle 
			kayda geçirmiş. Babamla bizim beraber olma süremiz on üç yıl. 
			Babamın edebi kişiliği bu çocuk, baba ilişkisinde elbette gündemde 
			değildi. Babam çalışma odasına gider, bir şeyler yazardı. Çocuk 
			aklımla nereden bileyim, kocaman bir yazarla yaşadığımı? Ben, en 
			küçük çocuk, Fikret Otyam'ın deyişiyle "tekne kazıntısı" olduğum 
			için biraz torpilliydim. Babam çalışırken odasının kapısını kapalı 
			tutardı. Tabii, annem, babamı rahatsız etmeyeyim diye odaya girmemi 
			engellemeye çalışırdı. Dört beş yaşlarında bir çocuk istediği kadar 
			yasaklansın, sınır tanımaz. Ben gene de girerdim babamın odasına, 
			çalışmasını bölerdim. Babam çocukları çok iyi anlar, nasıl kendine 
			bağlayabileceğini bilirdi. Bazen çalışma odasındaki yatağın üzerine 
			bir gofret koymuş olur; "bak oğlum, kuş getirdi bunu" derdi. Benim o 
			heyecanım, mutluluğum, gofreti yerken yüzümün aldığı biçim onu da 
			çok etkilerdi sanırım. Sonradan okuduğumda birçok öyküsünde, 
			romanında bunun yansımalarını gördüm. Yalnız bunun da değil, 
			okuduğumuz çizgi romanlardan etkilenip sokaklarda koşup oynamamızın, 
			haykırışlarımızın... Ne zaman babamın çocuk kahramanlarını okusam o 
			kahramanlarda hep kendimi görüyorum. Babam bayramları hep birlikte 
			geçirmemize önem verirdi. "Şu kitabımı bir tefrika etsem de, avans 
			alsak bayramı paralı geçirsek" dediğini çok hatırlarım. Paralı geçen 
			kimi bayramların sabahlarında bize de harçlık verirdi. 
			
			
			  
			
			  
			
			1966 yılıydı; İlkokul ikiye gidiyordum. Sabaha karşı eve birileri 
			geldi, ev arandı, belki o sırada annem söylemiştir onların kim 
			olduğunu, sonunda babam onlarla birlikte gitti. Bir iki gün sonra 
			gazetelerde Orhan Kemal'in tutuklanma haberleri yayımlanmaya 
			başlandı. O zaman babamın bizden uzak kalacağını idrak ettim ve çok 
			üzüldüm. Hatta o yıllarda babamdan çok istediğim bir şey vardı. 
			Bisiklet almasını istiyordum; adamcağızın da başının etini çok yemiş 
			olmalıyım ki, Fikret Otyam hapishaneye bir mektup yazıp şöyle demiş: 
			"Herkes çabuk çıkmanı istiyor, Özellikle de Işık  bisikletten  
			falan  çoktan vazgeçti, babam çabuk gelsin, yeter diyor." Benim bu 
			halim babanım o kadar içine işlemiş ki, hapisten yazdığı bir 
			mektupta "Çıkınca bisikletini mutlaka alacağım," diyordu. Nihayet 
			1969 yılında o bisikleti aldı, üstelik ben de babamı o bisiklete 
			bindirdim. Koca adam oğlunu kırmadı, o iki tekerlekli bisiklete 
			bindi.  Onun bisikletin üstünde şöyle bir gidip gelişi benim gözümde 
			hâlâ çok canlıdır. Babamın kitaplarını okurken bazen kimi cümleleri 
			not ediyorum, İstanbul'dan Çizgiler isimli kitabında bir öyküde 
			geçiyordu.   (Babamın  insanları çok sevdiği ve bunu ağabeyime 
			yazdığı  mektuplarda dile getirdiği hep dikkatimi çekmiştir.) O 
			öyküdeki öğretmen üzerine babamın şöyle bir düşüncesi var:  
			"insanlarımızın anadan doğma aptal, aylaklığı zanaat edinmiş 
			olduğunu ileri süren acayip fikirlere katılmıyorum.   Bizim   
			insanlarımız  da dünyanın öbür insanları kadar çalışkan, gözü açık 
			ve güçlüdürler. Elverir ki, onları anlayan Öğretmen Ali'ler, namuslu 
			Öğretmen Ali'ler kollarını sıvasın. Selam olsun benden bütün 
			Türkiye,  hatta bütün dünyadaki Öğretmen Ali'lere." Oğluna duyduğu 
			sevgiyi, bağlılığı, Türk halkının bütün fertlerine, hatta bütün 
			dünyanın insanlarına duyardı. Onun insanları bizleriz, sizsiniz, 
			bütün insanlar... İtiraf edeyim, annemden çok dayak yedim ama babam 
			bana bir fiske olsun vurmadı. O kıyamazdı. Bugün hâlâ o kuşaktan 
			babamın arkadaşları gelir, hep iyi şeyler hatırlar ve anlatırlar. 
			Belki Orhan Kemal Müzesi'ne geldikleri için iyi şeyler 
			söylediklerini düşünebilirsiniz ama çok değişik ortamlarda çok 
			farklı kişilerden de aynı izlenimi ediniyorum. Dostları arasında da 
			çok sevilen bir kişiliği var. Son derece yardımsever birisi. 1967'de 
			Basınköy'e taşınmıştık. Babam ağabeyimin maç saatlerinde çıkar, onu 
			seyrederdi. Bugün ben bir yazarın ya da sanatçının maç seyrettiğine 
			tanık olmuyorum. Belki de günümüzde eğlenme ve dinlenme araçları çok 
			çeşitlendiği için insanlar evlerine daha çok kapanıyordur. Babam 
			futbolu zaten çok severdi. Evde spor dergilerimiz vardı. Babam 
			dinlenmek için o dergileri okurdu. Benim işim değil, ben gidip 
			seyretmem diye düşündüğünü, araya mesafe koyduğunu hiç 
			hatırlamıyorum. Bir yaz, yine benim ısrarımla, bizim Basınköy'ün 
			Menekşe'deki plajına gittik. Saat beş veya altı sularıydı. Babamı 
			hep giyimli kuşamlı görmüştüm; ilk kez orada çıplak gördüm. Böyle 
			zayıf, cılız, bembeyaz bir vücut... Babamın kırılganlığına dair ilk 
			anım. Hiç görmesem belki daha iyi olurdu. Kumlarda oturdu. Denize 
			girip girmediğini hatırlamıyorum. Sonra kalktık, eve döndük. 5 Mayıs 
			1970'te babam Bulgaristan'a giderken babamla hiç vedalaşamadım. Ben 
			o sıralar okulda öğlenci olduğum için beni uyandırmamışlar. Sabah 
			annemle bir taksi çağırmışlar, binip gitmiş. Ölüm haberini aldığımız 
			günü hatırlıyorum. 2 Haziran'dı. Ben babamın bana aldığı bisikletle 
			dolaşıyordum. Basınköy'de bir postane şubesi vardı. Bulgaristan'dan 
			Basınköy'ün PTT'sine ulaşmışlar. Memur beni bisikletle dolaşırken 
			görünce git ablanı çağır, dedi. Gittim çağırdım, ablama söylemişler 
			babamın vefat ettiğini. Ablam ağlamaklı dışarı çıktı. Eve kadar 
			gittik, sonra karşı komşumuza gittiğimi hatırlıyorum. O sırada 
			radyolar da vefat haberini vermeye başlamışlar, komşunun biri çıktı, 
			başınız sağ olsun dedi. ilk orada ağladım. Sonra cenazesini almaya 
			Kapıkule'ye gittik. Zincirlikuyu'da iki kürek toprak attırdılar 
			bana, zaman zaman da hâlâ giderim mezarına. Bazen müzeyi şöyle bir 
			dolaşıyorum, bakıyorum içimde hâlâ vedalaşmamış olmanın acısı. Keşke 
			uyandırsalardı beni, keşke vedalaşmış olsaydık, gitmeden bir 
			sarılsaydım ona. Bir insanı gördüğümüzde onu son görüşümüz olduğunu 
			bilseydik belki de yaşam katlanılmaz olurdu. 
			Ben on üç yaşıma kadar babamın yazdığı tek 
			satırı bile okumamıştım. Kendisi de bana al şu kitabımı oku oğlum, 
			dememiştir. Bir gün yine Basınköy'de babam ve ağabeyimle otururken 
			-Orta bire gidiyordum o sıralar- ağabeyim yavaş yavaş kitap okumaya 
			başlasan iyi olur dedi. Babam konuşmaya katıldı ve kendi kitaplarını 
			değil, iki Çocuğun Devrialemi’ni okumamı önerdi. On iki ciltlik bir 
			kitaptır. Çünkü gençliğinde o da okumuş ve çok etkilenmiş; kendi 
			yazdıklarında da iki Çocuğun Devrialemi'ne göndermeler vardır. 
			Babamın ölümünden sonra orta sona gelene kadar otobiyografik 
			romanlarından başlayarak bütün kitaplarını okuyup bitirdim. Ama 
			babamı en çok 2000 yılından sonra tanımaya başladım. Kitaplarını 
			yeni basımlarına hazırladığım için bir kitabını üç dört kere okudum, 
			çocukluğumun bakışıyla bulduklarımdan çok daha farklı şeyler buldum 
			ve allak bullak oldum. Birçok kahramanının ruh çözümlemelerinde 
			kendisinden izler olduğunu gördüm. Ne müthiş bir gözlemciymiş! 
			Çukurova Üniversitesinin Bahar Şenliği'ne katıldığımda babamın çok 
			sözünü ettiği Milli Mensucat fabrikasını ziyaret ettim. Babamın 
			fabrikayla ilgili yazdığı her şeyi bir belgesel izler gibi orada 
			gördüm. Kömür taşımaya yarayan rayları, koza kabuklarını. Bekçiye, 
			"babamın kitaplarında bu fabrikanın erkek tuvalet kapılarının yarı 
			belden kesik olduğunu yazar, böyle bir şey var mı" diye sordum. 
			"Geçtiniz," dedi, "o bölümdeki erkek tuvaletlerinin kapıları yarı 
			belden kesiktir." Babam bunları 1950'lerde yazmış, ben elli dört yıl 
			sonra gidiyorum ve okuduklarımdan bildiğim ne varsa orada 
			görebiliyorum; kelimelerin cümlelerin gerçek hayatla nasıl 
			kaynaştığını görebiliyorum. Bence bu çok ilginç bir yetenek. 
			Murtaza'nın ikinci cildinin nüshalarını yazarken bize evde okurdu. O 
			zaman anladım, yazmıyordu aslında onu yaşıyordu, oynuyordu, kendisi 
			Murtaza oluyordu. Daktilonun başında yazarken de transa geçtiğine 
			inanıyorum, Murtaza kişiliğiyle oturup yazıyordu. 
			Bazen düşünüyorum, keşke biraz büyüyüp 
			bilinçlendiğim dönemlerde babam yanımda olsaydı. Dünya görüşümde 
			bana yeni ufuklar açardı. Ondan çok şey öğrenirdim. Babanım kendi 
			babasından da edindiği çok bilgi var. Babamın babası ilk mecliste 
			Kastamonu milletvekili olarak görev yapmış, Atatürk'le aynı mecliste 
			bulunmuştu. Hiç kimsenin bilmediği, kayıtlarda olmayan bir bilgi 
			yumağını babam kendi babasından devralmıştı. Keşke yanımızda 
			olsaydı, onun yaşında olup da yaşayanlar var. Ama düşünüyorum da 
			onca sıkıntı, üzüntü, yokluk onu uzun yaşatmazdı zaten. Yokluğunu 
			elbette hissediyoruz, ama bize bıraktığı büyük bir miras var, çünkü 
			Orhan Kemal bizim ailemizin babası ama Türkiye'nin de çok büyük bir 
			sanatçısı ve dünyanın önemli yazarlarından birisi. 
			 |